TURKUVAZ MEDYADA SENDİKALAŞMA HAREKETİ NASIL BAŞLADI?

Turkuvaz Medya çalışanı Ender Ergün’ün, işverenin baskı ve tehdit yoluyla sendikadan istifa ettirme iddiasıyla yaptığı suç duyurusu Türkiye’de bir ilk oldu. Dava Ergün’ün lehine sonuçlanırsa Turkuvaz Medya Dergi Grubu Genel Müdürü Levent Tayla’nın hüküm giymesi söz konusu. Turkuvaz Medya’da halen çalışan Ender Ergün ve Mete Öztürk ile sendika temsilcisi olduğu için Sabah’tan çıkarılan Nuh Köklü ile Express dergisi Aralık sayısı için konuştu... İşte Turkuvaz Medya'daki sendika hareketinin yakın geçmiş öyküsü...

Google Haberlere Abone ol
TURKUVAZ MEDYADA SENDİKALAŞMA HAREKETİ NASIL BAŞLADI?

 


TENSİKATA VE SENDİKASIZLAŞTIRMAYA KARŞI MEDYA ÇALIŞANLARI ÖRGÜTLENİYOR


 


Sen varsan sendika var, sen yoksan sendika yok


 


Medyada adet oldu, yıl sonu yaklaşınca işten çıkarma furyası başlıyor. Bu defa küresel kriz de tüy dikti, “insan kaynakları”na bulunmaz bir bahane verdi. Mevsim açılışını Çukurova Grubu’nun Akşam’ı yaptı, 300 çalışanı kapı önüne koydu, ardından Doğuş Grubu’nun NTV’sinde 25 kişi aynı akıbete uğradı, Doğan Grubu da Vatan ve Milliyet’te başladığı tensikatla rakiplerinden geri kalmayacağını gösterdi. Medya patronlarının bu fütursuzluğunun temelinde, 1991’den beri yürütülen sendikasızlaştırma politikası yatıyor. Adlarını andığımız gruplar dikensiz gül bahçesinin tadını çıkaradursun, TMSF’nin elindeyken sendikalaşma adımlarının atıldığı Sabah ve atv’nin yeni sahibi, “bizim Çalık”ın Turkuvaz Medya’sı, sendikasızlaştırma operasyonu için kolları sıvadı, çalışanları tehdide başladı: “Ya sendikadan isifa et, ya işten!” Ama bu tehdit, sendikal mücadeleyi alevlendirebilecek bir kıvılcımı çaktı, sendikasızlaştırmaya karşı içtihat oluşturabilecek bir hukuk savaşını başlattı. Bu arada, Turkuvaz Medya yönetiminin uzlaşmaz tutumu nedeniyle, TGS aralık ayında greve gitmeye hazırlanıyor...


