YAPIMCI KEREM ÇATAY İLK KEZ KONUŞTU: SUSAM SOKAĞI'NDA YEDEK OYUNCUYDUM

© MEDYATAVA- Aşk-ı Memnu, Ezel, Yaprak Dökümü, Kuzey-Güney... Hepsinde onun imzası var. Ay Yapım'ın sahibi Kerem Çatay, sessizlğini bozdu. İlk röportajını GQ Türkiye'ye verdi.

Google Haberlere Abone ol
YAPIMCI KEREM ÇATAY İLK KEZ KONUŞTU: SUSAM SOKAĞI'NDA YEDEK OYUNCUYDUM

Egosu ASKIDA


BİR ego yöneticisi


 


Son 10 yılın iz bırakmış, repliği ağza dolanmış, oyuncusu orada parlamış dizilerini aklınızdan geçirin. KaçINIn Ay Yapım imzalı olduğuna şaşıracaksınız. Hayata gerçek bir “televizyon çocuğu” olarak başlayan, rüzgar biraz savursa da köklerine dönmekte gecikmeyen, genç patron Kerem Çatay’la ciddi ciddi ekranın arkasına geçtik.


 



 



Telefonda Kerem Çatay’ı, “vallahi ondan bahsederken kocaman kocaman laflar etmeyeceğimize” dair ikna etmeye çalışıyorum. İkon başlığından ürktü zahir. Ki, disiplin başlığı bu denli iddialı olmasa da kolay kolay röportaj veren biri değil. “Hayır, sizin açınızdan düşünüyorum da” diyor, “Benden malzeme çıkmaz, o yüzden. Şimdi oturur konuşuruz, sonrasında ‘Konuşmuş bulunduk ama herifte enteresan bir numara yokmuş, bu saatten sonra kullanmasak ayıp da olur’ diye sonradan sıkılırsınız. O yönden endişeleniyorum.”



Kibir kaynaklı bir tevazu değil sergilediği, hakikaten endişeli görünüyor. Memlekette mumla arasanız bulmakta zorlanacağınız türden bir içgörüye sahip. “Mesleğinin yüzde 50’si ego yönetimi” olan 33 yaşında bir yapımcıyla muhatabız; belli ki kendi egosuyla şaşırtıcı bir şekilde erken halleşmiş.


Bir de tabii mesleki deformasyondan mustarip: Sorup soruşturduğunuzda, birlikte çalıştığı kim varsa anlattığı şey aynı: İçinde bulunduğu işlerde, tretmandan montaja her konuda, her adıma hakim olmazsa, içi rahat etmeyen bir “tür”. Nihayet buluşulduğu gün, dişini çektirircesine fotoğraf çektiriyor. UCLA’da (University of California, Los Angeles) sinema-televizyon üzerine yüksek lisans yaparken, oyunculuk derslerinden yengeç adımlarıyla kaçmak için elinden geleni ardına koymamış biri söz konusu. Kameranın arkasını, avcunun içi gibi yaşıyor, iş önüne geçmeye gelince ezberi hafif dağılıyor.


 


Susam Sokağı yedek oyuncusu


Oysa tam anlamıyla bir “televizyon çocuğu”. Televizyon yayıncılığının duayenlerinden Ekrem Çatay ve yapımcı-yönetmen Nedret Çatay’ın oğlu. İşin içine doğmuş, okul çıkışında ebeveyn ofisi babında gittiği TRT koridorlarında koşturmuş, annesinin yönettiği Susam Sokağı programında çocuk kadrosunda eksik varsa stepne gibi kullanılmış bir çocuk.


On iki yaşındayken, Ekrem Çatay’ın Türkiye’nin ilk özel kanalı Star 1 Magic Box’ın kuruluşunda yer almasıyla, doğduğu Ankara’dan İstanbul’a taşınmalarını, “TRT 3 filan açılacak zannetmiştim” diye hatırlıyor: “TRT biliyoruz o zaman bir tek. Bir de TRT 2 var. 3’tür, 4’tür, 5’tir; öyle gider diye düşündüm, ne bileyim… Bugün bakınca, bu hayatta başka bir iş yapabilir miydim bilmiyorum; meraklıydım da çok. Reklamları seyredip sayardım o zaman ve bunu da benden başka kimse yapmıyor zannederdim.”


