Hodbinler… Bir hayalde yaşayıp ölecek olsalar bile hayalden de, hayattan da zevk alamayanlar, nereye baksa kendini görenler, o hüzünlü mağrurlar...
Türkçe edebiyatın zengin mirası üzerine kurulmuş mükellef bir sofra, gülünesi bir sürükleniş, acıklı bir parodi, bir aşk, ihtiras ve ihanet nümayişi... Üslubu kaybettiğimiz bir zamandan, o zamana ait hayatlardan akseden bir tebessüm, lisanı eski güzel günlerin lisanına istihza dolu bir gönderme.
Saruhan Doğan sıcak yaz günlerinde ferahlatan, düşündüren, iddiasıyla ilgi çeken bir romanla karşımızda: Hodbinler. Sayım Çınar romanın hikayesine romancısına sordu.
Sayım ÇINAR / [email protected]
Ustaların İzinde Bir Roman: Hodbinler
Kitabın bülteninde oldukça iddialı bir giriş var. Tanpınar'ın İstanbul'u gibi hayal dolu, bir Oğuz Atay hicvi kadar hüzünlü, Yusuf Atılgan'ın aşkları kadar sarsıcı bir hikâye! Siz kendi yazmış olduğunuz romanı tam olarak nereye oturtuyorsunuz?
Bu üç büyük isim, ve başka pek çok büyük üstad var beni çok etkilemiş, üslubuyla, hayalgücüyle bana ve lisanıma nüfuz etmiş. Ama bence yazmak yolculuğu bir kendi lisanını ve kendi hayallerini bulma yolculuğu. Kendimi çoğuna kitapta bir alıntıyla saygı duruşunda bulunduğum bütün o ustaların, kendi yolunu ve lisanını arayan bir öğrencisi olarak görüyorum. Hodbinler lisanıyla, bazı karakterleriyle, ama özellikle de her satırına sinmiş hicviyle eski romanları anımsatıyor. Bunun yanında gerçeküstü bir kurgusu var, bugünde yazılmış bir roman ve karakterleri de bugünün hayatını yaşıyorlar, bu açılardan da çağdaş bir eser. Bütün bunlar bir arada Hodbinler’i nereye yerleştirir bilemiyorum, çok da önemli olmadığı fikrindeyim açıkçası. Benim derdim okuyanlar takdir etsinler, hoşlarına gitsin, en önemlisi de birkaç kez olsun gülsünler. Hele çok gülerlerse çok sevinirim doğrusu.
Hodbinler dil zenginliği ve kurgusuyla dikkat çekiyor. Kendinizi Türk edebiyatında herhangi bir akımın devamı-akrabası gibi görüyor musunuz?
Dil zenginliği övgünüz için teşekkür ederim. Dil yaşayan bir varlık gibi, büyüyor, genişliyor, yenileniyor, bu süreçte bir yandan da bazı parçalarını ardında bırakıyor. Bu sürekli yenilenmeye üzülüyoruz bazen, ama hayat böyle bir şey, bitmeyen bir yenilenme içindeyiz. Bu gerçeği kabullenmekle beraber ardımızda bıraktığımız, artık pek konuşmadığımız o dilin de sahip çıkmamız gereken çok değerli bir miras olduğunu, bugün konuştuğumuz dili o eski dil sayesinde konuştuğumuzu anlamamız çok önemli. Ben güzelliğine tutulduğum o eski lisana bir saygı duruşunda bulunmak, o lisanda yazmanın doyulmaz mutluluğuna ermek için Hodbinler’deki iki romancımı o lisanla konuşturdum. Eski büyük üstadlar gibi yazmaya çalışırken o zamanda yaşıyormuşsunuz, o zamanda hissediyormuşsunuz gibi geliyor insana. Lisan her şeyi kendi havasına sardığı için aşklar eski aşklara, duyarlılıklar eski duyarlılıklara dönüşüyor. İlk romanınızda sizin için en önemli meselelerle uğraşıyorsunuz. 1930-50 dönemi Türkçesiyle yazmak, o Türkçeyi yeni bir romanla gündeme getirmek ve özellikle genç okurlara dinletmek benim için çok önemliydi. Konudan, kurgudan önce lisan geliyordu ve Hodbinler’in belkemiği de lisan oldu. Kendimi bir akımın parçası gibi düşünmüyorum ama lisanın temel olduğu bir edebiyatın izini sürdüğümü ve bundan sonra da süreceğimi söyleyebilirim. Bu arada, romanda belkemiği lisan olan bir roman yazma meselesi aşkla birlikte ana konulardan birisi, yani bu anlattığım kendi meselemi de hicvettim.
