TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Toplantısı yapıldı.
TÜSİAD YİK Başkanı Tuncay Özilhan'ın açıklamaları şöyle:
Hem Türkiye’nin ikinci yüzyılına hazırlanıyoruz hem de seçim ortamına girdik.
Zor bir dönemden geçiyoruz.
Dünyada bir dönem sona erdi.
Ama yerine geçenin ne olduğu henüz netleşmedi.
Bizden kaynaklanan belirsizlikler ile yeni dünya düzenine ilişkin belirsizlikler iç içe geçiyor.
İktidardan ve muhalefetten yeni dönem için net ve somut yol haritaları bekliyoruz.
Beklentimiz eski ezberlerin tekrar edilmesi değil.
İçinde bulunduğumuz çetrefil durumdan nasıl düzlüğe çıkacağımızın ortaya konulması.
Ben de bugünkü konuşmamı yanıt beklediğimiz bu sorulara ayırdım.
Gerçekten ne tarafa baksak her yerde belirsizlik, öngörülemezlik ve güven eksikliği görüyoruz.
Artık bildiğimiz güvenli limanları terk etmiş durumdayız.
Bu yeni sularda geçmişin tecrübesi yeterli olmayacak.
Yeni koşullara uygun yeni çözümler bulmamız gerekiyor.
İlk olarak cevaplamamız gereken soru küresel mimarideki dönüşümde ülke olarak nerede duracağımız.
Dünyada muazzam bir güç mücadelesi yaşanıyor.
ABD - Avrupa ile Çin - Rusya aksları arasında gerilim giderek tırmanıyor. Bu tırmanışın son durağı Rusya’nın Ukrayna’yı işgali oldu.
Ukrayna savaşının nasıl sonuçlanacağını bilmiyoruz ama küresel mimariyi şimdiden değiştirdiğini biliyoruz.
Senelerdir alışkın olduğumuz düzen, yerleşik anlayışlar, fiyat belirleme davranışları, lojistik yaklaşım değişti.
Teknolojik ürünlerden hammaddeye, tarım ve gıda ürünlerinden enerjiye her alandaki arz zincirleri kırıldı; tedarik sorunları yaşanıyor.
Ama bunların ötesinde, Soğuk Savaş sonrası düzen de bozuldu.
Dünyada güvenlik dengeleri yeniden kurulmaya başladı.
Ekonomik konular bir kez daha ulusal güvenlik önceliklerine tabi kılınır oldu.
Bu gelişmeler sonucunda yeni bir Soğuk Savaş dönemine mi girilecek?
Öyle ise kendimizi nasıl konumlamalıyız?
Bu süreç küreselleşmenin en temel özelliklerini sarsıyor.
İki bloklu bir küreselleşme dönemine girilirse dünya ekonomisi yeniden şekillenecek.
Tek kutuplu bir dünyada küreselleşme sayesinde hızla büyümüş olan Çin’in iki kutuplu bir dünyada başarılı olmaya devam edip etmeyeceğini bilmiyoruz.
Çin’in yıllardan beri devam eden çabalarına rağmen dünyadaki rezerv para birimleri halen batı ülkelerinin para birimleri.
Piyasa fiyatlarıyla ölçüldüğünde dünya ekonomisinin %60’a yakınını hala batı ülkeleri üretiyor.
Gelecekte küreselleşmenin nasıl olacağı ülkelerin ekonomi politikası tercihlerini şekillendirecek.
Hangi ticaret bloku içinde yer alacağımız, neyi nasıl üreteceğimiz daha da önemli hale gelecek.
Neyi nasıl üreteceğimize yönelik kararlarda iklim krizi ile küresel mücadele perspektifi de belirleyici olacak.
Son IPCC raporuna göre küresel ısınmayı 1.5 derecede tutabilmek için 2050’ye kadar karbon emisyonlarını küresel ölçekte net sıfıra indirmek gerekiyor.
Bu hedefin tutturulması ekonomilerde nasıl dönüşümlere yol açacak?
Bunun üretim ve ticarete etkisi ne olacak?
AB’nin 2050 iklim-nötr hedefi doğrultusunda başlattığı dönüşüme Türkiye nasıl uyum sağlayacak?
Uyum konusunda gecikme olursa ihracattaki maliyet artışının boyutlarını iyi hesaplamak gerekiyor.
İklim krizi ile mücadele küresel enerji piyasasını kökten değiştirecek.
Ukrayna krizi değişimi öne çekti.
Davos toplantılarında bir bankacının söylediği gibi batı ülkeleri enerji konusunda sanayi devriminin yaratmış olduğu çapta bir dönüşümü dijital dönüşüm hızıyla yapmak zorunda kalırlarsa bu aynı zamanda finans sektöründe de bir devrim anlamına gelecek.
Çok geniş bir etki alanı olacak bu gelişmeleri yakından izlemeliyiz.
Bu gelişmeler Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerini yakından ilgilendiriyor.
Ukrayna işgali öncesine kıyasla Avrupa çok daha birleşmiş durumda.