Hatırlanacağı gibi, Hollywood yaz aylarında sendikalı senaristlerin grevine sahne olduğunda yaygın medya gelişmeleri ayağımıza getiriyor, biz de Altın Küre ve Oscar törenleri gibi eğlence endüstrisinin gövde gösterilerini sekteye uğratan bu direnişin ne kadar görkemli olduğunu, yazar-çizer takımımızı, “sanatçılarımızı” nasıl etkilediğini izliyorduk. Bu durumun bir “bilinç sıçraması”na yol açmadığı çok geçmeden anlaşıldı. Zira, tam o esnada Türkiye’de de bir kıpırdanma yaşanıyor, 16 yıl sonra medyaya ilk kez sendika giriyordu. Ancak bizden uzakken imrenilen sendikaya üye olma gafletine kapılanlar baskılara uğruyor, kara listelere alınıyor ve camiada yalnız bırakılıyorlardı. Tabii ki bir Hollywood etkisi yaratmasını beklemiyorduk, ama bu tarihî olay hakkında yaygın medyada da, “yandaş” medyada da “tık” yoktu. Oysa “tarihî” önemi bir yana, medyanın her fırsatta üzerine atladığı enteresan insan hikâyelerini barındırması bakımından da değerli bir olaydı. Örneğin bir zamanların hızlı solcusu, 1980’lerde “emekçi” yayınlarda müdürlük yapmış, sendikacılık üzerine yazdığı ders kitaplarıyla haklarını arayan işçilerin kaynak yazarı olmuş bir isim (Bkz. Kıraat sayfası) devran dönmüş, gün gelmiş, çalışanları aşağılamak, tehdit etmek konusunda maharet geliştirmiş bir insan kaynakları müdürüne dönüşmüştü. Bahsi geçen durumların yaşandığı yer Çalık Grubu’nun Turkuvaz Medya’sı. Grubun çalışanlarından Ender Ergün’ün, işverenin baskı ve tehdit yoluyla sendikadan istifa ettirme tutumuna yönelik yaptığı suç duyurusu da Türkiye’de bir ilk. Dava Ergün’ün lehine sonuçlanırsa, işverenin baskı politikasını bizzat uygulayan Turkuvaz Medya Dergi Grubu Genel Müdürü Levent Tayla’nın hüküm giymesi söz konusu. Turkuvaz Medya’da halen çalışan Ender Ergün ve Mete Öztürk ile sendika temsilcisi olduğu için (fakat başka bahanelerle) Sabah’tan çıkarılan Nuh Köklü’yü dinliyoruz...


 


Sendikalaşma girişimine başlamanız nasıl oldu?


Mete Öztürk: Şirket Ciner Grubu’ndayken TMSF 1 Nisan 2007’de el koydu. Sendikal örgütlenmeyi Doğan’da, Ciner’de, Çalık’ta ya da başka patrondayken yapmak çok zordur. Çünkü çalışanlar, bir patron varken daha çok çekinirler örgütlenmekten... Biz de, “şirketin yönetimi devlete geçmişken yapalım, yoksa hiçbir zaman yapamayız” dedik ve harekete geçtik. Başlangıçta bir avuç insandık. Her servisten bir kişinin katılımını sağlamaya çalışarak bir grup oluşturduk. Sendikal örgütlenme kulaktan kulağa yayıldı, haziranda 400’ü aşkın kişi sendikalı oldu ve sendikanın toplu sözleşme yetkisi alması için gerekli yüzde 51 çoğunluğa ulaştık.


Ender Ergün: Bir hafta sonu mesaisinde  arkadaşlardan biri “çalışanlar sendikalı oluyormuş, notere gidiyormuş, biz de olalım mı acaba” diye anlattı ve olay başladı. İlk duyduğumda ayaklarım yerden kesildi, “olabilir mi böyle bir şey” diye. Ondan bir ay önce birisi basında, plazalarda sendikalaşma başlıyor dese gülerdim herhalde. Basında sendikalaşma hep hayal olarak duruyordu benim için. Ertesi gün arkadaşımla notere gidip üye olmak istiyoruz dedik, hep birer ikişer konuşarak oldu bu iş.  


İki-üç ay gibi kısa sürede nasıl başarabildiniz bu işi?


Öztürk: İşi gayet açık yürüttük, Anadolu Ajansı’nın sözleşmesini gösterdik insanlara... Baktılar koşullar bize göre çok iyi, ikna oldular. 400 kişiye ulaşmak zor olmadı o yüzden. Çıkış noktamız buydu: “Yasal haklarını alacaksın, maddî anlamda kazanç sağlayacaksın, iş güvenliğin olacak.” “Sendikalıysan, pazarlık yapma gücün olur. Patronun iki dudağının arasında olmazsın.” Editoryal bağımsızlık gibi konuları, sendikal örgütlenmeyi tamamladıktan sonraki döneme bıraktık. Başlangıçta üzerimizde baskı yoktu. “Nasılsa beceremezler” diye düşünüyorlardı galiba, ciddiye almadılar. Ne zaman ki çoğunluğu yakalamaya yaklaştık, baskılar da ortaya çıktı, Sabah’tan Cengiz Erdinç, atv’den de Burak Ersemiz ve Ozan Pezek işten çıkarıldı. Yaşadığımız en büyük sıkıntılardan biri, Çalışma Bakanlığı’na yetki için yaptığımız başvuru 15 günde sonuçlanabilecekken, sekiz ay gibi uzun bir süre boyunca cevap alamamamız oldu. Sonra da “üye sayınız yeterli değil” şeklinde bir cevap verip sendikanın yetkili olamayacağını belirttiler. Sendika dava açtı, üç duruşmada bakanlığın yanıldığı ortaya çıktı ve sendikaya yetki verildi.


