Günlerdir bu konu hakkında yazmayı düşünüyorum. Düşündükçe işler daha da karmaşıklaşıyor. Hangi kelimeyi nereye koysam fazla olur, neyi yazmasam eksik kalır diye kendimi yiyorum. İnsan bildiği konularda kolayca yazıyor, bizim ülkemizde bilmediği konularda daha kolayca yazıyor… Fakat insanın kalpten hissettiklerini anlatabilmesi için önce içinde demlemesi gerekiyor.
Birbirinden farklı zamanlarda doğmuş, birbirini tanımamış iki çok sevdiğim insanı bir yazıda birleştirmek normal şartlarda benim için imkansıza yakın olabilirdi. Fakat biri, ötekinin kitabını yazdığı için benim önümü açmış oldu.
İlkinden bahsetmek istiyorum önce. Kalbimin derin sızısı Sabahattin Ali’den… 41 yıllık yaşamına üç sığdırdığı üç öykü kitabıyla toplumdan yabancılaşırken insanı kendine daha çok yakınlaştıran Sabahattin Ali’den… Ona aslında bir yandan çok da kızıyorum. Olmayan aşka bizi Raif Efendi’yle inandırdığı için. Öte yandan kucaklamak geliyor içimden insan nasıl coşkulu anlatabilir elle tutulmayan, gözle görülmeyen bu duyguyu. Peki İnce Memed’in babası olan Kuyucaklı Yusuf’u ne yapmamız gerekiyor? Yahut tüm karanlığımızı ince ince işleyen İçimizdeki Şeytan’ı? Ve düşünmeden duramıyor insan, yaşayabilseydi, yaşatsalardı kim bilir daha neleri kaleme alacaktı da tokat gibi çarpacaktı yüzümüze söyleyemediklerimizi. Yok yok, O tokat gibi çarpmazdı. Bir dantel gibi örerdi de gelip en afili köşemize koyardı, saklamak istediklerimizi, görmezden geldiklerimizi, yok saydıklarımızı…
Lakin Sabahattin Ali’yi yaşatmadılar. Bu topraklarda işler böyle yürür. Bu halkı çok sevenleri pek yaşatmazlar. Üstelik zerre kadar cesaretleri olmadıkları için de yüzlerini göstermez, arkalarından vururlar. Bir gece yarısı Sabahattin Ali’yi de arkasından vurdular. Sözde tek kişiydi katil Ali Ertekin… Sözde diyorum çünkü arkası çok kalabalıktı.
Ve o güruh öylesine korktular ki Sabahattin Ali’den bir mezarı olmasına bile izin vermediler. Kayboldu cesedi. Cesedi kaybolunca adı da silinir sandılar. Yanıldılar. Adı büyük puntolarla yazılamadı belki, belki bir kabri olmadı en süslüsünden ama hiç de unutulmadı. Bazı insanlara öldü denmez, yaşadı denir ya… Ben Sabahattin Ali için yaşadı da diyemiyorum. Yaşayamadı çünkü. Fakat uçtu diyebilirim. Başka diyarlara, başka meyanlara uçtu. Uçtu kelimesini kullanınca insanın içi hafifliyor…
SABAHATTİN ALİ’Yİ BEN ÖLDÜRDÜM…
İşte tam bu noktada Gökçer Tahincioğlu çıkıp, “Dur için hafiflemesin” diyor. Bunu bu cümleyle söylemiyor tabi. “Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” adlı kitabı ayağa kalkıyor, en ağır postalını giyip göğsümüze basıyor. Gökçer Tahincioğlu tanıdığım en iyi gazetecilerden biri… Üstelik sektörde tanışıp da hayal kırıklığına uğramadığım nadir insanlardan biri. Buraları çabuk çabuk geçebilirim ama hakkını da vermek istiyorum.
Biz onu; yaptığı cesur haberlerden, henüz kırılmayan kalemiyle hep doğru ve vicdanlı yazılar yazmasından tanıyoruz. Fakat Kiraz Ağacı ve Mühür kitaplarıyla ne kadar iyi bir romancı olduğunu da ortaya koydu. Bu kitabı ise ne biyografi ne de roman…
İkisinin arasında bir yerde. Bence ikisi de ayrı ayrı kitaplar olabilirmiş. Tahincioğlu bu yolu seçmemiş. Kitapta kendini arayan bir adam, öldürülen bir adamın peşine düşüyor. Onun katillerini bulunca kendi hayat puzzle’ının da tamamlanacağına inanıyor. İnsan biraz böyledir. Kendine döndükçe kendini daha da bozacağının farkına varmadan hep arar.
Kitabın kahramanı, faili belli bir cinayeti araştırıyor. Yıllarca… Bildiklerimizden farklı ne bulabileceğini o da sorguluyor ama vazgeçmiyor. Ve yıllardır Sabahattin Ali cinayetiyle ilgili kıyıda köşede kalmış bilgilere ulaşıyor. Kitabın sonunda çıkan gerçek katil kimseyi şaşırtmıyor ama katilin belgelenmiş olması açısından tarihe büyük bir not düşüyor. Kendimi durdurmasam burada tüm kitabı anlatabilirim ama okuyun istiyorum. Muhakkak okuyun. Okuyun ki bu ülkenin kendi öz evlatlarına neler yaptığının altını, üstünü bir daha çizelim.
Beni kitaptan en çok yaralayan sözde katil Ali Ertekin’in kanlı elleriyle nasıl da güzel yaşadığını görmek oluyor. Hiçbir şey olmamış gibi. Ne Beyaz Toros’a binip kaçıyor ne de beyaz beresiyle ortada geziyor. Normal insanlar gibi yaşıyor yıllarca. Aslında biraz Kenan Evren’i anımsatıyor yaşayışı… Onu da yıllarca resim yapan tonton dede diye pazarlamadılar mı bize?
Her neyse… Üstelik nerede yaşıyor bu adam biliyor musunuz? Sabahattin Ali’nin ailesinin çok yakınında. Babasının bir mezarı bile olmayan Filiz Ali’nin çocukluğunu yaşayamadığı sokakların yanında yöresinde. Bunu öğrenince ruhum sıkılıyor. Acı, su gibi olmadığından girdiği kalıbın şeklini de alamıyor. Demek ki bu yüzden diye düşünüyorum, yıllar önce bir haber vesilesiyle tanıştığım Filiz Ali’nin insanlar karşısında duvar gibi durmasını…
Usta gazeteci Gökçer Tahincioğlu salt bir kitap yazmamış. Bir cinayetin anatomisini anlatmış. Yıllarca titizlikle iz sürdüğü belgeleri de almış çat çat koymuş insanların önüne. Aslında almış şapkayı önümüze koymuş. Kitap ikinci baskısına gitti. Dilerim bu baskıların sayıları çoğalır. Çoğalır ki gerçek katilin kim olduğunu herkes öğrenir. Olur ya belki bir gün birileri çıkar, o katillerden hesap soracak kadar cesur olur. İşte o zaman Sabahattin Ali’nin dizeleri yerini bulur; eşkıya dünyaya hükümdar olmaz.