Selim İleri, Everest Yayınları'ndan çıkan yeni romanı ‘Yaşadınız Öldünüz, Bir Anlamı Olmalı Bunun’ ile okurlarının karşısında. Usta yazar, edebiyatımızın anıtlarından birini; Ahmet Hamdi Tanpınar’ı bir roman kahramanına dönüştürüyor. Onunla konuşuyor, hesaplaşıyor, onu kendiyle anlatıyor. Ortaya da Türkiye’nin çok önemli kırılma dönemlerinde yaşamış büyük bir edebiyatçının kırgın resmi çıkıyor. İleri ile yeni romanından ve Tanpınar’dan bahsettik.
Röportaj: Zeynep Coşkun
‘Pek çok Tanpınar yüzü ile karşı karşıyayız’
Vefanın, bitmeyen borçların edebiyatı biraz da sizin edebiyatınız. Hâlâ borcunuzun bitmediğini mi düşünüyorsunuz? Bir Ahmet Hamdi Tanpınar romanıyla okurların karşısına çıktığınıza göre öyle sanki… Yanılıyor muyum?
- Benimkisi bir vefa mıydı, tam bilemiyorum. Gençlik yıllarımdan beri bizim edebiyatımızın, Batı edebiyatı için de geçerli bu ama daha çok bizim edebiyatımızın, sevdiğim yazarlarına bir gönül borcu duydum. Onlar beni mutlu kıldılar. Önceleri bu borcu ödemenin yolunun onların eserlerini tanıtmak ve onları okurla paylaşmak olduğunu düşünmüştüm. Ama sonraki yıllarda bu düşünceme bir de onların eserlerinin yeniden yorumlanması, yeniden gün ışığına çıkarılması gerekliliği bir ihtiyaç olarak karşıma çıktı. Sanıyorum ki Ahmet Hamdi Tanpınar da onların en başında gelenlerinden birisiydi. Daha önce o çapta olmayan ama yine edebiyatımızda unutulmuş bazı yazarlar için buna benzeyen çalışmalar yapmıştım. Tanpınar 2008’den beri üzerinde kafa yoğurduğum bir roman kahramanı motifiydi. Sanıyorum ki öyle ortaya çıktı ve öyle de noktalamaya çalıştım.
Bir yazarın edebiyatımız için önemli olması, sizin için de önemli olması için yeter sebep oldu hep. Peki, Tanpınar için bu iki yönlü değerlendirmede neler söylersiniz?
- Bugün okusun ya da okumasın edebiyatla az çok ilgilenen herkes Tanpınar’ın önemli bir yazar olduğunu kabul ediyor zaten. Ama önemli olmasına rağmen ne yazık ki yaşadığı dönemde neredeyse hiçbir şekilde farkına varılmamış. Onunla aynı dönemde yaşayan yazarlarımız, sanatçılarımız bunu pek kabul etmezlerdi. Birçoğunu da yakından tanıdım romana da aksettiği gibi. Hatta sevildiğini, herkes tarafından değerlendirildiğini, değer verildiğini özellikle söyledik ama bunun bir hafif kaçamak olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendi yazdıklarında çok yakınıyor. Kendi yazdığı şeylerin edebiyat, kamu çevresinde ilgi toplamamasından çok yakınmış ama onun dışında da baktığımız vakit kendi yaşadığı dönemde hakkında yazılanların hiçbirisi bugün yazılanlar gibi değil. Bugün baktığımız vakit Tanpınar ile ilgili çok ciddi araştırmalarla yüz yüzeyiz. Çok sevindirici bir şey bu muhakkak. Ama ben bu romanı yazarken kafamdaki asıl mesele onun yaşadığı dönemde hiç de anlaşılmamış bir yazar, hatta anlaşılmaması bir yana hor görülmüş bir yazar olması bana insan dramı olarak çok etkileyici geldi. Onun etrafına onun çevresinde kurmaya çalıştım kitabı. Öte yandan bugün Tanpınar çok satılıyor olabilir ama çok okunduğunu sanmıyorum. Günün modası olmanın ötesine çıktığı vakit asıl Tanpınar’a dönüleceği kanısındayım.
Roman boyunca da gördüğümüz gibi pek çok Tanpınar yüzü var. Bir fil misali herkes tuttuğu yerden algılamaya çalışmış onu. Sizce en doğru bakış açısı nedir Tanpınar’a dair?