Avrupa bu ortak tavrı yaptırımlardan kaynaklanan zorluklar nedeniyle gevşetmeyip daha sıkı bir bütünleşmeye doğru taşıyabilirse daha demokratik ve eşitlikçi bir dünyanın temellerini de atabilir.
Bu süreci çok iyi takip etmemiz gerekiyor.
ABD - Avrupa aksıyla Çin - Rusya aksı arasındaki gerilim liberal-demokrasiler ile otoriter yönetimler arasındaki mücadelede de kendisini hissettiriyor.
2008 krizinden sonra liberal-demokratik rejimlerde siyasi temsil sorunları ağırlaştı.
ABD’de, Avrupa’da, bazı yükselen ekonomilerde sağ popülist liderler güç kazandı. Çin - Rusya aksının küresel sistemdeki yerinin güçlenmesi bu sağ popülist dalganın yerini daha otoriter bir modele bırakmasına yol açabilirdi.
Ancak bu ülkelerde iktidar olan sağ popülist liderler şaşırtıcı olmayan bir şekilde seçmenlerin beklentilerini karşılayamadılar ve bu dalga kısmen geri çekilmeye başladı.
Bu süreç hızlanır ve küresel çaptaki otoriterleşme eğilimi son bulursa yeni dönemde siyasetin kodları da değişir.
Bu süreci de yakından izlemeliyiz.
Otoriterleşme tartışmasının bir boyutu ekonomik hayatın düzenlenmesinde piyasanın ve devletlerin rolüne ilişkin.
Çin gibi ülkelerin yüksek büyüme performansı, devletin ekonomiye yoğun olarak müdahale ettiği otoriter yönetim modellerini yeniden cazip kılmıştı.
Ekonomik hayatın düzenlenmesinde piyasanın mı yoksa devletlerin mi belirleyici olması gerektiği sorusunun cevabı farklı dönemlerde farklı şekillerde veriliyor.
İkinci dünya savaşı sonrasının ekonomide yoğun devlet müdahalesi modeli çöktükten sonra ibre piyasa mekanizmasına kaymıştı.
Piyasa mekanizmasının üstünlüğü adeta sorgulama dışı tutulur olmuştu.
Ancak bu model de uygulamada aksaklıklarla karşılaştı. Önce 2008 krizi, ardından pandemi, şimdi de Ukrayna’nın işgali, devlet ve piyasa arasındaki dengenin yeniden düşünülmesi gerektiğini gösterdi.
Ülkemizde ise çok daha farklı bir süreçten geçiyoruz. Serbest piyasa modeli demeyi sürdürmemize rağmen son dönemde piyasa müdahaleleri çok yoğunlaştı.
Modelle uyuşmayan uygulamalar belirsizliği arttırıyor; öngörü güçlüğü yaratıyor.
Devlet ve piyasa arasındaki denge, gelir dağılımı açısından büyük önem taşıyor.
Piyasa mekanizmasının çözemediği gelir adaletsizliği sorunu dünyada sağ popülist dalganın yükselmesi, mülteci akını, yetersiz refah artışı, orta sınıfın erimesi gibi sorunlarla iç içe geçti.
Enflasyonun yükselme eğilimine girmesi gelir adaletsizliğini daha da bozacak.
Gelir dağılımının iyileştirilmesi için kapsamlı ve sonuç alıcı bir politikaya ihtiyaç var.
Bu en temel belirsizlik noktalarının yanında daha güncel olanlar da var.
Ekonomi politikalarını bunları dikkate almadan belirlemek olmaz.
Bunların başında gıda krizi geliyor.
Salgınlar, savaşlar, çevre, ekonomik krizler derken şimdi bir de gıda krizi ile karşı karşıyayız.
Dünya buğday ve arpa ticaretinin neredeyse %30’unu Rusya ve Ukrayna yapıyor.
Ayçiçek yağında bu oran %55.
Ayrıca Rusya dünyanın en önemli gübre ihracatçılarından biri.
Savaş gıda fiyatlarında şiddetli artışlara yol açtı.
Savaşının uzaması ithalata bağımlı ülkelerde gıda maddeleri teminini zorlaştıracak.
Bu süreçte gıda krizinin toplumsal gerilimleri tetiklemesi dünyadaki istikrarsızlığı artıracak.
Gıda fiyatlarındaki artış ülkemizi de etkiliyor.
Fiyat kontrolleri ve ithalat gibi yöntemlerin gıda fiyatlarında kalıcı düşüş sağlayamadığını geçmiş tecrübelerden biliyoruz.
Türkiye’nin gıda fiyatlarındaki artışı önlemek ve tarım ve gıdadaki muazzam potansiyelini hayata geçirmek için yeni bir tarım politikasına ihtiyacı var.
Pandemi ile birlikte gündeme gelen bir başka konu küresel tedarik zincirlerinin yeniden ele alınması meselesi oldu.
Tedarik zincirleri belli kalite ve standartta ürünlerin en ucuza sağlamasına öncelik veriyordu.
Ama bu yaklaşımın gıda ve kritik girdiler açısından çok ciddi riskler barındırdığı pandemiyle birlikte ortaya çıktı.
