Size her karış toprağında güller açan, içinde hep gülen ve en büyük özelliği mutlu olmak olan insanların yaşadığı bir ülkeden bahsetmek isterdim. İnsan öyle bir hikayeye başlasa sonu da mutlu biter, ne güzel olur.
Ama benim anlatacağım ülkenin hikayesi öyle değil. Çünkü bu ülkenin üç tarafı denizlerle çevrili ama dört tarafı kanla, cinayetle örülü. Bu ülkede yaşayan kadınların çoğu hiç aşık olmamış, zorla evlendirilmiş yahut tecavüze uğramış. Özellikle kadınlardan başladım çünkü fikrimce kadının mutlu olmadığı topraklar daimi mutsuzluğa mahkum. Çünkü nasıl yeşerirse ağaçlar kökünden, insanın kökü de kadından yeşerir.
Bu ülkenin çocuklarının kaderi, coğrafyasına göre değişir. Kimi parmaklar henüz bebekken piyano tuşlarıyla tanışır, kimi parmaklar henüz çocukken çöp kutusuyla… Kimi kalpler henüz 14’ünde vurulur bir kurşunla, faili meçhule yazılır.
Buraya kadar okuduysanız, karamsarlık çöktü üzerinize değil mi? Bu topraklarda yaşamayanlar için bu anlaşılmaz bir durum ama bilirim, siz anlarsınız. Sonuçta aynı göğün altında can çekişiyoruz.
Yukarıda üstünkörü geçtiğim konuları benden daha iyi biliyorsunuz. Şimdi anlatacağım hikayeyi de… Öyleyse anlatmasam da olur…
Lakin konuşamadıklarımızı, yazmak zorundayız. Yoksa içimizdeki irin artar, çoğalır, bir bakarız o irin zehirlemiş bizi. Paylaşamamaktan ölmüşüz.
Bundan 17 sene önceydi. 19 yaşındaydım. Henüz doğru düzgün bilmiyordum bile, Beyaz Toros’la evinin önünden alınan ve bir daha hiç geri dönmeyen insanların hikayelerini, Cumartesi Anneleri ile tanışmıyordum. Hayatının içindeki gri kurumlardan ve öldürücü mekanizmalardan habersizdim.
Bundan 17 sene önceydi. Toprağını deşse acısını bulacak bir adam, toprağa gül fidanları dikmeye çalışıyordu. O fidanlar büyüyecekti. Oralara insanları toplayacak, anlatacak, anlatacaktı. Aslında anlatmaya başlamıştı.
O anlattıkça kimisi görmez oldu, kimisi kulaklarını kesti- kopardı, kimisi lal oldu. Uzaklara daldı. Kimileri ise bilendi. Onlara öğretilen bu değildi, bu olamazdı. Onlar için şanlı tarihleri ve kanlı savaşları insanlığın da üstündeydi, çok yukarıdaydı. Adamı sevmediler. Kimileri için ise konu daha derindi. Uzun zaman ve olanca emek harcayarak kurdukları tezgahın bozulmasına izin verirler miydi?
Önce yıldırmaya çalıştılar. Çok uğraştılar. Yollarını kestiler, üstüne gittiler, mahkemelere çağırdılar, makam odalarında üstü kapalı tehdit ettiler. ‘’Eyvallah’’ demedi. Şaşırdılar, öfkelendiler, bilendikçe bilendiler… Kibirleri arttı, korkaklıkları had safhaya uğraştı.
17 sene önce bugün, bir silah tutuşturdular bir adamın eline. Öldürdüler.
İşte o gün, İstanbul’un bütün sokaklar kan ağladı, kan tükürdü, kanla feryat etti. İşte o gün lal olan, görmez olan, duymaz olan insanlar bir araya toplandı. Konuşamayan insanlar ne yapar? Bakarlar. O gün birbirlerine baktılar. Kimisinin gözünde metanet vardı, kimisinin gözünde öfke, kimisinin gözünde hüzün… Hepsi birleşti.
Kamera kayıtlarına bakıldı.
Sokağın başında görülen Beyaz Toros değil, beyaz bir bereydi.
Beyaz Toros hiç yakalanmadı ama beyaz bere hemen yakalandı.
O beyaz bereyi aldılar. Yedirdiler, içirdiler. Büyüttüler.
O büyüdükçe o gün sokakta buluşan insanların içindeki öfkede büyüdü. Büyüdü.
17 senede ülkede çok şey değişti.
Ama o yara kapanmadı. Çünkü sadece tetiği çekeni değil, tetiği çekenin arkasındakiler de soruldu.
Cevap verilmedi.
Şimdi o kalabalık yine toplanıyor. O kalabalık ki benim için vicdanın isimleri, adaletin arayıcıları…
O kalabalık ki bunca kötünün arasına serpiştirilmiş iyi insanlar, 19 Ocak’ı hiç unutmuyorlar.
O insanlar, kafesinden kaçmaya çalışan değil, kafesini sırtında taşıyan beyaz güvercinin hesabını beyaz bereden soruyorlar.
Ve onlar adaleti istiyorlar, lütuf değil.