Soma maden faciası yaşandığında haber merkezinin tam ortasındaydım. Haber merkezinde olma hissiyatını anlatmak zor. Birden bağırışlar olur, haber gelir, görüntüler akar, bilgi üzerine bilgi gelir. Ekrana verilecek görüntüleri de habere yazılacak bilgileri de haberci ayıklar. O anın sıcaklığı ile kalbine ses veremezsin. Biraz soluklandığında hissedersin içindeki sancıyı.
Tam 301 maden işçisi kaybetti Soma’da hayatını. Çok değil 9 yıl oldu. Davada tutuklu sanık kalmadı. O madenden sağ çıkan Nihat Abi verdiği bir röportajda şöyle dedi: “Bizi konuşturup anlattırıyorsunuz ama burayı unutacaksınız. Biz kalacağız burada, bu şartlarda çalışmaya devam edeceğiz.”
Öyle oldu. Madenciler o şartlarda çalışmaya devam ettiler. Nitekim aynı yılın ekim ayında bu kez de Ermenek’te bir facia yaşandı. 18 maden işçisi hayatını kaybetti. Faciada oğlu Tezcan’ı kaybeden Ayşe Nine, “Benim oğlum yüzme bilmezdi ki” diyerek Türkiye’yi ağlattı.
Türkiye’nin gözyaşları hemen kuruyor ama. Bir saat sonra falan haberlerden reality show’lara geçiş yapıp hayatımıza devam edebiliyoruz. Ölen öldüğüyle kalıyor, ateş düştüğü yeri kavurup kül ediyor.
Soma faciasından sonra iki belgesel hazırlamıştık. İlki 1991 yılında gerçekleşen “Büyük Madenci Yürüyüşü” idi. Zonguldak halkı o dönem öyle bir örgütlenmişlerdi ki madencilerin insanca yaşam koşullarına sahip olmaları için Ankara’ya yürümeye karar vermişlerdi. “Çankaya’nın Şişmanı” sloganları eşliğinde Turgut Özal’a ve hükümetine karşı başlattıkları yürüyüş yolun yarısına gelmeden sonucunu verdi. İşçiler haklarını aldı, dönemin başbakanı Yıldırım Akbulut koltuğunu bıraktı. Bu olayı tanıklarından dinlerken “Vay be” deyip durduğumu hatırlıyorum. Bir hatıranın içinde hem işçi örgütlenmesi olacak, hem cumhurbaşkanına şişman diyebileceksin hem de hükümetin bir üyesini yerinden edeceksin. Soma’da madenci yakınının tekmelendiği akla geldiğinde gerçekten “vay be”lik durumdu.
İkinci belgeselimiz Almanya’daki madencilerin hayatını anlatıyordu. Almanya’daki madenleri Türkiye’deki madenlerle kıyaslamıştık. İnsanın ağzı açık kalıyordu oradaki şartları görünce. Alman maden işçileri sanki yerin altına girmiyor da bir plazanın üst katına çıkıyor gibilerdi. İş kazasını önlemeye yönelik her şey yapılmıştı. Mesai saatleri, ücretleri ve hakları belliydi. Oradaki işçiler evden çıkarken ailelerine, “Hakkını helal et” cümlesi kurmuyordu. Onlara ülkemizde yaşanan bu durumu anlatamadık; akılları almadı.
Gelelim 13 Eylül tarihine. Zonguldak’ta bir madende yine felaket yaşandı. Üstelik ilk anda ne madende kaç işçinin olduğu bilgisi verilebildi yetkililer tarafından ne tam yaralı sayısı ne de hayatını kaybedenlerin sayısı. İnsana verilen değer bu kadardı işte. Soma’da kurtulan bir işçinin ambulansa bindirilirken sedye kirlenmesin diye, “Çizmelerimi çıkarayım mı” cümlesi de bu değersizlik hissinden kaynaklıydı. Yok gibi gördükleri, varlıklarını kendi güçlerine bağladıkları, emeklerinin ederinin yarısını bile vermedikleri o insanlar da günün sonunda kendilerini değersizleştiriyorlardı.
Maden işçisi Ramazan Yıldırım hayatını kaybetti. Yıldırım aslında emekli olmuştu. Ama emekli maaşıyla Türkiye’de yaşamak imkansız olduğundan çalışmaya devam ediyordu. İşte Ramazan Yıldırım’ın yaşadığı ülke yeni Türkiye’ydi.
Yeni Türkiye’de yerin altı sonunda mezarına dönüşüyordu. Hiçbir ders çıkarmayacağımızı biliyorum. Bu ülkede ölen öldüğüyle kalıyor. Kalan eksik, aksak yaşamaya devam ediyor. Dışarıdakiler ise haberlerin bitimiyle kendilerine bir şov programı açıyorlar; bir sonraki acıya kadar.