Bakanlığın yaptığında bir usûlsüzlük mü vardı?


Ergün: Bu üye sayısı mevzuu yoruma açık bir durum değil, parmak hesabıyla yapılıyor. Bakanlık da, mahkemenin bilirkişisi de sendikadan istediği aynı üyelik formlarını sayıyor sonuçta. TMSF de devletin, Sabah da... Gerisini siz düşünün.


Şirketin TMSF’den Çalık Grubu’na geçmesi durumunuzu değiştirdi mi, şu an nasıl bir durum sürüyor?


Nuh Köklü: Şirket TMSF’deyken sendika atv’de yetkiyi almıştı. Dinç Bilgin döneminden beri, şirket ufak ufak şirketlere bölünmüştü. Çalık, küçük şirketlerden oluşan bu grubu Turkuvaz Medya altında birleştirince sendika tüm bu grupta yetkili hale geldi. Şirket bunun için de dava açtı, “sendikanın atv’de aldığı yetki burada geçersizdir” diye. Ama mahkeme bu itirazı reddetti. Şirket temyize gitti, süreç hâlâ devam ediyor.


Bu arada siz de epey bir baskıya maruz kaldınız galiba...


Öztürk: Evet, özellikle şirket Çalık’a geçtikten sonra bu baskılar arttı. Bir de “rüşvet” önerdiler herkese, sendikadan istifa ederseniz kadronuzu 212’ye (5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun’da 212 sayılı kanunla değişikliğe gidildiğinden sektörde kısaca 212 diye biliniyor) göre, yani Basın İş Kanunu’na göre yapacağız dediler. O ilk furyada yaklaşık 60 kişi notere gidip sendikadan istifa etti ve 212 kadrosuna geçti. Sendikalı olmayıp da 212 yaptırmak isteyenlere bile sendikadan istifa etme şartı getirildi! Bunların sayısı da yaklaşık 60’tı... Trajik bir durum, aslında hiçbir karşılığı yok. Ayrıca bugün istifa eden kolaylıkla yarın tekrar üye olabilir, ama psikolojik baskı olarak kullanıyorlardı bunu. Üye olmadığı halde istifa edenlerin formları hâlâ sendikadadır.


Köklü: Usûlsüzlük daha işe alırken başlıyor, işverenin kanunen 212 yapması gerekiyor zaten, ama 212 lütuf gibi kullanılıyor. Ayrıca her istifa edeni de 212 yapmadılar. Galiba kendilerine bir kontenjan belirlemişlerdi, onu doldurdular. İstifa ettirmeler çok başarılı olamayınca bu sefer servis şefleri çağrıldı, patronun şirkette tek bir sendikalının bile çalışmasını istemediği iletildi.


Ergün: İnsan Kaynakları müdürü Şefik Çalık, atv’deki işyeri temsilcisiyle yaptığı özel görüşmede, “burası çok güçlü bir şirket, başınıza neler gelir belli olmaz, burada çalışmanız zor olur, başka yerde de iş bulamazsınız, arkadaşların da senin yüzünden işsiz kalacak” minvalinde bir konuşma yaptı. Arkadaşımız stresten hastaneye kaldırıldı. Söz konusu konuşmanın ses kaydı da var.


Sendikalı olmak yasal bir durum, bu yüzden işten çıkarılmak ise suç. Ne tür gerekçelerle işten çıkarıyorlar?


