Bülent Keneş, ABD basınında MİT Müsteşarı Hakan Fidan aleyhinde çıkan haberleri tarafsız bir gözle yayımladıkları için eleştirildiğini vurgulayarak, “Sadece işini, yani gazetecilik yapmaya çalışan Today’s Zaman ve şahsım Türkiye ’ye, hükümete ve MİT müsteşarına karşı başlatılan bir uluslararası komplonun ‘parçası’, ‘işbirlikçisi’, ‘taşeronu’ olmakla ve hatta ‘vatana ihanet’le suçlandık” dedi.
Keneş, “Bünyesinde yayın yaptığım medya grubu her gün şiddeti daha da artan ve daha da çirkinleşen bu tazyiklere ne kadar dayanabilir bilemiyorum” ifadelerini kullandı.
Bülent Keneş'in 'Yeni Türkiye bu mu?' başlıklı yazısı şöyle:
Aslında memleketin geldiği durumu, Türkiye’nin en edebi köşe
yazarlarından biri olan ve hayatı boyunca yazdıkları daha ziyade
muhafazakar demokrat kitleler tarafından okunan Zaman gazetesi
yazarı Ahmet Turan Alkan aylar öncesinden ortaya net bir şekilde
koymuştu.
19 Ağustos 2013 tarihli yazısının başlığı “Hava puslu, suskun ve
ağır” idi. Ahmet Turan Alkan, bir devlet üniversitesinde öğretim
üyesiyken, yani bir “devlet memuru” iken, yaşamak mecburiyetinde
kaldığı 2007 müdahalesine doğru giden süreç ile artık devlet memuru
olmadığı içinden geçmekte olduğumuz ve henüz adını tam olarak
koymakta bile yine içinde bulunduğumuz ortam gereği güçlük
çektiğimiz yeni süreci mukayese ediyordu. “Nerde o günler?” diyen
Alkan o yazısında şunları söylüyordu:
“2007’ye giden süreçte devlet memuruydum ve bir üniversitede
becerebildiğim kadarıyla ders veriyordum. “Akademisyen” kimliğim
vardı. O dönemde yazdıklarımı okuyanlar ve her şeye rağmen 2547
sayılı kanuna bağlı “memur” kimliğimi bilenler, özel sohbetlerde,
‘Âmirlerin (rektör, dekan vb.) sana karışmıyorlar mı, rahatsız
ediliyor musun?’ diye sorarlardı. Şimdi Ergenekon davasından
hükümlü paşa ve yazarların ayda en az bir kere öğrencilere davet
üzerine konferans verdiği zamanlardı, yani üniversite yönetimi ile
esasen bir doku uyuşmazlığı vardı. Soranlara hep şöyle cevap
verdim, ‘Hayır, hiç rahatsız edilmiyorum; ne açık ikaz, ne bir imâ;
bilakis bana karşı mesafeli bir saygı duyduklarını hissettim
hep.’
Bu doğru. Yazdıklarımdan ötürü ne YÖK, ne de üniversite
yönetiminden baskı görmedim; yazdıklarıma bakıyorum şimdi: Hiç de
‘ortaya karışık salata’ cinsinden suya sabuna dokunmaz şeyler
değildi. Bu hadiseyi sorulan her yerde yukardaki haliyle anlattım,
şahitlerim vardır.
‘2007’ye akan darbe arifesi günlerinde mi fikren rahattın, şimdi
mi?’ diye sorsalar şöyle cevap veririm; nerde o günler?
‘Bu biraz ağır bir hüküm değil mi?’ diye düşünenler çıkabilir;
ağırını hafifini bilmiyorum; zihni rahatlık ve fikrî hürriyet
bakımından o dönemde daha iyi durumda olduğumu söylüyorum…”
Aylardır şahsımı ve editörlüğünü yaptığım Today’s Zaman’ı hedef
alan saldırıları, toplu linç kampanyalarını, tehditleri, akla
gelebilecek her türden karakter suikasti çabalarını ve
demonizasyonu korkarım ki ben Ahmet Turan Alkan kadar edebi bir
dille anlatamayacağım.
Malumunuz Today’s Zaman, ileride bütün detaylarıyla yazmayı
düşündüğüm, “yeni medya düzenine” uymamakta direnen bir gazete.
Evrensel gazetecilik ilkelerine sadık kalmaya çaba harcayan, daha
doğrusu bu ilkelere sadakate “cesaret edebilen”, birkaç bağımsız
gazeteden biri. Yanlış okumadınız Yeni Türkiye’de evrensel medya
etik ilkelerine sadık kalabilmek artık ciddi bir cesaret konusu
olmuş durumda. Şayet bugünün Türkiye’sinde gazetecilik yapıyorsanız
kamu yararını gözeterek yaptığınız her haberin, attığınız her
başlığın bir bedeli olacağını hesaplamak zorundasınız. Ülkemizde
cinsi ve çapı her ne olursa olsun bu bedeli peşinen göze almak
namuslu gazeteciliğin artık olmazsa olmaz bir şartı haline geldi.