Kapanmalar Çin’de hala yer yer devam ediyor ve bu nedenle tedarik zincirlerinde aksamalar tam olarak giderilemiyor.
Bu tecrübe birçok şirketi girdi temininde en ucuz fiyat yerine tedarikçiyi çeşitlendirme ve yakın coğrafyalara öncelik vermeye yöneltti.
Ukrayna’nın işgali, tedarik önceliklerinin bir kez daha gözden geçirilmesini gündeme getirdi.
ABD Hazine bakanının, arz zincirlerinin aynı değerlerin paylaşıldığı güvenilen ülkelere kaydırılacağı açıklaması, yeni dönemde küresel ekonomik ilişkilerin doğasında köklü bir değişimin gündeme gelebileceğini gösterdi.
Dünya ticareti açısından bir başka belirsizlik unsuru, tüketici talebinin değişen yapısı.
Pandemi sırasında yaşanmış olan tüketim ürünleri talebi artışı durdu hatta gerilemeye başladı. Bunu OECD ülkeleri verilerinden görüyoruz.
Tüketim ürünleri talebi yerini hizmet talebindeki artışa bıraktı. Bu eğilimin ne kadar kalıcı olacağı Türkiye açısından çok önemli.
TL’deki değer kaybı nedeniyle Türkiye’nin mamul mal ihracatında sağlayabileceği rekabet gücü, dünya ticaretinin hizmetlere ve hatta dijital olarak teslim edilen hizmetlere doğru kaydığı bir dünyada ne kadar sürdürülebilir olacak?
Sonuç olarak, tüketici talebinin yapısından tedarik zincirlerine, iklim kriziyle mücadeleden iki bloklu küreselleşmeye, dünyadaki birçok gelişme Türkiye’nin ihracat hamlesini sürdürebilmek ve cari açığı azaltmak için mutlaka üretim yapısını ve dış ilişkilerini küresel ticaretteki değişimlere göre şekillendirmesini gerektiriyor.
Dünyadaki güncel bir başka problem ise artan enflasyon.
Enflasyonun bütün ekonomik sorunların başı olması nedeniyle pek çok merkez bankası enflasyon artışının önüne geçmek için sıkılaşma politikaları uyguluyor.
Günümüzde ülkelerin ekonomileri iç içe olduğu için ABD’nin faiz oranlarını artırması tüm diğer ülkeleri etkiliyor.
Doların değer kazanması TL’nin değer kaybetmesi anlamına geliyor.
Dünyadaki fonların daha yüksek getiri sunan ülkelere kayması Türkiye’nin finansman ihtiyacını zorlaştırıyor.
Global taraf aleyhimize seyrederken, içeride uyguladığımız iktisadi politikalarla beraber ülke risk primi yükseliyor. Sıkı para politikaları ile gelişmiş ülkelerin yavaşlaması Türkiye’nin ihracatını kısıtlayarak cari açık, TL’nin değer kaybı ve enflasyon sorunlarını ağırlaştırabilir.
Ekonomi politikaları bu gelişmelere uyumlu olmalı.
Değerli üyeler,
Türkiye ikinci yüzyılına, küresel mimarideki bu belirsizlikler altında giriyor. Küresel güç mücadelesi, iklim krizi ile mücadele, dijitalleşme, üretim yapısı gibi yukarıda sıraladığım alanlarda yapacağımız tercihler önümüzdeki dönemi şekillendirecek.
Batı ittifakındaki konsolidasyon, sağ popülist dalgadaki erime, otoriter rejimlerdeki güç kaybı, tedarik zincirlerinin ortak değerleri paylaşan ülkelere kaydırılması gibi yönelimler karşısında tercihlerimizi netleştirmeliyiz.
Pazarlıkçı dış politika karşısında değerler ve ilkeler üzerinden yürütülecek bir dış politikadan hangisinin yeni dönemin dünya düzeni açısından daha uygun olacağını değerlendirmeliyiz.
Müttefiklerle ilişkilerde belirsizliği, öngörülemezliği ve karşılıklı güvensizliği ortadan kaldırmanın sağlayacağı uzun vadeli avantajları kısa vadeli pazarlıkların taktik getirileriyle karşılaştırmalıyız.
Küresel sorunlara ilaveten bir de ülke olarak bizim karşı karşıya olduğumuz belirsizlikler ve geleceğe ilişkin tahmin yapmayı, öngörüde bulunmayı zorlaştıran sorunlar var.
Üstelik bunların bir bölümü kolay, risksiz, maliyetsiz bir çözümü olmayan, dolayısıyla etraflıca değerlendirilmesi gereken sorunlar.
Türk lirasındaki değer kaybının ve enflasyonun ulaştığı seviyelerde, faiz oranlarıyla enflasyon arasındaki makasın geldiği bu noktada istikrarlı bir ekonomiye nasıl geçileceği sorusu da cevap bekliyor.
Enflasyondaki artış, daha önceki enflasyonist dönemlerle karşılaştırılamayacak kadar hızlı. Bu süreç göreli fiyat yapısını bozuyor.