Köklü: Puantaja uymama, performans düşüklüğü, editöryal dikkatsizlik gibi gerekçelerle. Puantaj, haftada belli süreyi, sanırım 45 saati ofiste çalışarak geçirip geçirmediğini kontrol eden sistem.


Öztürk: O puantaj sistemi aslında gazete ve dergilerde pek uygulanabilecek bir sistem değil, çünkü habercilik, gazetecilik, fotoğrafçılık bina içinden yapılan bir iş değil. Hafta sonu eklerinde çalışan birinin haftada o kadar saat ofiste çalışması görülmemiş bir şeydir, röportaj için, haber için dışarıda olman gerekir zaten. Zaten Nuh’un (Köklü) dışında o servisten herhangi birinin onların söylediği çalışma saatini doldurmuş olduğunu gösteremezler. Bu tamamen bir bahane.


Bunlar yaygın bahaneler galiba. Performans düşüklüğünü nasıl açıklıyorlar?


Köklü: Arka arkaya üç uyarı geldi, hukuka uygunluğu için uyarı yapılması gerek çünkü. Sayfaların kontrol edilip hataların görülmesi için alınan, “proof” denilen çıkışlar vardır. Şefimiz o proof’larda yaptığım hataları alıp insan kaynaklarına gösteriyordu. İnsan kaynaklarının işi proof’ları kontrol etmek değildir, ayrıca o proof’lar yanlışı düzeltmek için alınır zaten. Bir haberde mimar Murat Tabanlıoğlu’nun adını yanlış yazmıştım. “Senin hatan Sabah’ın prestijli imajını sarsmıştır, artık seninle çalışamayız” dediler. Bu gerekçe iş fesih kâğıdımda yazılıdır. Hatayı savunmak gibi algılanmasın ama, o hafta gazetede bunun gibi başka çok hata vardı.


Sendikaya dönersek, başarılı olduğunuzu düşünüyor musunuz?


Öztürk: Basında sendika hayal gibi bir şeydi, bunun olabileceğini gösterdik. İşverenin çalışanların sendikadan istifa etmeleri karşılığında 212’lerini yaptırma taktiği bile sendikal örgütlenmenin kazanımı olarak yorumlanabilir. Ayrıca birçok çalışan da istifa karşılığı zam aldı. Biz örgütlenmeye başladıktan sonra Radikal’den, Akşam’dan bir sürü insan işten çıkarıldı. Ertesi gün arayıp “acaba sendikaya üye olsak bize faydası olur mu” diye sordular, demek ki bir etki yaratmışız.


Medya sektöründe sendikanın bunca yıldır hayal gibi görünmesi nereden kaynaklanıyor?


Ergün: Birincisi, basın çalışanı profili çok değişti. Sadece çalışanların değil, patronların da profili değişti. Eskiden tek işi yayıncılık olan patronların yerini asıl işi enerji, finans, dağıtım vs. olan patronlar aldı. Bu patron profili tabii ki sendikayı istemedi, hiçbir zaman istemez de. Yıllardır çalışanlardan yonttukları haklarını geri vermek zorunda kalacaklar çünkü. Çalışana haklarını vermektense, sendika işi ciddileşince çalışanları ezdiler, işten attılar... Basın çalışanları için de durum çok farklı değil. Biz de değişimden payımızı aldık. Haklarımız birer birer gasp edilirken, kimse patronun karşısına geçip hakkını aramadı, ne yapıyorsunuz demedi. Gazete, dergi sayfalarında vatandaşın mağduriyetini anlatan gazeteciler kendi sorunlarına sahip çıkamadı.


Sendikaya ilgisizlikte medya çalışanlarının kendilerini ayrıcalıklı hissetmesinin payı var mıdır?


