Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın yönetmeni Can Dündar ve Ankara
Temsilcisi Erdem Gül, MİT TIR'ları davası nedeniyle bugün yine
hakim karşısına çıktı. İşte Can Dündar ve Erdem Gül'ün tarihe
geçecek savunmaları...
Can Dündar'ın savunması şöyle:
Sayın Başkan, Sayın yargıçlar,
Doğrusu bugün sizin yerinizde olmak istemezdim.
Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin kararına uyup bizi tahliye ettiğiniz
için Cumhurbaşkanı’nın açık ithamına muhatap oldunuz ve yandaş
medya tarafından doğrudan hedef hale
getirildiniz. Cumhurbaşkanı, tahliye kararınız hakkında aynen
şöyle söyledi:
“İlk derece mahkeme, kararında direnebilirdi. Dirense olaylar
farklı gelişirdi. Diren bakalım. Anayasa Mahkemesi ne yapacak onu
görelim.”
Bu demeç, Cumhuriyet tarihimizde bir ilktir.
İlk kez bir Cumhurbaşkanı, hukuku hiçe sayarak, bir mahkemeye, Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımama çağrısı yapmaya cüret etmiştir.
Bitmedi.
Bir başka konuşmasında Cumhurbaşkanı, bu hukuksuzluk Avrupa İnsan Hakları mahkemesi’nde cezalandırılırsa “Parası neyse veririz” demeye getirmiştir.
O cümleyi de burada kayda geçirmek istiyorum:
“Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Anayasa Mahkemesi’nin istikametinde karar verirse o da sadece tazminat bakımından bağlayıcıdır; devlet o tazminatı öder”.
Bu sözlerden sonra yandaş basında Anayasa Mahkemesi ve mahkemeniz üyeleri hakkında karalama kampanyası başladı. Yandaş kalemler yeniden tutuklanmamızı isteyen yazılar yazdı. Son olarak duruşmaya saatler kala duruşma savcısının değiştirilmesi, yargı bağımsızlığına ilişkin ciddi kaygılar oluşturdu.
Bugün bu ortamda yapacağınız yargılama, sadece Türkiye’de basın özgürlüğünün değil, hukukun üstünlüğünün de göstergesi olacak. Dünyanın gözleri önünde Türk yargısının bağımsız olup olmadığını da kanıtlayacak.
O yüzden size kolaylıklar diliyorum.
Sayın Başkan,
Önce neyle suçlandığımızı hatırlatayım:
“Devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin etme…
Devletin güvenliğine ilişkin gizli kalması gereken bilgileri casusluk maksadıyla açıklama…
Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etme…
Silahlı terör örgütüne üye olmaksızın bilerek isteyerek yardım etme…”
Bunlarla suçlanıyorum.
Bunları tek tek değerlendireceğim.
Ancak önce izninizle bizi huzurunuza getiren süreci baştan anlatayım:
SÜREÇ
Gazeteciyseniz, hele bir gazetenin yayın yönetmeniyseniz, her gün elinize çok sayıda belge, bilgi geçer.
Biz, gazetemizde uzun süredir Türkiye’nin Suriye politikasını eleştiren yayınlar yapıyorduk. Radikal İslamcı militanların Türkiye’deki kamplarda eğitilip Suriye’ye gönderildiğine, orada yaralananların geri gelip Türk hastanelerinde tedavi gördüğüne, sınırda istihbarat araçlarıyla yapılan silah ve insan trafiğine dair haberler yayımlamıştık. Türkiye’nin oradaki iç savaşa müdahil olmasını sakıncalı görüyorduk.
O yüzden bu konudaki bilgi ve belge akışımız yoğundu.
Geçen yıl Mayıs ayı sonunda benim elime bir görüntü ulaştı.
Görüntü, 19 Ocak 2014 günü Adana’da Ceyhan ilçesi Sirkeci gişeleri önünde çekilmişti.
Görüntüde 3 TIR’ın il jandarma komutanlığına bağlı askerlerce durdurulduğu, araçtakilerin yaka paça indirildiği, yüzükoyun yere yatırılıp ellerinin arkadan kelepçelendiği görülüyordu.
TIR’lara eskortluk yapan araçtakilere de jandarma komando ekiplerince uzun namlulu silahlarla müdahale ediliyordu.
