22 Kasım 1921 gecesi, Ankara'da Kurtuluş Savaşı'nın en zor dönemlerinden biri yaşanıyordu. Yunan ordusu, Anadolu'yu işgal etmenin ve Kurtuluş Savaşı'nı sona erdirmenin eşiğindeydi.
Bu umutsuzluk atmosferinde, Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin ruhunu uyandırmak ve umut aşılamak için bir karar verdi, bir şiir yarışmasının düzenlendi. Bu şiir millete umut ve coşku aşılayacaktı ve milli marş olarak kabul edilecekti.
çılan bu yarışma, “Şairlerimizin Nazar-ı Dikkatine” başlığı ile 25 Ekim 1920 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde şu şekilde ilan edildi:
“Milletimizin dâhili ve harici istiklâli uğrunda girişmiş olduğu mücadeleyi ifade ve terennüm için bir İstiklâl Marşı, Umur-u Maarif Vekâleti Celilesi’nce müsabakaya vaz edilmiştir. İşbu müsabaka, 23 Kanun-ı evvel sene 1336 tarihine kadar olup bir heyet-i edebiye tarafından gönderilen eserlerden intihap olunacak ve kabul edilen eserin güftesi için beş yüz lira mükâfat verilecektir. Ve yine la akal beş yüz lira tahsis edilecek olan beste için bilahare ayrıca bir müsabaka açılacaktır. Bütün müracaatlar Ankara’da Büyük Millet Meclisi Maarif Vekâletine yapılacaktır.”
Yarışmaya yüzlerce şiir gönderildi. Aralarında Kazım Karabekir, Hüseyin Suat Yalçın ve Kemalettin Kamu gibi isimlerin yer aldığı yarışmada Mehmet Akif yoktu çünkü milletin başarılarının parayla övülemeyeceğine inanıyordu.
Mehmet Akif'in yarışmaya katılmaması başta Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey olmak üzere birçok kişinin dikkatini çekti. Zaten yazılan 724 şiirin hiçbirinde milli marş olabilecek potansiyel görülmemişti. Bunun üzerine 5 Şubat 1921 tarihinde Hamdullah Suphi Bey Mehmet Akif'e bir davet mektubu yazdı. Bu durum Mehmet Akif'in kararının değişmesine ve Taceddin Dergahındaki odasına çekilip marşı yazmaya başlamasına vesile oldu.
(Cerîde-i Resmiye'nin 21 Mart 1921 tarihli nüshasında yayımlanan özgün metin.)
Mehmet Akif öyle bir durum içindeydi ki odasından hiç çıkmadan marşı kaleme aldı. Hatta Akif'in evine giden bir arkadaşı duvara kanla kazılmış bir mısra gördüğünden bile bahsetmişti.
Mehmet Akif 48 saat içinde 10 kıtalık bir şiirle kaleme aldı. Mehmet Akif'in yazdığı İstiklal Marşı önce cepheye gönderildi, askerler arasında okundu.
Askerlerin beğenisini toplayan şiir 17 Şubat 1921 tarihinde Hakimiyet-i Milliye ve Sebilürreşad gazetesinde yayımlandı. Yayınlanmasının üstünden on gün kadar geçtikten sonra Konya'da Öğüt gazetesinde de yer aldı.
Elemeyi geçen şiirler 12 Mart 1921 tarihinde meclis oturumunda tartışmaya açıldı. İstiklal Marşı Hamdullah Suphi Bey tarafından okundu. Zaten okunmasıyla sonraki şiirlerin dinlenmesine gerek duyulmadı. Meclis ayakta alkışlayıp, gözyaşları içinde dinledi.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, Mecliste marşı en ön sırada ve ayakta alkışlayarak dinlemiş ve marşın kabulünden sonra, İstiklâl Marşı’nın önemini şu sözlerle açıkladı:
“Bu marş, bizim inkılâbımızın ruhunu anlatır… İstiklâl Marşı’nda davamızı anlatması bakımından büyük manası olan mısralar vardır. En beğendiğim yeri şu mısralardır: ‘Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl.’ Benim bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır… Bu demektir ki efendiler Türk’ün hürriyetine dokunulamaz!”
Mehmet Akif, kazandığı 500 liralık ödülü de yoksul kadın ve çocuklara iş öğreten Darülmesai’ye bağışlamıştır.
İSTİKLAL MARŞI'NIN BESTELENMESİ
İstiklal Marşı ilk olarak 1924'te Ali Rıfat Çağatay tarafından bestelendi. Yaklaşık 6 yıl kadar İstiklal Marşı bu beste ile kullanılsa da 1930 yılında Osman Zeki Üngör'ün 1922 yılında bestelediği ve günümüzde de hala kullanılan bestesi resmi olarak Milli marşımızın bestesi olarak kabul edildi.
İSTİKLAL MARŞI'NIN 10 KITASI
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl,
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
"Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeliEbedî yurdumun üstünde benim inlemeli
O zaman vecd ile bin secde eder –varsa- taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
MEHMET AKİF ERSOY