Köklü: Basın çalışanlarının kendilerini ayrıcalıklı hissetmeleri bir yanılsama. Gazetede fotoğrafı, imzası çıkıyor, iyi hissediyor kendini. Örneğin ünlü insanlarla röportaj yapıyorsun, ama aslında onlarla ilişkin o an başlıyor ve o an bitiyor, ertesi günü yok bunun. Bu yanılsamaya bazı ulufeler de katkı sağlıyor, haber yapmazsan bile sergi açılışlarına, konserlere davet ediliyorsun. Şefin ya da reklam şirketleri gezilere yolluyor, mesela Volvo’nun test sürüşüne İsveç’e gidiyorsun, harcırahını o şirket karşılıyor, kendini ayrıcalıklı biri gibi hissediyorsun. Gazetecisin ya, fiyakan yerinde, ama gerçekte sıradan bir çalışansın, hatta daha da kötü durumdasın, sigortan bile yok, başına bir kaza geldiğinde hastaneye gidecek bir güvencen bile yok, öyle ortalıkta kalıyorsun çaresiz.


Çalışanlar arasında sendika nasıl algılanıyor?


Öztürk: Çoğu kişi notere gidip sendika için imza attıktan sonra işin bittiğini düşünüyor. Geleneğimizde vardır, yukarıdan biri gelecek, sorununu çözecek. İşin örgütlülük kısmı görülmüyor, bu da bir tür sorumluluktan kaçınma hali. Diyoruz ki, bir şeyler yapalım, başka kişilerle de konuşalım, bir duyuru hazırlayalım, sen de katkıda bulun, ama yanaşmak istemiyor, sendikanın yerini bile bilmiyor. Sonra bir iş yaptığımızda gelip “bize sormadan niye böyle bir şey yaptınız” ya da “sendika neden bir şey yapmıyor” diyor. Kimisi hiç ilgilenmiyor, “ne oldu bizim ikramiye” diye soruyor görünce... Hadi çok şeyi geçtim, “sendikanın durumu nedir” diye de sormuyor, “bekle, vereceğiz ikramiyeni” diyorum ben de. (gülüyor) Sen ne kadar uğraşırsan sendika da o kadar güçlenecek, senin durumun da daha iyi olacak. Bunun farkında değil bazı insanlar. Arkadaşlara söylüyoruz hep: “Sendika sensin, sen varsan sendika var, sen yoksan sendika yok.”


Bu süre boyunca en çok zorlandığınız, canınızı sıkan şey ne oldu?


Ergün: Dergiler genel müdürünün bizimle yaptığı toplantıdaki manipülasyonu ve dezenformasyonu çok canımı sıkmıştı. Almanya’da gazetecilik yaptığını ve Almanya’da basın çalışanlarının sendikalı olmadığını, bir örgütlenmeye ihtiyaç duymadıklarını söylemişti. İkincisi, şöyle bir hikâye olmuştu: Bir gün binanın önünde sigara içerken Turkuvaz gazetelerinin birinde bulmaca hazırlayan birisiyle tanıştım. İşten atıldığını ve sendikalı olmadığını söyledi. “Niye sendikaya üye olmadınız” dediğimde, gazete çalışanlarının bir toplantı düzenleyip sendika istemedikleri yönünde karar aldıklarını söyledi. Bu insanların 2001 krizinde yemek hakları, ikramiye hakları ellerinden alındığında, maaşları geç yattığında bir toplantı düzenlemediklerini biliyorum. Kendi hakları için toplanmayan gazeteciler, patronun işini kolaylaştırmak için toplanmışlardı.


Köklü: Neyin ne olduğunu bilen, hatta bir dönem bunun için mücadele eden insanların bizi görmezlikten gelmesi benim canım sıkıyor. Bana üç aydır selâm bile verilmiyor mesela, vebalı muamelesi yapıyorlar. Vicdan körelmesiyle açıklıyorum bu durumu.


Önemli bir risk aldınız, hiç korku, endişe duymadınız mı? 