Müdahale sırasında kelepçelenenlerin ısrarla MİT mensubu olduklarını söyledikleri, ama dinletemedikleri işitiliyordu.
Peki bu görüntüler bir “SIR “ teşkil ediyor mu?
Önce buna bakalım:
HABER 16 AY BOYUNCA YAZILIP TARTIŞILMIŞTI
Bizim bu haberi ilk veren gazete olduğumuz zannediliyor.
Büyük hafıza kaybı…
Olayın ilk kez kamuoyuna yansıması, bizim haberimizin çıkmasından 14 ay önce, TIR’ların çevrilmesinin hemen ertesi günüdür.
20 Ocak 2014 tarihli gazeteler MİT’in kontrolündeki TIR’ların jandarma tarafından durdurulduğunu manşetten vermişti.
Hemen ertesi gün, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, TIR’larda silah taşındığını belirtmiş, MİT’in silah kaçakçılığı görevi olmadığını söylemiş, “Türkiye’nin uluslararası alanda meşruiyeti tartışmalı konuma geliyor” demişti.
AKP Sözcüsü Ömer Çelik, TIR’larda ne olduğu kimseyi ilgilendirmez deyince CHP Grup Başkanvekili İnce, “Vergilerimizle El Kaide’ye, ÖSO’ya silah gönderiyorsanız, ülkemizin başını belaya sokuyorsanız bizi ilgilendirir” cevabını vermişti.
Konu Meclis’te defalarca gündeme gelmiş, aydınlanması için soru önergeleri verilmiş, Cumhurbaşkanı, Başbakan bu konuda demeçler vermişti.
Demem o ki, bu bir sır ise de, bizim haberimizin çıkmasından 16 ay önce deşifre olmuş, sır vasfını yitirmişti.
21 Ocak 2014 tarihli Aydınlık gazetesi, o silahların fotoğrafını da yayınlamıştı. Yani gizlilik çoktan ortadan kalkmıştı.
Bu kadar bilinen bir haber, her yerde yayınlandıktan sonra Cumhuriyet’te çıkınca olay olup müebbetlik suç sayılıyorsa, ben burada, haberi görmezden gelinen diğer gazeteler adına mahcubiyet, kendi gazetem adına gurur duyarım. Demek ki hiçbirinde olmayan bir etkileme kudretine sahipmişiz ki, onlar yazınca görmezden gelinen konu, biz yazınca hadise oldu.
HABER Mİ DEĞİL Mİ?
Bizim haberimizde yeni olan, baskın esnasında çekilen görüntülerdi. Peki o görüntülerde ne vardı?
Bu görüntüler, yargılanmamıza neden olan suçlamanın delili olduğu için burada birlikte izlememizin ve üzerine bir değerlendirme yapmamızın önemli olduğuna inanıyorum.
İzninizle filme yakından bakalım ve bunun haber değeri taşıyıp taşımadığını birlikte tartışalım.
Bir ülke düşünün:
İstihbarat teşkilatının silah taşıdığı TIR’lar, 150 jandarma tarafından durdurulsun. Jandarma İstihbarat subayları ile milli istihbaratın elemanları birbirlerine silah çeksin. Jandarmalar, istihbaratçıları kelepçelesin.
Devletin valisi, “TIR’ları bırakın” diye jandarmaya talimat versin.
Jandarma dinlemesin. TIR’ların önünü kesen istihbaratçılar anahtarları alıp kaçsın; yumruklaşmalar sonunda anahtarları geri alan jandarma TIR’ları parka çeksin.
Bütün bunlardan MİT bölge başkanının haberi olmasın.
Vali gelip TIR’ların kasasının açılışına ve silahların
görüntülenişine nezaret etsin.
O kasalardan, ilaç kutularının altına gizlenmiş halde, 2 bin havan
ve top mermisi, 80 bin makineli tüfek mermisi çıksın.
O sırada Emniyet Müdürü gelip polislere TIR’ların etrafını çevirme
emri versin.
Ve TIR’lar yeniden MİT’e teslim edilip silah yüklü şekilde sınırı
geçsin.