Bu lisan meselesine bir örnek vermek istiyorum. Hodbinler’de hem romancı, hem de karakterler konuşuyor, ve bölümlerin başında konuşanın ismi yazıyor. O isimleri kaldırırsak okuyucu kimin konuştuğunu hemen anlar mıydı? Anlayacağını ümidediyorum çünkü her karakterin ve dış ses olarak konuşan romancıların lisanları biri birilerininkinden farklı. Yazarlığın en temel meselesinin kendi sesinizi yaratmak, bu kendi sesiniz içinde de farklı karakterlerin farklı seslerini yaratmak olduğunu düşünüyorum. Hodbinler’de bunu başarmaya çalıştım, ve bundan sonra da en önemli meselem bu olacak.
Kurgu ise tam tersi romanın yazılma sürecinde doğal olarak gelişen bir yapı. Hikayeye bir fikirle başlayıp hikayenin kendi kendine gelişmesine izin vermenin en iyi kurgulama olduğuna inanıyorum, çünkü aksinin, yani baştan tüm kurguyu belirleyip yazmanın işin heyecanını öldüreceğini düşünüyorum. Bir sonraki romanım için de aynı şey söz konusu, bir fikir var, ama olaylar nasıl gelişecek ben de bilmiyorum. Yazarken ben heyecanlanmazsam, sıkılarak yazarsam okurlar nasıl sıkılmasın?
“Kurgu, hikayeler, bu hikayelerin biri birilerine karışması aslında Hodbinler’in lisanına ve hicvine bir yuva oldular.”
Roman içinde roman var Hodbinler’de, tuhaf bir çağın içinde, tuhaf bir döngünün içindeyiz, değil mi?
Hodbinler’in iki kahramanı iki romancı, Hodbinler de roman yazarlığını hicveden bir roman. Genç romancı hayranı olduğu üstadı bulabilmek için onun unutulmaz romanı gibi bir roman yazmaya başlıyor, sonra da bu iki roman, o romanların kahramanları ve yazarları birbirine karışıyor. Burada bir gerçeküstücülük derdim yoktu, işin alay dozu yükseldikçe hikaye somut gerçeklikten de uzaklaşmaya başladı. Gerçeküstü ögeler bu hicvin bir parçası olarak varlar kurguda. Kurgu, hikayeler, bu hikayelerin biri birilerine karışması aslında Hodbinler’in lisanına ve hicvine bir yuva oldular.
Türkçe edebiyatın zengin mirası üzerine kurulu bir roman yazmak sizde ne gibi duygulara yol açtı? Romanı okuyanlardan nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Erken Cumhuriyet dönemi lisanı ve hiciv Hodbinler’in iki temel meselesiydi. Türkçenin altın çağı olarak gördüğüm 1930-50 döneminin hem lisanını, hem de bu lisanla yazdığınız ve düşündüğünüz zaman içinize doğan hissedişini bugüne taşımak istedim. Bunu yapmanın en iyi, hatta belki tek yolu da hicivdi, çünkü hiciv bu yeniden-yazımı anlamlı kılan tek ifade tarzıydı. Hodbinler’de amacım o lisanla yeniden yazmak değil de o lisanı, o mirası hatırlamak, o döneme ve yazarlarına bir saygı duruşunda bulunmaktı. Bu mirası arkama alıp üzerine önce hiciv dolu bir lisan, sonra da bu lisanla yazılmış hiciv dolu bir roman kurmak ne kadar güzel bir histi anlatamam.