Öztürk: Endişelenmemek mümkün mü? Adamlar, “gazetecilik kariyeriniz bitecek, başka hiçbir yerde iş bulamayacaksınız” diyor. Ama bu yola çıktıktan sonra dönüş yok. Bu işten hiçbir sonuç alamayabiliriz. Ama ben eve gittiğimde eşimin, oğlumun yüzüne bakabilmek için vazgeçmeyeceğim. İnsan gibi yaşamak, insan gibi çalışmak için ve insanî haklarımı almak için girdim bu işe... İnsanlar, “çoluğum çocuğum var, onları düşünmek zorundayım” diyerek bu işten vazgeçiyor ya da hiç bulaşmıyor. Ama ben, çocuğumun geleceği için bu mücadeleyi veriyorum. Sonu nereye varacak, göreceğiz.


Köklü: Ben de korkuyorum, sonuçta şövalye değilim ki, iş bulamama korkusunu yaşıyorum. Herkes korkuyor, ona rağmen birbirimizi koruduk kolladık, birlikte olmaya çalıştık. Bu bir tercih. Biri sormuştu, “kardeşim niye illâ ısrar ediyorsun?” Dedim ki “torunuma anlatmak için, ona miras bırakacağım”.


 


Söyleşiler: Erkan Özkay / Express


 


 


BİLGİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM GÖREVLİSİ ESRA ARSAN


 


Gazeteciler kendilerine ihanet ediyor


 


Krizle birlikte medyada işten çıkarma furyası başladı...


Esra Arsan: Her krizde, “fırsattan istifade fazlalıklardan kurtulalım” deniyor. Oysa gazeteci emekçisinin maliyeti çok düşük. Büyük bir çoğunluk sigortasız, kayıtsız çalışıyor. Zaten iki tür kadro var. Çalışan gazeteciler sigortalı olsa da 212’li olmayabiliyor, öyle olsalar bile maaşları düşük gösteriliyor. Makineye, teknolojiye çok büyük yatırım yapıyorlar, giderek büyüyor basın işletmeleri. Öte yandan da mesleğin üst kademelerinde yer aldığı söylenen köşe yazarları, program yapımcıları, anchor’lar çok yüksek maaşlara çalışıyorlar. Onların maaşlarının düşürülmesi söz konusu olmuyor, ama gazetecilik kastının altlarında yer alanlar işten çıkarılıyor. 1980 sonrasında medyadaki sahiplik açısından tekelleşme, çalışanlar açısından sendikasızlaşma, izleyici açısından da popüler kültür ürünlerini tüketmenin getirdiği hazzı sürdürme çabasının bir sonucu bu. Çünkü eskiden işini iyi yapan gazeteciler işten çıkarıldığında, okurun da buna bir tepkisi olabiliyordu. Okur o gazetecinin ürettiği işi talep ediyordu. Şimdi öyle bir şey de yok. Gazeteciler aslında gazetecilik yapmadıkları için işten çıkarılmalarına karşı da bir tepki oluşmuyor.


Neden böyle?


Son otuz yıldaki politikalarla medyada profesyonelleşme çok büyük bir zarar gördü. İyi eğitilmiş, kalifiye, çalışma koşulları iyi düzenlenmiş bir medya elemanı olmazsa, gazetelerin ürettikleri enformasyondan da şüphe duymaya başlıyoruz. Gazetecinin çalışma koşullarının, iş yaşamındaki sınırların yasalarla ya da regülasyonlarla tayin edilmesi sağlanmadığında, gazetecinin bağımsızlığı da yara almış oluyor. Patronun iki dudağından çıkacak söze bakan, dolayısıyla mecburen patron yalakalığı yapan bir gazeteci türü ortaya çıkıyor. Çalışan gazetecilerin büyük bir kısmı, meslekî profesyonelleşme anlamında hiçbir hedefleri ya da kaygıları, kamuoyu oluşturmak, doğru enformasyon sağlamak gibi endişeleri olmayan insanlar. Kaç saat çalışmış, fazla mesai yapmış mı, yapmamış mı, maaşının ne kadarı kadrodanmış, ne kadarı dışarıdan ödeniyormuş, bunlarla hiç alâkaları yok. Mesleğine emek vermiş, endişeleri olan, kamunun bilgilenmesi açısından bazı şeylerin yazılması gerektiğini düşünen gerçekten gazeteci olanlar da var tabii, ama onlar çok azınlıkta kaldılar.       