Firmalar nasıl fiyatlama yapacaklarını bilemez hale geliyor.
Tüketicilerin de fiyatlar konusunda algısı bozulmuş durumda.
Kaynak tahsisi idealden uzaklaşıyor.
Enflasyon halkın satın alma gücünü eritiyor.
Ücretlerin toplam gelir içindeki payı geriliyor.
Kendi hesabına çalışanların ve ücretlilerin gelirlerindeki gerilemenin nasıl düzeltileceği toplumsal barış açısından sorulması ve cevaplandırılması gereken diğer bir soru.
Ekonomideki en büyük öncelik enflasyonun kontrolden çıkmasını önlemek ve ardından kalıcı bir düşüş sağlamak olmalı.
Aksi halde, Türkiye’nin geçmişinde olduğu gibi bir enflasyon sarmalına girmesi topluma çok yüksek bir bedel ödetir.
Sorunları çözmek yerine bir süre için hafifletmek yönünde atılan adımlar geri teper.
Ekonomik sorunlar sık sık değiştirilen düzenlemelerle çözülmez.
Tam tersine, sık sık değiştirilen düzenlemeler ve piyasanın işleyişine yapılan müdahaleler karar alma ufkunu daraltır ve ekonomiyi daha da bozar.
Dengesizlikler tırmanmaya devam eder ve kontrol elden kaçarsa uzun yıllar büyük bedeller ödemeyi gerektiren bir sonuç kaçınılmaz olur.
Buna fırsat tanımadan, ekonomiyi istikrarlı ve sürdürülebilir bir raya oturtacak politikalar için uzmanların, teknisyenlerin, akademisyenlerin önerilerine kulak vermek gerekiyor.
Toplumsal uzlaşma ile alınmayan kararlar istenilen sonuçları üretmez.
Hiç şüphesiz enflasyonda kalıcı bir düşüş üretim yapısını değiştirmeden sadece para politikalarıyla sağlanamaz.
Fiyat istikrarı çok iyi bir planlamayla, kıt kaynakları istihdam yaratan, ihracat şansı olan sektörlerde değerlendirerek, israfı önleyerek, yatırımları verimlilik artışı sağlayacak projelere yönlendirerek, kamu açığını sınırlayarak, tasarrufu teşvik ederek, cari açığı daraltarak, TL üzerindeki baskıyı azaltarak, ülke risk primini düşürerek sağlanır.
Türkiye temel alt yapı yatırımlarını yaptı. Alt yapı yatırımlarının dönüşü uzun süre alıyor.
Bundan sonra kaynak planlamasında dijital altyapı, sanayi ve tarımda katma değeri artırma ve yeni teknoloji alanlarının gelişimi hedeflenmeli.
Yatırımların hızlanması ve doğru alanlara yönelmesi sadece düşük faiz politikası ile sağlanamaz.
Hukuk sisteminin adil ve etkin çalışması da gerekir.
Hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı konusunda şüphe olursa yatırımlar için risk primi gereksiz biçimde yükselir.
Belirsizlik, öngörülemezlik ve kendini güvende hissetmemek sadece ekonomi açısından değil toplumsal hayat açısından da olumsuzluk yaratır.
Bunun bir sonucu gençlerin ülkeyi terk etmesi.
Önce en iyi eğitimli, yabancı dil bilen, dijital çağa uygun becerilere sahip gençler ülkeden ayrılmaya başladılar.
Şimdi farklı eğitim ve beceri seviyelerinden gençler de şanslarını başka ülkelerde aramanın arayışına düştüler.
İktidardan ve muhalefetten cevap beklediğimiz bir soru da gençlerimizin geleceğe güvenle bakmalarının nasıl sağlanacağı.
Son zamanlarda üzerinde çok tartışma yapılan sosyal medya yasası ile gündemde olan gerçeğe aykırı bilgi paylaşımı düzenlemesinin gençlerin ülkenin geleceğine güvenini artıracağı konusunda şüphelerimiz var.
Tam tersine, bu düzenleme ifade özgürlüğünün sınırlandırılması endişelerine yol açarak güvensizlik duygusunu derinleştirebilir.
Türkiye’nin ikinci yüzyılına ve seçimlere, burada başlıcalarına değindiğim birçok önemli tartışma başlığı altında gidiyoruz.
İktidardan ve muhalefetten beklentimiz bu somut tartışma başlıklarına ilişkin perspektiflerini ortaya koymaları.
Siyasetçilerden gereksiz tartışmalarla tansiyonu yükseltmek yerine ülkemizin birlik beraberliğini dikkate alarak yakıcı sorunlara yapıcı çözümler önermelerini bekliyoruz.
Belirsizlik verilen cevapların tatminkar olmasıyla ve uygulamanın doğruluğu ve sürekliliği ile ortadan kalkacak.
Ortak gelecek vizyonunda buluşabildiğimiz oranda geleceği öngörebilmek mümkün olacak.
