Cumhuriyet gazetesinden ayrıldıktan sonra Sözcü gazetesiyle el sıkışan köşe yazarı Çiğdem Toker'in, Sözcü'deki ilk yazısı bugün okurla buluştu.
İşte, Toker'in "Bıraktığımız Yerden" başlığıyla yayınlanan o yazısı:
"Bıraktığımız yerden
Her şehrin, kimliğiyle bütünleşmiş semtleri var malum.
Komşu bildiğimiz, yüzyüze baktığımız binaların pervasızca birer
ikişer yıkıldığı bu hoyrat çağda, “kalan küçük mutluluklardan biri
nedir?” denilse cevabım belli:
Tarihsel kökleri olan bir semte adını veren asıl unsurun yaşıyor
olması.
Eylül güneşi altında bu satırları yazdığım Kavaklıdere, kendini
Ankaralı sayan herkes için böylesi bir mütevazı mutluluğun kaynağı
olabilir.
Kavaklardan söz ediyorum.
“Champs Elysees'ye benzeyecek” yalanıyla otoban taklidi
“bat-çık”larla delik deşik edilen bulvar ve kavşaklara rağmen 100
yıldır ayakta duran kavaklarla bir arada olmanın anlamından.
Bütçe harcamalarını didikleyip kamu kaynaklarını sorgulamasına
alıştığınız bir gazeteci için, ihtimal ki naif bulunacak bu
satırlara niye ihtiyaç duydum?
Paylaşayım:
Meslek yaşamımın tamamına yakın kısmı -kısa bir parantez dışında-
Kavaklıdere'de geçti.
Geçtiğimiz haftalarda üzüntülü bir iç huzuruyla ayrıldığım (ama
sonsuza dek yaşamasını dilediğim) Cumhuriyet, öncesinde iktidar
marifetiyle el konulmuş Akşam, hayli uzun yıllar haber peşinde
koşturduğum Hürriyet, içinde çalışmasam da arkadaşlarımın olduğu
-eski- Milliyet ve nihayet ardımda kalan onyıllara karşın, bir
“ilk” yazının olanca heyecanını her kelimesinde hissettiğim
Sözcü.
Saydığım gazetelerin tamamının Ankara büroları, birbirlerine yürüme
mesafesindeydiler. (Ve tam da bu sebeple belki de Kavaklıdere'yi
Ankara'nın ikinci “Rüzgarlı”sı diye tarif etmek yanlış sayılmaz.
)
Hayatın içine sakladığı sürprizleri tahmin edemiyorsunuz.
Geçen gün önünden geçerken yıkım aşamasına geldiğini görüp
üzüldüğüm Hürriyet binasına bakarken o yıllardan bu yana “abi” diye
seslendiğim Bekir Coşkun ve Emin Çölaşan ile kısa bir süre sonra
yeniden aynı çatı altına olacağım aklımın ucundan geçmezdi.
Ama oldu ve iyi ki oldu. Ankara Temsilcisi Saygı Öztürk, Haber
Müdürü Emin Özgönül gibi Ankara bürosundaki arkadaşlarımın
neredeyse tamamıyla yollarımız Hürriyet'te ve farklı gazetecilik
sahalarında kesişti.
Şüphesiz her meslekte olduğu gibi gazetecilikte de kurumların
varlığı ve tutumu yaşamsal önem taşıyor. Hele ki basına en başından
bu yana tarihsel olarak kendisinden çok öte anlam ve misyonlar
yüklenmiş ülkemizde daha da fazla.
Medyanın satın alma, devşirme, susturma, hapse atma gibi türlü
yöntemlerle yürütmenin bir organına dönüştürülmek istendiği bu
dönemde, halkın haber alma hakkını savunmak, gazetecilik zemininde
kalmak, kalabilmek uğruna ağır bedeller ödenen paha biçilmez bir
“servete” dönüştü.
Henüz üniversite öğrencisiyken başladığı gazeteciliği, 20'li
yaşlarından bu yana kamu yararına iş olarak gören beni bu “servet”e
davet ederek hepiniz adına bu sözü veren Sözcü'ye teşekkür
ediyorum.
Bu köşede, -bazı değerli okurların bildiği- kamu kaynaklarının
nasıl dağıtıldığına, vergilerimizin nasıl harcandığına, ihalelerin
nasıl açılıp nasıl yürüdüğüne, yürütüldüğüne, bizlerden nelerin
kaçırılmak istendiğine, işlemlerin denetlenip denetlenmediğine,
kayırmacılık olup olmadığı başta olmak üzere hak/hukuk temelli
gazetecilik çizgisini sürdüreceğiz.
Bıraktığımız yerden ilerleyeceğiz yani.
Aragon'un “Elsa'ya Mektupları”ndan esinle size “büyük bir sır
söyleyerek” bitireyim:
Sözkonusu, gazeteciliğe dair bir karar almak olduğunda değişmedi
hiç:
“Gelirken” de “giderken” de daima kalbimi aklım, aklımı da kalbim
gibi hissettim.
Görüşmek üzere…"