Gazeteciler neden kendilerini koruyamıyor?       


Gazeteciler hem ihanete uğradılar, hem kendilerine ihanet ettiler. Bir Gazeteciler Sendikası olmasına rağmen oraya gidip üye olamayan, üye olmaktan korkan, işten atılmaktan çekinen gazeteciler var. 1980’lerde Aydın Doğan’ın Milliyet’i almasıyla birlikte başlayan süreçte baskıyla, zorbalıkla sendika tasfiye edildi büyük gazetelerden. Bugün demokrasi havarisi kesilmiş birçok gazetecinin, köşe yazarının, editörün o zorbalığa alet olmasıyla oldu bu. Ben o sırada Milliyet’teydim, editörler yanlarında çalışan gazetecilere “sendikadan ayrılmazsan seni işten atacağız, başka çaremiz yok” diyorlardı. Bunları yapanlar “ne demokrat, meslek etiğine ne kadar bağlı” dediğimiz, toplantılara etik anlatsınlar diye çağırdığımız insanlar. Bu süreçte ihanet ettiler gazetecilere. Sendika çok güçlüydü, gazetecinin bağımsızlığını gerçekten koruyordu. Gazeteci, eğer yalan değilse yazdığı, haberden dolayı işten atılamazdı. Dolayısıyla gazeteciyi iktidara karşı da güçlü kılıyordu. Gazetecinin bir örgütlenmesi yoksa, kendisini nasıl koruyabilir? Sadece Başbakanlık Basın Yayın Enformasyon Müdürlüğü’nün verdiği basın kartıyla bu olmaz ki! Düşünsenize, başbakan, kendi verdiği basın kartına sahip olan bir gazetecinin o kurumda temsiline izin vermiyor. O zaman niye bu gazeteciye basın kartı veriyorsun? Madem basın kartı var, o zaman bütün kurumlarına girme hakkı olmalı. Bunun normali, gazeteci kimliğini gazetecilik örgütlerinin vermesidir.       


Ortada güvenilir olmadığı noktasında hemen herkesin fikir birliğinde olduğu bir medya var. Neden medya bu denli etkili bir araçmış gibi kabul görüyor, etrafında savaşlar veriliyor?


Türkiye’de medyanın gücü mevcut durumda haber yapmaktan gelmiyor. Haber yapmamaktan geliyor. Gazeteciler iktidarı yazdıkları haberlerle etkilemiyorlar, yazmadıkları haberlerle etkiliyorlar. Medyada güç sahibi olmak, bazı bilgilerin kamuya ulaştırılmasını engellemek anlamına geliyor. Aydın Doğan’ın kendi işleri var. Kim yazabilir Petrol Ofisi ihalesinin detaylarını, Hilton’da neden kıyamet koptuğunu? Ya da RTÜK’teki frekans tahsisleri nasıl oluyor? Bu konularda hiçbir babayiğit, parası yoksa, bütün varlığını da doğruyu yazmaya adamamışsa –böyle insanlar çıkmıyor, çıksa bile uzun yaşamıyor– yazamaz. Rauf Tamer’leri gördük. Adı İlksan’da milyonlarca dolarlık bir yolsuzluğa karıştı. Gazeteci eğer iktidarla böyle bir çürümüş ilişki içerisine girmişse, o iktidar aleyhine yazı yazamaz. AKP de diğer iktidarlar gibi kendi medya baronlarını oluşturdu. Kendi editörleri, köşe yazarları... Hasan Celal Güzel, Namık Kemal Zeybek nasıl yazabiliyor Radikal’de? Nazlı Ilıcak nasıl Sabah’a geçebiliyor bir anda? TMSF Sabah’a el koyduğu zaman, bir öğrencim TMSF başkanı Ahmet Ertürk’le söyleşi yaptı, henüz Nazlı Ilıcak Sabah’ta yazmıyordu, adam şunu dedi: “Biz gazetenin içeriğini istediğimiz gibi değiştiririz. İstersek Nazlı Ilıcak’ı Sabah’a getiririz.” Bunu sahiden yaptılar. İktidarlar hangi gazetede kimin yazabileceğini bile söyleyebiliyorsa, bu çok tehlikeli. O zaman biz satır aralarında gerçekleri bulmaya çalışacağız. Halkın bu ülkede olan bitenleri düzgün bir şekilde öğrenebilmesi çok sorunlu. Bunun altında da basın emekçilerinin örgütlenme problemi yatıyor. Basın çalışanları örgütlenseler, buna net bir şekilde karşı koyabilirler.


