Erdem Gül ve Can Dündar cezaevinde 11. gününde. Dündar, demir parmaklıklar ardından Cumhuriyet'teki yazılarına devam ediyor.
"Bizim Saray
Aralık ayazı ağır demir kapının aralığından soğuk nefesini
üflemeye başladı.
Alafranga tuvaletin deliği, konuştukça kötü kokular yayan bir
gardiyan ağzı gibi, bu toplama kampının içinde biriken pisliği
yayıyor etrafa...
Kalın beton duvarların ardından bekçi düdükleri işitiliyor; içerde
florasanın biteviye ıslığı...
Soğuk.
Gündüz güneşi bile avluya uğramadan geçiyor; bina öylesine
itici...
Havalandırmanın ışığı, pencerenin kahverengi parmaklılıklarında
parçalanıp soluk gölgeler halinde hücremin zeminine
vuruyor.
Asık suratlı çıplak duvar, sarışın bir kuyu sanki...
Duyduğu tüm sesleri büyütüyor:
Su, çağlayan gibi çınlıyor; kapı çarpması, gök
gürültüsü...
Yalnızlık da çoğalıyor o kuyuda, özlem de...
Umudu yitirirsen, kapana kıstırılmış bir sıçan gibi içine kapanıp
orada ufalanman işten bile değil...
Hele adaletsizliğin tesellisini imanda arayanlardan
değilsen...
İyi ki hayal kurmayı öğretmişsin kendine...
Havalandırma lambasından ay ışığı, florasan ıslığından yavuklu
soluğu yapmayı biliyorsun.
Ayazı, kokuyu, tecridi unutup semada aniden peydahlanan kuş
sürüsüyle kanat çırpabiliyorsun.
Ve üşüdüğünde haklılığınla ısınabiliyorsun.
Asıl saray burası işte... İçinde haram yok.
Odalar küçük, yürekler büyük...
Gündüz
Değerli Yalnızlık
Sabah 08.00...
Hücremin gri hoparlörü her sabahki buyurgan sesiyle
haykırıyor:
“Tutuklu ve hükümlülerin dikkatine... Sabah sayımı
yapılacaktır, sayım düzeni alınız.”
Bu, Silivri’nin geleneksel kalk borusu...
Az sonra bir infaz koruma mangası gelip kaçıp kaçmadığımı kontrol
ediyor. Gayet kibarlar... Avluya açılan kapıyı açıp “Allah
kurtarsın” diyerek gidiyorlar.
Şimdi oda büyüklüğündeki havalandırmada, 9 adıma 5 adımlık
gökyüzünün altında volta atabilirsin.
Tabii yine tek başına...
***
Yıllar önce “Yalnızlığa Alışmalı” diye bir yazı
yazmıştım. Ondan beridir alıştırdım kendimi, yalnızlığı severim.
Ama buradaki, tecrit; hem de ağır bir tecrit...
24 saat hücremizde tek başımızayız.
Erdem, hemen yanımdaki hücrede yatıyor. Kapısı kol mesafesinde..
Ama görüşmemiz yasak. Tecrit o kadar sıkı ki avukat görüşüne
giderken bile, karşılaşmayalım diye önce birimizi içeri alıp sonra
diğerimizi götürüyorlar.
Dar koridora açılan demir kapının üstünde cep telefonu büyüklüğünde
bir gözetleme deliği var. Ayak parmaklarının üzerinde yükselip
birkaç saniye el sallamak mümkün oluyor ancak...
Gardiyanlarımız ve avukatlarımız dışında kimseyi görmememiz
isteniyor anlaşılan. Peşinen cezalandırma...
Okuduğum tutsak hatıralarını geçiriyorum aklımdan: Hiçbirinde böyle
ağır bir tecritten bahsedildiğini hatırlamıyorum.
Belki Guantanamo’da vardır.
***
Vakit bol ya; falımı okudum sabah:
“Sosyal ortamlara gireceksiniz” diyor. “Değişik
organizasyonlar devrede” olacakmış.“Farklı arkadaş
grupları hayata bakış açımı genişletecek”miş.
Bunu okurken demir kapının göğüs hizasındaki bölmesi açılıyor.
Sevimli bir görevli“ekmek” diye sesleniyor. Bir ekmek geçecek
büyüklükteki bölmeye eğilerek giriyorum “sosyal
ortamlara”...
Hayata bambaşka bir açıdan bakıyorum.
15 yıl önce F-Tipi cezaevleri inşa edilirken ölüm orucuna yatan
devrimci tutsakları anımsıyorum. Bir grup aydınla birlikte
Bayrampaşa’ya arabuluculuğa gitmiştik. Son nefesini vermeye
hazırlananları yaşamaya ikna etme derdindeydik. Kalabalık
koğuşlarda kalıyorlardı. Devlet onları 1-3 kişilik hücrelerde
tutmak istiyordu. Direniyorlardı. “Tecrit,
yaşarken ölmektir” diyorlardı.
O direniş, katliamla bastırıldı. Ve tecrit zindanları
açıldı.
İnsana dokunmanın, toprağa basmanın, yorgana sarılmanın yasak
olduğu tutsakların çıplak pencerelerden sürekli gözetim altında
tutulduğu bu toplama kampının beton duvarlarında o direnişin
sloganı kazılı adeta:
“Tecrit ölümdür!”
***
Fakat neyse ki üç kadim dost refakat ediyor bana
yalnızlığımda:
Tanışma sırasıyla, kalem, kitap ve televizyon...
Yazıyor, okuyor, izliyorsun.
Sabah gazeteler geliyor; dost kalemlerin satırları su serpiyor
yüzüne, yüreğine...
Ekranda, sevdiklerin seni savunuyor; coşuyor,
avunuyorsun.
Yürekli milletvekilleri, cesur avukatlar gelip koluna giriyor.
Diriliyorsun.
Dışarıda umut nöbetinde yoldaşların var;
Sıcaklıkları vuruyor zindana, ısınıyorsun.
Kapalı görüş günü eşin, oğlun, kalın camın ardından gururlu
gözlerle bakıyor, umudun dilinde konuşuyor; tuzla buz oluyor cam,
hasretin hararetinden; canlanıyorsun.
Ve ekmeğin geldiği bölme yeniden açıldığında “Can
Dündar”... Mektubun var”müjdesini işitiyorsun.
Yok, telefon faturası filan değil... Mektupsuz geçmiş yılların
acısını çıkarırcasına, onlarca mektup yığılıyor odaya... Onlarca
sarıyor, kucaklıyor, öpüyor seni...
Her gelen dost, yazılan her satır, her konuşan dil, aynı sırrı
fısıldıyor:
“Yalnız değilsin.”
Soğuk tecrit, sevginin harında eriyor.
“İşte” diyorsun; “İşte.. Asıl bu, değerli
yalnızlık...”