- Evet, tartışmalı bir fikir. Eski yıllarda tartışmalı mı bilmiyoruz ama. Yani kendi yaşadığı yıllarda Tanpınar belki kendisi de belirttiği gibi hayal kırıklığı ile yüz yüze gelmiş ama tartışmalı bir figür değil. O devrin yazarları tarafından ister beğenilsin ister beğenilmesin bilhassa 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi yapıtıyla o eşsiz yapıtla önemsenmiş, ciddiye alınmış. Üzerinde durulmasa bile bu eserin büyük bir eser olduğu düşünülmüş. Tartışmalı kısmına gelince bu son yıllar için geçerli bana sorarsanız. Çünkü onun hiç beklenmedik mektupları ve en önemlisi güncesinin yayımlanması başka bir Tanpınar’ı, iç dünyasındaki Tanpınar’ı başkalarına aksettirmediği, yansıtmadığı bir Tanpınar’ı karşımıza çıkarıyor. Tartışma oradan çıkıyor. O da bana sorarsanız ciddi bir tartışma olamayacak kadar sudan sebepler üzerine. Mesela güncesinde Yahya Kemal'e bakışı daha farklı; o hayatı boyunca onun adeta yanında bir yardımcı gibi ya da ne diyelim, onun bir hayranı gibi dolaşmış Tanpınar’ın yerine. Orada biraz da Yahya Kemal’e kırılmış bir Tanpınar çıkıyor. Buna benzeyen bazı meselelerden bu tartışmalı figür ortaya çıktı ama bunun, özellikle sanatla uğraşan hepimizin içinde buna benzeyen dış dünyaya aksettiğimizle iç dünyamızda çok farklı değerlendirdiğimiz bir ikilem olduğunu, bu ikilemin bir iki yüzlülük değil tam tersine adeta hayatın getirdiği bir mesele olarak, bir iç dünya meselesi olarak algılıyorum. O yüzden Tanpınar'ın yalnızlığını dışa vurmayışını, defterlerine yazmış olmasını da biraz bizim gibi kapalı toplumlarda insanın kendini başka göstermek gereğinden, ferdiyet çok fazla gelişmediği toplumlarda bunun böyle olduğu kanısındayım.
Nasıl geçmiş bir dönemin verimi sizin için bu roman? Yazarken sadece yazmadığınızı, yaşadığınızı da biliyoruz. Nasıl bir hisler denizinde yüzdüğünüzü merak ediyorum doğrusu…
- Roman boyunca az önce dediğiniz gibi pek çok Tanpınar yüzü karşımıza çıkıyor. Hangisi en doğrusu onu ben bilemem ama ben romanın yapısını da kurarken sonra yazdıkça da üzerine durdukça da benim kafamdaki trajik Tanpınar’ı o Yahya Kemal için de dostları için de zaman zaman kavgacı olan veya söylediklerini defterinde başka türlü yorumlayan Tanpınar’ı değil sonuna kadar en başından itibaren adeta neredeyse yaşamının başından itibaren sonuna kadar trajik olan Tanpınarı’ı sevdim. Baştan itibaren ona inandım en samimi mektuplarından en samimi yazılarından yalnız bir mektup değil de bir edebi bir açılım olan Antalyalı gence yazdığı mektuptan da anladığımız kadar yolun başında neyse aynı yaradılış yolun sonuna kadar aynı şekilde gitmiş, aynı insan olarak ölmüş aynı insan olarak da geriye o eserleri bırakmış diye düşünüyorum. Benim de kendime en yakın hissettiğim Tanpınar o Tanpınar. Yazarken yaşadığımı da söylüyorsunuz, çok teşekkür ederim. Evet çoğu zaman yalnızca yazmaya değil yazarken onları yaşamaya gayret ettim. Başardım başaramadım o ayrı bir mesele ama dönüp baktığımız vakit Tanpınar'ın yaşadığı yıllar üzerinde yakın tarihimizin en çok durulması gereken bir dönemidir diye düşünüyorum. 1901'den başlayan ömrü, onun ilk hatırlayışları en fazla 3 yaşında başlıyor, 3 yaşından ta 61 yaşında ölünceye kadar yaşadığı zaman dilimine baktığımız vakit çok çalkantılı siyasi inişleri çıkışları hatta yalnız siyasi değil toplumsal tarihsel iniş çıkışları çok karmaşık bir dönem. Yani düşünsenize o imparatorluğun sonunu yaşamış, cumhuriyeti yaşamış, hatta cumhuriyetin en önde gelen neferlerinden birisi olmuş. Sonra arkasından Demokrat Parti devri, onun kendince Demokrat Parti’ye yaklaşımı, tabii yıllar sonrasının yaklaşımlarını önceden düşünmesine imkân yoktu. Göremediği sonraki dönemler, bütün bunların hepsi bu romanı yazarken veya sizin incelik gösterim belirttiğiniz gibi “yaşarken” beni çok etkiledi. Neticede ben 1961’de noktalanmış bir ömre 2020’den dönüp bakıyordum ama sanki o yıllar bence hiç geçmemiş gibiydi.