Bana gelen tüm tepkiler olumlu, ama gerçek tepkileri bilebilmek için bunları dostlarımın nezaket ve incelik katsayılarına bölmek gerekir. Son yıllarda kimse bu eski olarak tabir ettiğimiz lisana hiçbir yerde rastlamamış olduğu için ilk yorumlar hep romanın diliyle ilgili oluyor. Sözlükle okudum diyen pek çok arkadaşım oldu, ama bunu bir olumsuzluk olarak değil, çok değil henüz 80 - 90 yıl önce konuşuyor olduğumuz lisandan bugün ne kadar kopmuş oluşumuza bir hayıflanma olarak görmüşlerdi.
Romanın içinde yaşanan ilk aşklar bizi kalbimizden vuruyor. Sizce dünyanın en büyük acısı aşk acısı mı yoksa insanların dramı mı? Yoksa başka bir şey mi?
Keşke en büyük acımız aşk acısı olsa. Ne yazık ki bugün dünyada çok daha büyük acılar var. Hodbinler’de aşkı anlatmak değil, aşık olmuş erkeklerin içine düştükleri o çok komik halleri hicvetmek istedim. Kitabın son halinde artık yer almayan bir pasajda bakın ne diyor Efgan: “Bütün bu hikaye bir alay, sözlerim hiciv, Halis’in aşkı bir opera-komik, R’nin savruluşu bir vodvil librettosu, Taci’nin ıstırabı alelade bir ortaoyunu.” Erkek olarak aşık oluşlarımızın o trajik komikliğini, hallerimizin acıklılığını, gerçeklikten neredeyse tamamen kopup kendi kurduğumuz bir hayal dünyasında nasıl kaybolup gittiğimizi anlatmaya çalıştım. Büyük usta Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi’nde aynen bu konuyu işliyordu, ama elbette çok farklı bir açıdan bakarak. Bence romancılık mesleği neyi anlattığınızla değil, nasıl anlattığınızla ilgili bir meslek. Benim için Hodbinler bir aşk romanından ziyade bir aşk hicvi romanı.
Sizin hayalleriniz hakikate dönüştü mü? Hayallerle yaşamak sarsıcı duygulara yol açıyor mu?
Kendimi çok şanslı addediyorum, çünkü gerçeğe dönüşen hayallerim oldu, bir roman yazmak, sebat edip bitirmek bunlardan birisiydi. Gerçeğe dönüşmeyen o kadar çok hayalim de oldu ki. İlkokulda dolmuş (o eski sekiz kişilik Amerikan arabası dolmuşlardan) şoförü olmayı hayal ederdim mesela, olmadı. Herkes, en gerçekçi dediğimiz insanlar bile hayalleriyle yaşıyorlar çünkü hayaller olmasa bu dünyanın gerçekliğine dayanamazdık. Hodbinler’de iki romancı şu son cümleyi o eski güzel lisanla onlarca farklı şekilde tekrarlayıp duruyorlar. Hayatlarımızın en temel gerçeği bu. Büyüyüp dolmuş şoförü olmakla küçük bir çocukken bir dolmuş kullandığınızı hayal etmek o kadar farklı ki. O hayalin güzelliği gerçek olmasında değil zaten, o hayalle yaşayan o küçük çocuğa verdiği heyecan ve mutlulukta. Hayallerimiz hayat dediğimiz bu güzel ama zor yolculukta bazen çok yorulduğumuzda veya ümitsizliğe kapıldığımızda bize bir nebze nefes veren kaçamaklarımız.
Kendimizi savunmak için mantığımızı da kullanırız ama hayaller insanlara gerçeklerden daha fazla yol gösteriyor, öyle değil mi?
