Biz çok parçalı bir toplumuz. Bin bir çeşidimiz var. Bazılarımız birbirine çok benziyor bazılarımızın alakası yok kimseyle. Birbirine çok benzeyenler güçlüyse eğer; herkese hükmedebileceğini düşünüyor, zalimleşiyor. Güçsüzler ise kol kola, zalimlerden uzak kalarak ve kimseye görünmemeye çalışarak hayatta kalıyor. Buna mecburlar çünkü zalimlerin silahları var. Metafor olarak değil; gerçekten silahları var.
Ahmet Yıldız babasının silahından çıkan 5 kurşunun 3’ünü göğsüne yediğinde henüz 26 yaşındaydı. 2009 yılında Üsküdar’da bir sokağın ortasında, herkesin gözü önünde öldü. Suçu bir erkeğe aşık olmaktı, kayıtlara ilk eşcinsel töre cinayeti olarak geçti. Ahmet’in ölümünün üzerinden 15 yıl geçti. Katili olan babası bulunamadı. Geçen yıllarda aileden biri bana sosyal medya üzerinden ulaşıp baba Yahya Yıldız’ın Irak’ta olduğunu, orada başka bir aile kurduğunu söyledi. Oğlunu öldüren bir adam başka bir ülkede başka bir aile kurmuştu…
Ahmet Yıldız’ın âşık olduğu sevgilisi İbrahim Can, bilmem kaç duruşma sonunda adalet gelmediğinde şöyle bir cümle kurmuştu; Homofobik bir ülkede bu vakanın aydınlatılması da istenmeyecektir.
Malumunuz ki bu ülkede kadınlar öldürülüyor; mütamediyen. Biz kadınlar buna ses çıkarmaya başladık biraz da olsa. Kadın STK’ları kuruldu, kadın dernekleri kuruldu… Üstelik sosyal medyanın baskısı katilleri caydırmasa bile adaletin ağır aksaklığını iteleyen bir güç oldu.
Ahmet Yıldız cinayetinde bu yaşanmadı. Ahmet ve dostları tek kaldı. Açıkçası bu ülkede öteki olarak yaşamak çok zor. Ama ötekinin ötekisi olarak yaşamak daha da zor. Görünmeden, bilinmeden, en ufak bir çıt çıkarmadan, ayak izini bırakmamaya çalışarak yollarda yürümek epeyce zor ve meşakkatli.
“Yok artık o kadar da değil" diyenler için çok yakın bir örnek vermek isterim; bir trans kadın Bursa’da otobüs durağında oturuyor. Çevresine bile bakmadan, konuşmadan, öylece oturuyor. Sonra ne mi oluyor? Bir takım adamlar gelip kadının üzerine yangın tüpü sıkarak eğleniyorlar. Bu organize edilmiş bir eylem olmalı ki arkadaki araçtakiler de bu görüntüyü çekiyor. Trans kadın dumanlara boğulurken bunlar gülüyor.
Zalimlerin böyle bir özellikleri var; yaptıkları canilikleri eğlenceli sanıyorlar. Kazıklı Voyvoda da böyleymiş insanları kazığa çaktırırken kahvaltı yapar ve bu ölen insanları keyifle izlermiş.
Trans kadının görüntüsü beni çeşitli düşüncelere sevk ediyor. Hiç istemediğin bir bedende doğmanın hissettirdiklerini anlamam imkânsız, ama bilirim ki ruhu olan herkes empati yapabilir. Ait olmadığın bir bedende yaşamak, kendin olmaya çalışmak ve bunun için dışlanmak. Sana yaşama şansı vermeyenlerin içinde hayatta kalabilmek için vücudunu satmak ve bunun için daha da dışlanmak, örselenmek ve hatta öldürülmek. Öldürüldüğünde kendini ait hissetmediğin bedeninin de ederinin olmaması, üstüne tepinilmesi, katillerine hak verilmesi.
Geçen gün Hindistan aya uydu fırlattı. Ayın karanlık yüzünü keşfetmekle meşguller şimdi. İsveç, Norveç falan değil; Hindistan. Yani biz gelişmekteyken gelişmemiş ülkeler arasında yerini alan Hindistan. Biz ise trans bir kadının üzerine yangın tüpü çıkan insanımsı organizmalarla aynı göğün altında nefes almaya çalışıyoruz. Bu durumda sormak lazım; coğrafya kader mi, coğrafya karar mı?
EBRAR VE VARGAS…
Ben bu satırları yazarken A Milli Kadın Voleybol takımımız Avrupa Şampiyonu oldu. Uzun süredir mutluluktan ağlamamıştım sanırım. Ama beni ağlatan başka bir şey de Ebrar Karakurt’un paylaşımı oldu. Cinsel yönelimi nedeniyle hedef haline gelen Ebrar’ın… Kendisi gibi lezbiyen olduğu bilinen Vargas’la maç anında çekilen bir fotoğrafı paylaşan Karakurt şöyle yazdı: “Bu ne oynadığımız ilk final, ne de verdiğimiz ilk psikolojik savaş.”
Teşekkürler Ebrar, teşekkürler Vargas… Sadece şampiyonluk için değil; kendiniz olmaya çalışarak mücadele ettiğiniz bu hayata bizi de dahil ederek mutlu ettiğiniz için...