Sevdiğiniz, önemsediğiniz, hatta öğrendiğiniz bir yazarla yüzleşme, hesaplaşma havası da seziliyor romanın sayfaları arasında gezinirken. Haksız mıyım?
- Evet, haksız değilsiniz. Öyle bir yüzleşme, hesaplaşma havası var romanda. Ama bunu adeta yani şöyle söyleyeyim bir romanın süsü gibi yaptım. Yazarken Tanpınar’la çalışmam için bir sebep yoktu ama romanın içinde bir gerilim olarak kullandım. Çok da fazla kullanmadım, bir iki yerinde… Üzerine gitmek istemedim ama öyle bir iç gerilimin öyle bir çalışmanın renk katacağını düşündüm. Galiba o yüzden yani “Bana yardım etmiyorsunuz…” diye başlayan kısa bir bölüm vardır. Dikkat edilirse romancının, anlatıcının o âna kadar Tanpınar’la iyi geçinip o andan sonra bir süre Tanpınar’a adeta düşmanlık güdüp sonra yeniden eski Tanpınar’a geri dönüşü üzerine bir yapı kurdum. O romanın mimarisi ile ilintili bir şeydi.
Kitabın arka kapağında çok dikkat çeken bir cümle var: “Bu romanı hayatla öldürülenlere yazdım,” diyorsunuz, “burada yazdıklarımı yalnız onların okuyacaklarını biliyorum.” Biraz açalım mı bunu? “Hayatla öldürülen” ifadesini özellikle… Müthiş vurucu, bir o kadar da ağır.
- Evet, kitabın arka kapağındaki sözü vurucu ve ağır bulmanıza çok sevindim. Sonuna yaklaştığım vakit, romanın son bölümlerini yazarken özellikle İspanya’daki Madrid’deki boğa güreşi sahnesini yazmaya çalışırken birdenbire oradaki güreşi seyretmeye gitmiş. O adamın hiç hesaplamadığı bir şekilde o asıl boğa güreşiyle yüz yüze gelişi ve tıpkı o boğanın orada haksız yere öldürülüşü gibi bazı insanların yaşamlarında bu ister bir sanatçı olsun ister herhangi bir insan olsun bazı insanların yaşamlarında da hayatın çok vurucu darbeleri olduğunu ve onun önüne geçilemediğini hissetmenin sonucunda “hayatla öldürülenler” sözünü düşünmüştüm. Arka kapağa da onu kendi vurgum olarak koymayı tercih ettim. Yani bunun sadece bir kader meselesi olduğunu falan ileri sürmüyorum ama bazı toplumsal yapılar, toplumsal ve tarihsel koşullar herhangi bir insan da olsanız sizi büyük çatışmaların ortasında yapayalnız bırakabiliyor. Onu yansıtmak istedim. Tanpınar’ın hayatı, Doğu ve Batı meselesindeki tutumu, onun bizdeki özellikle o yıllardaki genel geçer anlayışın çok dışında bırakılmış. Onun sancısını, işte o hayat dediğimiz o sancıyı çok çekmiş.
Son dönem yazdıklarınızda kahramanlarınız artık yazarlar, yazarlarınız. Neden böyle bir yazın sürecine girdiğiniz, hiç düşündünüz mü bunun üzerine?
- Son yazdıklarımda daha önce de söylediğim gibi Abdülhak Şinasi de, Ahmet Hamdi Tanpınar da, Abdülhak Hamit Tarhan da var. Bunların ilginç ve edebiyatımızda dönüm noktası olan kişiler olmaması belki ilgimi çekti ya da bir ömür boyu onları okumanın getirdiği bir anlayış. Ama bu demek değildir ki bu böyle devam edecek. Şimdi çalışmaya uğraştığım şeyler de pek öyle artık roman yazarları ya da edebiyatçılar üzerinde durmuyorum. Yine herkes gibi insanlara geri dönmeye çalışıyorum.