Hayal etmeseydik bugün medeniyet dediğimiz şeye sahip olamazdık. Binlerce yıl boyunca uçmayı hayal ettiğimiz için uçaklar yapmayı başardık. Yarın nereye gideceğimizi merak edenlerin bugün nelerin hayalini kurduğumuza bakmaları gerekiyor. Hepimiz, hayatlarımızın
en azından bir döneminde, bugünün gerçekliğinde idare ediyor gibi görüsek de bir hayal aleminde yaşıyoruz. Bu hayal bazen gelmeyecek bir sevgilinin vuslatı, bazen kaybedilmiş bir saadetin ruyası, bazense yaşarken bulamadığımız başarılar, takdirler, ilhamlar. Hodbinler’de işte en çok bu halimizi anlatmak istedim. Roman mı daha gerçektir gerçek mi tartışması hep bir alay içinde geçip duruyor roman boyunca, işte oradaki roman bu bizlerin kafalarımızın içinde yaşadığımız, yazarı da kahramanı da kendimiz olan hayallerimiz. Oraya kaçıyoruz, orada saklanıyor ve yaşıyoruz. Kimbilir, belki de gerçek dediğimiz şey bir hayaldir de bizler kendi gerçeğimizi hayallerimizde kendimiz kurmuşuzdur. Aynen gerçek diye bildiği hayatından kendi yazdığı romana, kendi hayal gücüyle yarattığı kadın kahramanın aşkının peşinden sürüklenen romancımız R gibi.
“Yazı çabalayarak çıkabilecek bir şey değil, içinizden öyle geliyor.”
Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümü sonrası London School of Economics’te ekonomi masterı yapmışsınız.. Genelde bankacılar başarı kitapları yazarlar. İş dünyasındaki arkadaşlarınız yazdığınız bu romana şaşırdı mı?
Sadece onlar değil, pek çok dostum, arkadaşım, tanıdığım şaşırdı. Sadece beni çok iyi tanıyan birkaç dostum “nihayet yaptın” dediler. Edebiyat sevgisi ta çocukluğunuzda içinize düşen bir şey. Arada hayatın başka meselelerine kapılıp edebiyatı ertelediğiniz oluyor ama sonra hep geri geliyor, daha güçlü, daha derin bir sevgi hatta tutku olarak. Benim yazma hikayem böyle gelişti. Okuya okuya biriken bütün o yazı sonunda sizden de süzülmeye başlıyor. Bu cümleleri nasıl yazdın diye soruyorlar. Yazı çabalayarak çıkabilecek bir şey değil, içinizden öyle geliyor. Ben Tanpınar okurken kendimi Tanpınar’ın o harikulade lisanıyla düşünürken bulurdum. Buna Oğuz Atay’ı, Orhan Kemal’i ekleyin, daha saymakla bitmeyecek pek çok üstad var, onları da üzerine koyun, bir bakmışsınız o eski lisan sizin klavyenizde hayat buluyor. Bu elbette dışarıdan görülüp anlaşılan bir şey değil. Dolayısıyla özellikle beni iş hayatından tanıyan arkadaşlarım, evet şaşırdılar.
“Romana giremeyen ya da aklınızı hâlâ kurcalayan bir hikaye var mı? Kitapta keşke şunu da yazsaydım dediğiniz şey oldu mu?
Romana sizin elinizde tuttuğunuz son halinden başka pek çok şey girdi. Ama bu ilk roman bana şunu öğretti, roman yazmak bir yazmak meselesi değil, bir atmak, atabilmek meselesi. Tane tane hislerden, hayallerden kurduğunuz paragrafları, bazen bölümleri atıyorsunuz, hikayenin bütünlüğü için. Bundan da öte daha Hodbinler’i yazarken aklımda başka hikayeler, kahramanlar, meseleler ve en önemlisi üsluplar, lisanlar vardı. Hodbinler’e kendi hikayesi ve kahramanlarıyla örüldü ve tamamına erdi, diğer hikayeler diğer kitaplara. Şimdi yazılmış romana bakıp “ah keşke şunu da koysaydım” dediğim bir yer yok.