Geleceği öngörebildikçe kendimizi güvende hissedeceğiz. Kendimizi güvende hissettikçe daha güzel bir geleceği inşa edebileceğiz.
TÜSİAD Başkanı Turan: Fakirleşerek büyüyoruz
Başkanlığımın ardından geçen kısa süre içinde ülkenin çeşitli bölgelerine, sanayi merkezlerine yaptığım ziyaretlerde deneyimlere dayalı bir görüşümü teyit etme imkânı buldum. Türkiye’de iş dünyasının kaygıları, beklentileri, özlemleri, hedefleri coğrafi konumlarla, kökenlerle belirlenmiyor. Türkiye’nin tümünde, Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e iş dünyası olarak aslında aynı durumlarla, güçlüklerle karşı karşıyayız.
Bu nedenle, gözlemlerime dayanarak şu saptamayı yapabilirim: Hem vatandaş hem de iş insanı olarak Anadolu girişimcileri de bir an önce rasyonel, dünya ve memleket gerçekleriyle uyumlu ve yalnızca ekonomiyle sınırlı kalmayan bir gelecek projesine ihtiyaç duyuyor.
Bu bağlamda geçtiğimiz Ekim ayında yayınladığımız “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa” raporumuzda toplumumuzla ve iş dünyamızla paylaştığımız analizlerin ve önerilerin giderek daha fazla kabul gördüğünü, yankı bulduğunu, ülkemizin bugünkü koşullarından kurtularak daha ileriye gitmesi için bir yol haritası gibi değerlendirildiğini söyleyebilirim.
Hatırlayacağınız gibi o rapordaki bulgularımızı üç kelimede özetlemiştik: “İnsan, bilim, kurumlar”. Kısaca bu üç kelimeyle özetlenen ilk mesaj şuydu: insanını 21. Yüzyılın gereklerine göre eğitemeyen, onları ışık hızıyla değişen dünya koşullarına uyumlu donanıma kavuşturmayan ülkeler kalkınma yarışında geri kalırlar.
Dikkat çektiğimiz İkinci nokta teknolojiyle ilgiliydi: Aklın ve bilimin rehberliğini ön plana çıkarmayan, bulgularına kuşkuyla yaklaşan, teknolojinin imkanlarından ve insanlığın bilimsel birikiminden yararlanmayan toplumlar özlemlerini gerçekleştirmede güçlüklerle karşılaşacaktır.
Üçüncü olarak da kuralların eridiği, öngörülebilirliğin zayıfladığı, kurumların ya işlevsizleştiği ya da içlerinin boşalması sonucunda görevlerini yapamadığı yönetim sistemlerinde topyekûn bir ilerleme gerçekleştirmek zor hatta imkansızdır.
Sıkıntılarımızı aşmak için işte bu tespitlere sıkı sıkıya sarılmak zorundayız.
Ülkemizin coğrafi konumu bizi ister istemez dünyadaki pek çok gelişmenin merkezine yerleştiriyor. Ayrıca bugünün dünyasında yerkürenin herhangi bir yerinde yaşanan tabiatla bağlantılı ya da siyasi bir gelişme tüm ülkeleri etkileyebiliyor. Son kırk yılda yaşanan ekonomik gelişmeler, Asya’nın ekonomik yükselişi ve küreselleşmenin yeni bir evresine geçilmesi nedeniyle uluslararası sistemin yeniden tasarlanmasını gerektiren, kurucu sayılacak bir anda yaşıyoruz. Dünyanın eski düzeni, bu düzenin kurum ve kuralları acil bir yenilenmeye ihtiyaç duyuyor.
Bir daha asla devletler arası savaşa tanık olmayacağını düşündüğümüz Avrupa’da yaklaşık dört aydır acımasız, yıkıcı, insani dramlarıyla ekranlarımıza yansıyan bir savaş yaşanıyor. Dünyada yalnızca enerji fiyatlarında değil gıda fiyatlarında bir patlama yaşanıyor.
Bir şekilde stoklardaki buğdayın piyasalara taşınamaması ya da yeni mahsul için ekim yapılamaması halinde tüm dünya önce kıtlık ardından vahim bir açlık sorunuyla karşı karşıya kalacak. Zayıf devletlere sahip yoksul ve ithal tarım ürünlerine bağımlı ülkelerde istikrarsızlık ve çatışma ihtimali bu durumda artacak. COVİD-19 pandemisi sonrasında zaten yükselen fiyatlar enerji ve tahıl ürünlerindeki fahiş artışlar nedeniyle küresel ekonomiye sekte vuruyor.
Kısacası, tedarik zinciri problemleri ve hammadde fiyatlarında süregelen artış Ukrayna’da devam eden savaşın tetiklediği belirsizliklerle harmanlanıyor. Bunun sonucunda dünyada enflasyonun tırmanacağı, büyümenin ise baskı altında olacağı bir dönemin başlangıcındayız. Bunlara ek olarak iklim değişikliğinin ve savaşın, gıda ve su arzı üzerinde artan tehdidi ile karşı karşıyayız.
