Kabataş'tan Büyükada’ya giden 9.15 vapurunu kıl payı yakaladım. Hep böyle olurdu; son ana kadar evden çıkmaz, bir bahaneyle gideceğim yere geç kalırdım. Vapura bindim, koşar adım üst kata çıktım ve denize en yakın olacağım yere oturdum. Her zaman öyle yapardım; kuşları izlemek, rüzgarı tenimde hissetmek için.
Kulaklığımı takmış en sevdiğim şarkıyı dinlerken bir çift göz tüm dikkatimi dağıtmaya yetti. Toplum içinde tanımadığı insana gözünü dikenleri hep yadırgamışımdır ancak kendime engel olamadım. Çıkardım siyah deri kaplı çizim defterimi, başladım karalamaya. Kızıldan bakıra çalan saçları, mermeri andıran beyaz teni, yay gibi kaşları ve şairin de dediği gibi kömür karası gözleriyle kusursuz bir sanat eserini andırıyordu. Bana da resmetmekten başka çare bırakmamıştı.
Çayımı yudumlarken bir yandan da onu rahatsız etmemeye çalışıyordum. Beni fark etmesi olanaksızdı zira pür dikkat elindeki romanı okuyordu. Ayracı kaldığı yere koyup sayfaları yıpranmış kitabın kapağını kapattığında en sevdiğim romanı okuduğunu gördüm: Engereğin Gözü. Belli ki sahaftan almıştı kitabı, ben de öyle yapardım. Başkalarının yaşanmışlıklarını hissetmek, yer yer sararmış sayfalarda o anılara dokunduğumu düşünmek tarifsiz bir keyif verirdi bana.
Büyükada’ya vardığımızda resmim de bitmişti. Onu son anda yakalayarak ve izinsiz resmini çizdiğimi söyleyip özür dileyerek kağıdı sahibine verdim. İncecik parmaklarıyla aldığı resmi beyaz deri sırt çantasına koyup nazik bir teşekkürle ayrıldı yanımdan isminin Yaren olduğunu öğrendiğim kadın. Ben de içimden bu kısa yolculukta fark etmeden de olsa bana yarenlik ettiği için teşekkür ettim ona.
Büyükada’nın renkli çiçeklerin süslediği sokaklarında yürümeye başladım. Her eylül gelirdim buraya. Bunaltıcı kalabalığı olmasa burada yaşamanın ne kadar güzel olacağını düşünürdüm. Ne var ki, insan her zaman gördüğü güzelliklere alışır, kıymetini çabuk unuturdu.