Bir devletin polis, jandarma ve
istihbaratçıları, silah dolu bir TIR önünde güpegündüz, ortalık
yerde, birbirine silah çeker ve çatışmanın eşiğine gelirse, kusura
bakmayın, bu, dünya çapında bir skandaldır ve çok büyük bir
haberdir. Dünyanın her yerinde gazetecilere sorabilirsiniz. Bu
haberi yapmayana gazeteci denmez.
Nitekim biz bu tablonun vahametini “Devletin
bittiği an” manşetiyle verdik.
ASIL SUÇLULAR YALAN SÖYLEDİ
İşin bir başka boyutu da yetkililerin her birinden ayrı bir
açıklama gelmesiydi. İstanbul Başsavcı vekili, “Görüntüler
kurgu” diyerek erişim yasağı getirdi ve soruşturma başlattı.
Adana savcılığı da “Gerçeği yansıtmayan, sahte görüntüler
yayınladığımız” gerekçesiyle soruşturma açtı.
Görüntüler gerçek değilse niye sır kabul ediliyordu
ki?
Sahte görüntülerle nasıl casusluk yapılırdı
ki?
Sonra komik olduğunu anladıkları bu iddiadan
vazgeçtiler.
Bu sefer de “Silah yoktu, insani yardım
malzemesi taşınıyordu” yalanına sığındılar.
Oysa o zamana kadar gönderilen insani yardımlar, propaganda
amacıyla hep teşhir edilmişti. Bu sefer gizlenmesinin nedeni silah
naklediyor olmasıydı.
MİT, yurtdışına silah sevkinin yasadışı olduğunu
bildiği için, savcılığa, bunun Türkiye’deki birimler arası nakil
işlemi olduğunu söyledi.–ki aslında buna da yetkisi yoktu, ama
söylenen yine yalandı.
Başbakanı Davutoğlu, 29 Mayıs’ta Fransız Haber
Ajansı’na “Yardım Özgür Suriye Ordusu’na gidiyordu” dedi. Ertesi
gün Ankara’da fikir değiştirdi, “”O yardımlar Suriye’de Bayırbucak
Türkmenlerine gidiyordu” diye düzeltti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da aynı görüşü tekrarladı;
“Türkmenlere insani yardım yolluyorduk” dedi.
Oysa silahlar Türkmenlere gitse, onlara yakın
bir sınır kapısı tercih edilmeliydi; Reyhanlı kapısı, Nusra
Cephesi’ne yakındı.
Nitekim Bayırbucak Türkmen cephesi komutanları
kendilerine böyle bir silah yardımı ulaşmadığını açıkladı.
O dönem MHP’de Genel Başkan Yardımcısı olan, halen
Başbakan Yardımcısı koltuğunda oturan Tuğrul Türkeş, “Bizim o
bölgeyle irtibatımız var. Huzurunuzda yemin ediyorum: Vallahi de
billahi de o silahlar Türkmenlere gitmiyordu” dedi.
Kaldı ki Türkmenlere gidiyor olması, devletin illegal silah
taşımasını meşru kılmıyordu. TIR’larda silah olduğu
görüntülerle ortaya konunca Erdoğan, “Silahsa silah, ne olmuş yani”
deme noktasına geldi. Devletin, istihbarat teşkilatı eliyle,
illegal yoldan komşu ülkeye silah sevk ettiği apaçık ortaya
çıktı. TIR’lardan çıkan mühimmat, orada tespit edilmiş ve
jandarma kriminoloji laboratuvarınca belgelenmiş, rapora
dökülmüştü. O raporlar da gazetemizde yayımlandı. Şimdi
bu raporlardan dolayı da yargılanıyoruz. Yapılan, hem ulusal
ölçekte, hem uluslararası ölçekte suçtu. Ama suçlular değil,
suçu ortaya çıkaranlar suçlandı. Çevirme kararını veren savcı,
emri uygulayan jandarma komutanları, hâkimler, hatta silahları
koklayan polis köpeğinin görevden alındığı açıklandı. Ancak bu
illegal operasyonda görev alan, yasalara aykırı olarak silah nakli
yapan hiçbir hükümet veya istihbarat yöneticisi
sorgulanmadı. Hükümet işlediği suçun, istihbarat teşkilatı
beceriksizliğinin hesabını vereceği yerde, suçu ortaya çıkaranlara
saldırmayı tercih etti. Suçlular değil, biz karşınıza geldik.