Yeni gerçekler iktisat biliminin merceğinden değerlendirildiğinde yakın geçmişe damgasını vuran para politikalarının sürdürülemeyeceği belirginleşiyor. Daha net ifade etmem gerekirse; geride bıraktığımız 14 yılın genişlemeci para politikası dönemi kapanıyor.
Bu politikalar Türkiye’nin dönem dönem yaşadığı krizlerden çıkabilmesini kolaylaştıran bir etki yapmışlardı. Oysa şu an küresel ekonominin geçmekte olduğu döngüde rüzgâr karşıdan esiyor ve işimizi çok daha fazla zorlaştırıyor. Küresel koşullar artık lehimize değil.
Rekabetçi kur, yüksek ihracat ve cari fazla mantığıyla kurgulanan ama günümüz kalkınma anlayışı ve pratiğiyle yeterince örtüşmeyen politikalar kalkınma açısından istenilen sonuçları vermiyor. Büyüme kalkınma için tek başına yeterli olmuyor, hatta maalesef fakirleşerek büyüyorsunuz.
Artık ucuz TL ve ucuz iş gücü ile ihracatta rekabet avantajı kazanma devri, yerini yüksek nitelikli işgücüyle ve teknolojiyle yüksek katma değer yaratmaya bıraktı.
İşte dünyada böylesi sert bir dönüşüm yaşanırken Türkiye’de bir türlü tam anlamıyla kontrol altına alamadığımız enflasyon, dünyada 1970’leri anımsatan enflasyonist baskının da etkisiyle üç rakamlı eşiğe doğru hızla ilerliyor. Enflasyonla mücadelede tüm dünya faizleri artırarak frene basmayı tercih ederken biz uzun süredir hem kurun yükselmesine ve hesap yapılamamasına yol açan hem de tasarruf sahiplerini cezalandıran bir para politikası izliyoruz. Bundan dolayı vergi mükellefleri ve hazine gereksiz bir yükü taşımak durumunda kalıyorlar.
Akran ülkelerle kıyasladığımızda dünyada hem en yüksek enflasyona hem de son derece yüksek risk primine sahip ülke konumundayız. Nitekim bu hafta 19 yılın en yüksek CDS seviyesini de gördük.
Bunun sürdürülemez olduğunu ve hızla rasyonel politikalara dönülmesi gerektiğini düşünüyoruz. İktisat bilimiyle ve tüm dünyadaki uygulamalarla çelişen bir yaklaşımı sürdürmemeliyiz. Akılcı, toplumsal aklı ve enerjiyi harekete geçirebilen, farklı kesimlerin katkı yapabilecekleri bir tartışma ortamında piyasa gerçekleriyle ve dünya pratiğiyle uyumlu bir politika seti üzerinde uzlaşabilmeliyiz.
Sorunlarımız yalnızca para politikasıyla, dizginlenemeyen enflasyonla sınırlı değil. Derin bir enerji krizinin de içindeyiz ve enerjide dışarıdaki fiyat artışları cari açığımızı artırırken, içeride özellikle sanayiye uygulanan rayiçler üretimi ve ihracatımızı olumsuz etkiliyor. Türkiye ekonomisi dünya hasılasından aldığı payı 2000’lerin başından 2013’e kadar %0,60’tan %1,24’e kadar yükseltmişken, bu pay son 7-8 yıldır hızla düşerek %0,8’e kadar geriledi. Türkiye’nin potansiyeline sahip bir ülke için bu gerçekten kabul edilemeyecek bir durumdur.
İzlenen ekonomi politikalarının yarattığı koşullarda gelirler hızla eriyor. Özellikle sabit gelirliler enflasyon baskısını en derinden hissediyor. Kentli, eğitimli orta sınıfların gelirleri de erozyona uğruyor. Unutmayalım ki, orta sınıfı güçlü olmayan bir ülkede demokrasi zayıflar. Eşitsiz gelir dağılımı demokratik sisteme yönelik inancı zedeler.
Bu bağlamda ülkenin ekonomik durumu ve siyasi atmosferi nedeniyle bugüne dek görülmemiş bir ölçeğe varan beyin göçünü bir kez daha gündeme getirmek zorundayım. Bu göçü durdurmak için atılacak adımların en başta gelen önceliklerimizden sayılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu boyutlarda bir nitelikli insan kaybına tahammülümüz olmadığına inanıyoruz.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle birlikte hem Avrupa güvenliğinde hem de dünya siyasetinde yeni bir dönem başladı. 30 yılı aşkın süredir Avrupa’yı tanımlayan güvenlik mimarisi yıkıldı. Rusya öngörülebilir bir süre için Avrupa’dan koptu. Bu gelişme Avrupa’nın enerji bağımlılığının sona erdirilmesi için bir ivmeyi tetiklerken, Atlantik İttifakını güçlendirerek NATO’yu yeni dönemin başat Batı kurumu haline getirdi.
Küreselleşmenin yeni bir versiyonuna geçiyoruz. Tedarik zincirlerinin kısaltılması bağlamında bölgesel ekonomik kümelerin ve bunları örgütleyecek kurumların öne çıkacağı, göçmen meselesinin daha belirgin şekilde siyaseti etkileyeceği ve küresel güvenlik mimarisinin yeniden inşa edileceği bir kurucu andayız.
