Yer, Ankara’da bir düğün salonu. Zaman; yıllar önce. Bütün davetliler salondaki yerlerini almış ama düğün başlamıyor. Çünkü damat ortada yok. Düğün başlayalı 45 dakika olmuş üstelik. Gelin sinirli, sigara üstüne sigara içiyor, sigaranın kokusu gelinliğin üstüne sinmiş şimdiden. Saçına, makyajına aldırmadan çıkıyor sokağa, bir sigara daha yakıyor. Söndürdüğü an görüyor damadı karşısında. ‘Neredesin’ diye soruyor hışımla, damat rahat, ‘’Beşiktaş’ın maçını izledim, kaybetseydik hiç gelmezdim’ diye yanıtlıyor soruyu.
‘Sen zaten Beşiktaş’la evliymişsin, ben kuma gelmişim ama sen görürsün’ diye geçiriyor içinden genç kadın.
O damat; babam. 42 senedir bu olay ne zaman anlatılsa kahkahayı basar. Eminim yaptığından pişman değil, bir tek kadının fendinin erkeği yendiğinden muzdarip, çocukları yani abim, ben ve kardeşim Beşiktaşlı olmadık. Annem, nikah masasında kendine verdiği sözü tuttu yani.
Yine de ne zaman Beşiktaş’ın maçı olsa, ‘Umarım siz kazanırsınız’ diye yolcularım babamı. ‘’İyi olan kazansın’ diyecek kadar hakkaniyetli bir adamdır ve Beşiktaş’ı galip olması için sevmez. Babam Beşiktaş’ı çok güzel sever, ben babamı, bu yüzden Beşiktaş’ı da çok severdim.
Ama sonra Beşiktaş’ı sevmem için başka bir neden daha oldu. Gazetecilik hayatımın ilk ciddi dosyasını önüme koydu, hasta Beşiktaşlı müdürüm. ‘Ama abi ben futboldan anlamam, zaten ben Beşiktaşlı bile değilim’ veryansınlarım fayda etmedi. Önümde duruyordu işte dosya. Adı; Süleyman Seba’nın hayatı.
Kafamda düşünceler uçuşmaya başladı; ‘’Kolay mı 80 küsur senelik hayatı araştırmak, anılarını kendisinden ve çevresindekilerden dinlemek? Büyük başkan yahu bu, ben bile biliyorum. Ama ben gerçekten futboldan anlamam ki. Beceremeyeceğim bu işi.’’
Çıkıyoruz yola. Yol uzun ama, gerçekten uzun. Bunu Süleyman Seba’yla tanışır tanışmaz anlıyorum. Ve inanın o anı satırlara dökerken tedirgin oluyorum. Çok söyleyip abartmaktan, az söyleyip hakkını verememekten korkuyorum. Bir efsaneydi demeyeceğim, insan üstü vasıflar yükleyerek olayı masallaştırmayacağım. Onu gördüğümde hissettiğim ilk şey sıradan olduğumdu. Ben sıradan bir insandım. Çünkü hayatımda hiçbir şeye onun Beşiktaş’a bağlandığı gibi bağlanmamıştım. Çok çok az insan bir şeye bu kadar tutkuyla bağlanır ve ömrünü ona adayabilirdi. Beşiktaş, Seba’nın varıydı, yoğuydu, belki tek aşkı ve tek çocuğuydu.
Seba’nın belgeselini hazırlarken -haliyle- çok zaman geçirdim onunla. O zamanlarda daha da hayran oldum. Akaretler’de Bordo Restaurant’ta oturup yemek yediğimizde, masaya bir çocuk gelse bile ayağa kalkmaya çalışırdı. Övgü sevmezdi, masada biri onun hakkında iyi konuşmaya mı başladı hemen asardı yüzünü, onun yüzü asılınca susması gerekildiğini bilirdi herkes.
Yanına kamerayla gitmemizden hiç hoşlanmazdı. Kamerayı açmadan önce sohbet edip gönlünü alırdık. Ancak öyle bir şey demezdi her anını çekmeye çalışma çabamıza. Sık sık gülümserdi bize, o anlarda. Ve “emekli maaşımı alınca size bira ısmarlayacağım” derdi.
Ben büyük başkanla futbola, ‘fitbol’ demeyi, futbolcunun bonservisi için ‘Süleyman Seba sözünün’ en kallavi imzadan daha güçlü olduğunu, galip gelmek yerine şereflice ikinci olmanın önemini, rakip takımların başında iş adamları varken, kendi takımının kasası bomboşken bile bir nasıl adım adım, dişle tırnakla kazınarak şampiyonluğa yükselebileceğini ve vazgeçmemeyi öğrendim.
Dedim ya ben futboldan anlamam. Ama başka bir başkan varsa siz söyleyin, kulüpten en son çıkan, çıkarken kulübe fazla fatura gelmesin diye ışıkları söndüren, kalbi dayanmadığı için takımının maçlarını izleyemeyen, futbolcularının evlerine gece yarıları ‘napıyor bunlar bakalım’ diye baskın yaptıran, Beşiktaş para kazansın diye düzenlediği piyango geceleri için annesine zorla bilet aldırıp, ‘Anne bak araba sana çıkarsa, ona kulübe hediye tamam mı’ diyen, ona buna, iş adamına, zengine asla hediye bilet vermeyen, kimseye yaranmaya çalışmayan ve gerektiğinde taraftarına bile rest çeken…
Evet, onun Beşiktaş’ı bırakışı endüstriyelleşen futbola, ‘dostum’ dediği ve arkasından türlü iş çevirenlere, ‘Ahmet Dursun, Seba gitsin’ diyenlere restti. Hayatını adadığı Beşiktaş’ı bırakırken, kürsüde yaptığı konuşmada ellerinin titremesinin artmasını önemsememişti de kalbinin kırılma sesini duymuştu.
Onunla geçirdiğimiz onca zaman içinde o dönem o sloganı atan taraftarlar hakkında hiç kötü bir şey söylemedi. Ama anlaşılıyordu, hala kırgındı. Ben de kırıldım onunla beraber, öfkelendim. İnsan böyle bir başkanı, öyle gönderebilir miydi?
Biliyorum, taraftara küstü. Ta ki Beşiktaş’ın 110. yıl kutlamasına kadar. Hastaydı ama dayanamadı, kutlamaya katıldı. Yanındaydım. Tüm stat ayağa kalkıp ‘Süleyman Seba’ diye bağırdığında gözyaşlarını tutamadı. Onu öyle görünce içim dağlandı. Anlamıştım, küslük bitmiş, barış gelmişti.
Ömrünün son deminde, taraftar Seba’nın gönlünü almıştı.
Kutlamayla birlikte bizim belgeselimiz de tamamlanmıştı. Her hafta buluşmalarımız sona erdi. Vedalaşırken bana, ‘Beşiktaşlı oldun mu artık’ diye sordu. ‘Olmadım, ben Sebalı oldum’ dedim. Gülümsedi.
Biliyorum hala bir yerlerde Beşiktaş hakkıyla kazandıkça gülümsüyor.
Ve ben hayatımda Beşiktaş’ı en güzel seven iki adam için; Seba ve babam için hep Beşiktaş kazansın istiyorum.
Büyük başkan gideli 9 yıl olmuş, babam 9 yıl yaşlanmış ve ben 9 yıl büyümüşüm. Bu 9 yılda değişmeyen tek şey sevdiğim adamların Beşiktaş sevgisi… Ruhun şad olsun büyük başkan. Senden ilhamla; değer verdiğimiz şeylere ömrümüzü vermek dileğiyle…