Özellikle yaptığınız haberler, hükümetin her ne konuda olursa olsun
aldığı pozisyonu gözü kapalı alkışlamıyorsa.
Diyebilirsiniz ki; “iyi de eskiden de şartlar böyle değil miydi?”
Haklısınız… Aşağı yukarı böyleydi. Eee ama biz hani demokratikleşme
uğruna onca mücadele vermiş, onca badire atlatmamış mıydık? Sivil
siyasetçilerimizin liderliğinde ülkemizi fikir özgürlüğünün, ifade
özgürlüğünün ve basın özgürlüğünün olmazsa olmaz olduğu Batılı
standartlarda bir demokrasiye daha da yaklaştırmamış mıydık? Evet,
öyle sanıyorduk... Yanılmışız... Hatta hep iyi niyetle
yaklaştığımız mevcut hükümetten daha fazla demokrasi ve daha fazla
hak özgürlük konusunda beklentilerimizden dolayı uzun süre
okurlarımızı da yanıltmışız.
Bu konuda benzer bir yazıyı daha önce de yazmıştım. Maalesef durum
o günden bu yana daha iyiye değil, kötüye gitti. Son olarak
geçtiğimiz hafta içinde Today’s Zaman, Washington Post gazetesinde
ve Jewish Press’te MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı hedef alan yazı ve
tehditleri gazetecilik ilke ve standartları çerçevesinde
haberleştirdi diye görülmedik bir baskı ve yıpratma kampanyasının
hedefi haline getirildi. AKP yanlısı bir gazetede yazan
bir gazeteci (ki kendisi birkaç yıl öncesine kadar AKP karşıtı idi)
“Haberi aktarırken neden haberinizde söz konusu haberleri kınayıcı
şahsi görüşünüzü de yazmadınız!” diyecek kadar işi akıl almaz
boyutlara taşıdı.
Sadece işini, yani gazetecilik yapmaya çalışan Today’s Zaman ve
şahsım Türkiye’ye, hükümete ve MİT müsteşarına karşı başlatılan bir
uluslararası komplonun “parçası”, “işbirlikçisi”, “taşeronu”
olmakla ve hatta “vatana ihanet”le suçlandık. İşi iyice ileri
götürüp MOSSAD’a, CIA’ye çalıştığımızı söyleyenler bile oldu.
Şahsıma yönelik akıl almaz diğer hakaretler ve aşağılamalara
değinmek bile istemiyorum. AKP’nin kamu bütçesinden ödediği
maaşlarla birer “lejyoner” gibi istihdam ettiği danışmanlar
ordusunun yönetiminde örgütlenen binlerce insan, ben bunlara sanal
milis diyorum, sosyal medyanın her türlü kanalından üzerimize
saldırtıldı. Yine aynı ekipler tarafından kurulan kara propaganda
amaçlı internet sitelerinde sürekli ve sistematik bir şekilde
demonize edilerek hedef haline getirildik. Oysa konuyla ilgili
yaptığımız haberler herhangi bir gerçek gazetenin yapması
gerekenden ne daha fazla, ne da daha azdı.
Hrant Dink’in dönemin güç odaklarına yakın medya tarafından
düzenlenen ve son dönemde bize yönelik olana benzer kampanyalar
neticesinde öldürüldüğü akıllarda tutulacak olursa, bu işin nereye
varabileceğine dair ciddi endişelenmek gerekir. Biz de
endişelenmiyor değiliz. Ama, gazetecilik ilkelerine uymanın artık
her türden bedeli göze almayı gerektirdiğini peşinen
söylemiştim.
Evet, halkın doğru bilgi alma hakkını temin için en azından şahsım
adına bu bedeli de göze aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim.
Bünyesinde yayın yaptığım medya grubu her gün şiddeti daha da artan
ve daha da çirkinleşen bu tazyiklere ne kadar dayanabilir
bilemiyorum. Onun kararını verecek olan elbette ben değilim, üst
yönetimdir. Ama en azından şahsım adına şöyle bir söz verebilirim:
Ne pahasına olursa olsun, hakperest gazetecilikten hiçbir ödün
vermeden, bu işi yapmaya devam edeceğim.
Beni bunları yazmak zorunda bırakanlara dair nihai değerlendirme
hakkımı da şahsına ve fikirlerine büyük saygı duyduğum, hem edebi
hem de cesur yazılarını büyük zevkle okuduğum Ahmet Turan Alkan’a
bırakmak istiyorum: “Tenkidi düşmanlık, düşmanlıktan öte harp ilanı
saymak sağlık alâmeti sayılır mı? Eleştirdikleri, tereddüd ve
endişelerini belirttikleri için -velev ki yanlış olsun- fikir
sahiplerinin başına bir takım kiralık isimleri musallat etmek, bana
çareden çok çaresizlik gibi görünüyor, gerçekten üzülüyorum.”
Yazının ingilizce metni için tıklayınız....