Türkiye bu konuların hemen hepsinde özellikle Batı sistemi içinde önemli roller oynayacak, oynaması kendisinden beklenen bir ülke. Ne var ki bu önemin, bu değerli konumun iyi yönetilmesi gerekiyor. İzlenecek politikaların diplomatik inceliklere öncelik veren bir strateji içinde, dostlukları derinleştirip düşmanlıkları azaltacak şekilde tasarlanması ve uygulanması çıkarlarımızı korumayı kolaylaştıracaktır.
Bu, aynı zamanda yaşadığımız dönemin manasını da tam olarak kavramanın önemini bize hatırlatıyor. Türkiye bu kurucu anda alınan kararlara, izlenen çizgiye tepki veren bir ülke değil, yeni yapılanmaya aktif katkıda bulunan, düzen şekillenirken kendi görüşlerini bu yeni yapının harcına yerleştiren bir ülke ve bölgesel güç olmalıdır.
Terörden çok çekmiş, acılar yaşamış bir toplumun hassasiyetlerine dost ve müttefik ülkelerin daha fazla dikkat etmesini istemek elbette Türkiye’nin hakkıdır. Ancak en haklı olduğumuz konularda bile çıkarlarımızı korurken tercih edeceğimiz yöntem amaca varmamızı kolaylaştıracak şekilde formüle edilmelidir. Bu bağlamda İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri konusunda Türkiye’nin dile getirdiği sıkıntıların ve taleplerin müzakere yoluyla, karşılıklı anlayışı geliştirerek ve ittifak ruhuna uygun şekilde çözülebileceğini ümit ediyoruz.
AB ile ilişkilerimizin hayli sorunlu olduğu herkesin malumu. Bu ilişkileri sığınmacı mutabakatına indirgemekten tarafların vazgeçme zamanı gelmiş de geçmektedir. Konuları tek tek pazarlığa açan yaklaşımın sona ermesi, ilişkilerin karşılıklı güvensizlikten arındırılarak canlandırılması, tedarik zincirleri yeniden tanımlanır ve sermaye kendisine yeni adresler ararken, büyük önem taşıyacaktır.
Ekonomik konularda da içeride atacağımız rasyonel ve reformist adımlarla, kurumların güçlendirilmesiyle konumumuzu sağlamlaştıracağımıza inanıyoruz. Küresel ekonomideki dönüşüme ayak uydurarak dünya ekonomisinden daha yüksek bir pay alacağımız, refahımızı artıracağımız bir yola girmeliyiz.
Ancak biliyoruz ki AB ile ilişkilerin düzelmesi konusu salt ekonomik toparlanmaya bağlanacak bir mesele değildir. Türkiye’nin potansiyelini sonuna kadar kullanacağı bir noktaya gelinmesi aynı zamanda anayasamızdaki demokratik, sosyal, laik, hukuk devleti tanımlamasına tam anlamıyla uygun bir yönetim yapısı kurmaya bağlıdır.
Yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, uluslararası taahhütlere sadakat, düşünce ve ifade özgürlüğü toplumumuz ve ekonomimiz açısından birer lüks değil gerekliliktir. Yargı bağımsızlığının ağır bir erozyona uğraması, vatandaşların adalete güvensizliğinin başlıca nedenidir. Hepimizin bildiği gibi adalet mülkün yani devletin temelidir. O temel sağlam olmak zorundadır.
Dinlemeyi önemseyen bir toplumsal kültüre sahip değiliz. Son zamanlardaki kutuplaşma bu zaafımızı derinleştirdi. Halbuki birbirimizi dinlemeye, anlamaya ve ortak paydalarımızı saptamaya her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Bu niyetle TÜSİAD olarak Geleceği İnşa çalışmamızı çalıştaylarda gençlerimizle tartıştık. Bu buluşmalara devam edeceğiz. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ülkenin geleceğini emanet ettiği gençlerimize kulak verdik, dertlerini dinledik, hayata bakışlarını anlamaya çalıştık.
Gençlerimiz her şeyden önce duyulmak ve dikkate alınmak istiyorlar. Anlaşılmadıklarına, ailelerinden ve okullarından yeterli desteği alamadıklarına inanıyorlar. Gelecekle ilgili derin kaygıları var. Gözleri, sahip olunan özgürlükler ve olanaklar nedeniyle gıpta ile baktıkları diğer ülkelerde. Liyakatin kıymetinin olmadığını, yükselmenin çalışmaktan, emek vermekten değil doğru bağlantılara sahip olmaktan geçtiğini düşünüyorlar. Kurumlara güvenleri çok düşük. Kadınların toplumsal, ekonomik, siyasal hayata katılımının önünde çok fazla engel olduğunu gözlemliyorlar.