 


Oyunculuktan kaçış


Ankara’dan İstanbul’a geldiğinde oryantasyon ayarını toparlaması, iki yıl kadar alır. “Güneşli günlerde öğle teneffüsünde bahçeye çıkmayıp da sınıfta mal gibi oturan çocukların adının, liyakat madalyası takarcasına tahtaya yazıldığı, aferin aldığı, bahçede koşmanın yasak olduğu” TED Koleji’nden, “Hadi bu derse girmeyelim de kantinde takılalım” denilen, Tarabya İstek Vakfı’na geldiği dönemdir.


İstanbul’u sevse de ruhunda baki kalan Ankara’ya dönüşü, Bilkent İktisat’a gitmesiyle olur: “Ankara, beş senelik periyotlar filan halinde karşıma çıkıyor. Askerliğin bir kısmı da Ankara’da oldu.”


Ankara’dan ikinci göçüşü, bu kez daha uzak bir diyara ama daha bildik bir alana doğrudur. UCLA’de sinema-televizyon üzerine master yapmaya gider:


“İki sene boyunca sormuşlardı sen niye iktisat okudun diye. Anlatamıyorsun ya, bizim orada bir sınav var, başına haller getiriyor. Şu anda iktisata dair çok bir şey yapmıyorum açıkçası ama analitik düşünmeyi öğretiyor en azından. İktisat, fark ettirmeden öğretir derler. Neyi öğretiyor derdik ama anlıyorum şimdi. Neden-sonuç ilişkisi, her anlamda, senaryoda bile işime yarıyor. UCLA başka bir haldi. Kampüste elinde kamerayla bir şeyler çekerek dolaşıyorsun. Ama oraya, normal üniversiteye giden arkadaşlar gibi de değildi durumumuz. O okul, lisans okuyanların okulu biraz, fiilen öyle bir sahiplenme durumu var. Sen yabancı öğrencisin neticede, lisansüstüne gelmişsin; üç-beş ay sudan çıkmış balık gibi olmuştum. Her ders; reji, yönetmenlik, yapımcılık, dijital medya, post prodüksiyon, hepsi mutlaka alman gereken durumlardı. Sonra odaklanıyorsun ve diyorsun ki ‘Ben yapımcılıkta ilerleyeceğim’; seçmelilerini de ona göre seçiyorsun. Geleceğim yeri bilmiyordum tabii o zaman ama çabalayacağım yeri biliyordum: Ben odağı yapımcılığa vermiştim. En büyük problemim oyunculuk dersi almaktı. Son döneme kadar öteledim, bayağı bir denedim kaçmayı. Şimdi de öyle de, hele o zaman, topluluk karşısında falan, bir şeyler yapmak gibi bir kendine güven yoktu. Dönemin sonunda çıkıp sahneye bir şey sergiliyorsun. Kamera oyunculuğu da değildi yani çünkü, bayağı sahne konuyor falan. Dediler ki ‘Diploma alamazsın’, e o zaman tabii mecburen… Alexander Tekniği ile ilgili dersi aldım. İki hoca vardı, biri Doğu Alman, biri Rus. Daha çok fizik kullanımı işte, duruş, ses hakimiyet... 16 kişinin içinde bir tek ben o dersi tamamen kaçmak için kullanıyorum. Hepsi bir yıldır o dersi bekleyen adamlar ve hepsi oyuncu olmak isteyen adamlar. Bütün sınıftaki tek problemli vatandaş benim. Duruşuyla ilgili problemi olan, sesini kullanma tecrübesi olmayan. Dolayısıyla hocalarının ikisinin de 45 dakika boyunca tek uğraştığı adam...”


 


RÖPORTAJ: Ebru Çapa


FOTOĞRAF: Lara Sayılgan


 


RÖPORTAJIN TAMAMINI QG TÜRKİYE'DE OKUYABİLİRSİNİZ...


 

Sıradaki Haber İçin Sürükleyin