Aslında örgüt yok değil, var. Gazeteciler Cemiyeti, Basın Konseyi...   


Basın Konseyi, üst düzey köşe yazarlarının sosyal tembihlenme merkezi olarak işlev görüyor. Gazetecilerin haklarını savunmak, meslek etiğini, kurallarını daha iyiye götürmek amacıyla bir şey yapmıyor. Kurulduğundan bu yana, Doğan Grubu gazetecilerini aklamaya çalışan, onlara yönelen eleştirileri bertaraf etmeye çalışan bir yapı. Alttan gelen bir dürtüyle kurulmuş değil, gazetecilikteki elit tabakanın kurduğu bir şey. Gazeteciler Cemiyeti biraz daha yaygın, muhabir kademesini de kapsayan kararlar alıyor. Ama oraya da üye olmak için sarı basın kartınızın olması gerekiyor. Sarı basın kartı bir gazetecilik örgütüne üye olmak için esas teşkil etmemeli, çünkü başbakanlık veriyor bunu. Devletin gazetecisini üye olarak kabul etmek gibi bir yanılgı var. Yirmi yıl gazetecilik yapıp basın kartı alamamış insanlar var bu ülkede. Bir de Çağdaş Gazeteciler Derneği var. Biraz daha genç bir kitlenin oluşturduğu bir yapılanma. Andıç olayından sonra kurulan bir Gazeteciler Girişimi vardı, ABD’deki Committee of Concerned Journalist (Sorumluluk Duyan Gazeteciler Örgütü) gibi aniden kendiliğinden çıkan ve medyanın devlet söylemini temel alan içeriğine, özellikle Hayata Dönüş Operasyonu olarak tanımlanan kıyımdan sonra tepkisel bir süreç başlattılar. Ama çok uzun soluklu olamadı.  


Gelinen nokta, bir zamanlar gazetecilik yapmış insanlarca kurgulandı ve sürdürülebilir hale getirildi. Bunu nasıl açıklayabiliriz?


Kişisel çıkarlarıyla alâkalı bir şey. Çünkü iyi koşullarda yaşıyorlar, iyi şaraplar içiyorlar, iyi restoranlarda yiyorlar, “başbakan bana dedi ki, ben başbakana dedim ki” diye cümleler kuruyorlar. Başbakan Nursuna Memecan’ın evine gitmiş, oraya davet edilen gazeteciler, “şunu yedik, bunu içtik” diye yazıyorlar. Demokratik bir ülkede bir gazeteci bunları anlatmaktan hicap duyar. Çünkü bu kadar yakın ilişki, gazeteci hakkında şüphe uyanmasına neden olur. Bundan sonra başbakanla ilgili olumsuz bir şey yazamazsın. Nitekim yazılanlar da “başbakanın eşi çok akıllıymış” türünden yazılar. Bir gazeteci bir başbakanla ancak bir enformasyon alışverişi sürecinde bir araya gelebilir. Birlikte mangal yapıyorsan, orada artık gazetecilik bitmiştir.


 


Sıradaki Haber İçin Sürükleyin