Yeri gelmişken cinsiyet eşitliği konusuna da değinmek istiyorum. Dünyanın pek çok gelişmiş ülkesinden önce kadınların siyasi haklara sahip olduğu, eşit vatandaş statüsüne kavuştuğu bir ülkeyiz. Cinsiyetçi ayrımların toplumları ne denli geride bıraktığının, kadınların toplumsal ve ekonomik hayata katılmalarının, yüksek eğitim seviyelerine ulaşmalarının ne denli önemli olduğunun iyice anlaşıldığı bu çağda Türkiye’nin bu konularda geriye gitmesi kabul edilemez. İstanbul Sözleşmesine geri dönülmesi gerektiğini düşündüğümüzü de bir kez daha tekrar edeyim.
Bu neslin çevre meselesini bir hayati mesele olarak ele aldığına, kendi hayat planlarında bu konuya geçmiş nesillerden çok daha fazla önem verdiğine ise şüphe yok. Bizim de onlara daha temiz bir çevre teslim etmek gibi bir yükümlülüğümüz var. Yeşil dönüşüm yalnızca ekonomik boyutuyla anlaşılmaması gereken bir hedef aslında. Tabiatla, çevremizle, hayatla ilişkimizde önümüze farklı boyutlar koyacak bir zihinsel dönüşüm projesi aynı zamanda.
Şimdiden yapılabilecek, yapmamız gereken pek çok şey de var. Tüm kalbimle, çok uzun süreden beri bir enerji verimliliği seferberliğine ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Bir yandan fosil yakıtlara bağımlılıktan kurtulmaya çalışmalıyız. Ancak eş zamanlı olarak, enerji tüketimi konusunda bilinçlenmeye, hem sanayide hem konutlarda enerjiyi daha etkin ve verimli kullanmaya ihtiyacımız var.
Son olarak gençlerimizde kültürel farklılıklar üzerinden toplumun farklı kesimlerini ötekileştirme eğiliminin daha zayıf olduğunu görüyoruz. Bu durumun toplumsal barış ve toplumsal-siyasal dönüşüm açısından önemli bir koşulu yerine getirdiğini düşünüyorum. Ciddiye alınmak isteyen, daha iyi eğitim talep eden, haklarının yenmediği bir düzen arayan gençlerimize, kutuplaşma, ayrımcılık ve ötekileştirmeden arınmış bir ülke iklimi sunabilmeliyiz.
Bu konuyu bağlarken son zamanlarda hızla artan festival ve konser iptallerine de kısaca değinmek istiyorum. Gençliğin her alanda özgürlük talepleri bu denli belirginken, mutlu günlerini tüm enerjileriyle kutlamak isteyen gençlerin bu özlemlerinin, haklarının, eğlenme özgürlüklerinin neden rahatsız edici bulunduğunu anlamak doğrusu pek kolay değil. Bazı sanatçılarımızın ve onları dinlemek, izlemek isteyen hayranlarının buluşmasının neden bir tehlike arz ettiğini anlamamızın da kolay olmadığı gibi.
“Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa” raporumuzu bir kez daha anarak ve onun sonuçlarını, önerilerini size ve kamuoyuna bir kez daha hatırlatarak sözlerimi bitirmek isterim. Anadolu, Türkiye yeni bir büyük atılım yapmaya hazırdır ve bunun için gerekli enerjiyi de içinde taşımaktadır. İyi yönetim ve öngörülebilirlik şirketlerin de değişen dünya ekonomisi şartlarına uygun, katma değeri artıracak uzun vadeli stratejiler hazırlayabilmelerine olanak sağlayacaktır.
Az önce vurguladığım gibi Türkiye kalkınmış müreffeh ülkeler içinde yerini almak istiyorsa, İnsani gelişme ve yetkinleşmeye; bilim, teknoloji ve inovasyona; siyasal, toplumsal ve ekonomik kurumlar ve kurallara önem vermek zorundadır. Bunu başarırsak, hedeflediğimiz gelecekte; ekonomik açıdan gelişmiş; uluslararası alanda saygın; toplumsal olarak eşitlikçi, adil ve yeşil dönüşümü başaran çevreci bir Türkiye görüyoruz.
Geleceğe de ümitle bakıyoruz. Sonuçta, 99 yıllık tarihi içinde Cumhuriyetimiz pek çok zoru başardı. Güçlükleri aştı. Ülkeyi belli bir kalkınmışlık noktasına getirdi. Kurucu ilkelerimiz halen bize ışık tutmaya devam ediyor.
Siyaset toplumdaki modernleşme ve özgürleşme özlemlerini ciddiye aldığı taktirde bugünkü güçlüklerin doğru hedefler, politikalar benimsenerek ve bizi bütünleştirecek söylemlerle aşılabileceğinden şüphe etmiyorum.
Bugün
Özgürlükleri, eşitliği, adaleti, dayanışmayı, bilimi, çevre bilincini
Yeniden inşa etme,
Saygın kurumları, güveni yeniden yaratma zamanı.
Bugün, beklemek değil, atağa kalkma zamanı.
Daha özgür, daha eşit, daha adil, daha temiz, daha eğitimli, daha güzel yarınlar için,
Hep birlikte
Geleceği inşa etme zamanı.