NEDEN YAYINLADIK?
Haberi yayınladığımız gün, neden yayınladığımızı başyazımızda şöyle
ifade ettik: “Patlaması halinde bir şehri yok edecek kadar çok
silah, bu ülkenin hava limanına gizlice indiriliyorsa, O
silahlar TIR’lara yüklenip bu ülkenin şehirlerinden,
topraklarından, sınırlarından geçiriliyorsa,
O silahlar, o ülkenin bütün denetim kurumlarından, meclisinden,
halkından habersizce, komşudaki bir savaşın taraflarından birine
destek olmak için gönderiliyorsa,Gönderilen taraf, bu ülkenin
sınırları içinde silahlı eylem yapmış, bu ülkeyi sık sık tehdit
etmiş, vahşi bir terör örgütüyse, Gönderen hükümet, bu
silahların mevcudiyetini ısrarla reddediyor, bu silahları durduran
askeri yetkilileri görevden aldırıyor, bu silahlar hakkında
soruşturma açan savcıları tutuklatıyor, yargılatıyorsa, Bu
ülkenin halkı, bu silahlar dolayısıyla karşı karşıya olduğu
riskleri bilmiyor, bu sevkiyatın hayati, siyasi, hukuki, diplomatik
sonuçlarından haberdar olamıyorsa,
Yapılan örtülü operasyon başlı başına bir suçsa ve hiçbir yasa,
bir suç eylemini meşrulaştırmaya kifayet etmiyorsa, Bir
gazetenin, bir gazetecinin görevi okurunu bilgilendirmek, halkı bu
tehlikeden, bu tehditlerden haberdar etmek, bu maceraya kalkışan
yetkilileri ikaz etmektir. Cumhuriyet, bu sorumluluğun
bilinciyle bu görüntüleri yayınlıyor.”
Erdem Gül'ün savunması şöyle:
"Ülkemizin dünyanınn seçkin bir üyesi olduğunu anlatmak için işleyen bir demokrasiye en fazla kanıt gösterdiğimiz kurumların başında, parlemento, seçimler, bağımsız ve tarafsız yargı ile basın özgürlüğü gelir. Siyasi liderlerimiz de dünya ve Avrupa vitrinine çıkmak istediklerinde bu kurumların altını hep çizmişlerdir. Bu kapsamda ülkemizin en önemli değerlerinin başında yine ülkedeki farklı fikir, görüş ve yaklaşımların sesi konumundaki, anayasal olarak da güvence altına alınmış, basın hürriyeti gelmektedir.
Türkiye’de, dönem dönem çok ciddi müdahaleler ve çok büyük tartışmalar yaşansa da ülkenin canlılığını ve çok sesliliğini yansıtan basın, artık kendi geleneğini yaratan tarihi bir geçmişi arkasında taşımaktadır. Özgür düşünce, özgür haber alma hakkı batının bir değeri olarak ortaya çıkmasına karşın basın, bizde de artık köklü bir tarihe sahiptir.
‘Hürdür, sansür edilemez’ ifadesiyle anayasal güvence altında olan basının Türkiye’deki siyasal iktidar değişimlerinden doğrudan etkilenmeden halkın doğru haber alma hakkını kendi yayın çizgisi çerçevesinde olağan bir şekilde sürdürmesi beklenir. Hükümet değişimleri ve onların farklı icraatlarının bir ülkedeki özgür basının, yayın çizgisinde ciddi bir etkilenme yaratması akla bile gelmez. Tıpkı, tarafsız ve bağımsız yargı gibi. Tüm dünyada da bu böyledir.
Ancak bizde durum biraz daha farklı. Bizde basın öteden beri Türkiye’nin siyasal, sosyal tüm çalkantılarından birebir etkilenerek varlığını sürdürmektedir. Aslında basının doğrudan okuruyla ve halkla etkileşim içinde kendi yayınını südürmesi beklenir. Ama çoğunlukla bu böyle olmaz. Siyasal iktidar başta olmak üzere güç odaklarının sürekli merceği altında yaşamaya mecbur bir haldedir.
“Basın ülkenin aynasıdır” denilir. Ülkemizi yansıtan ayna olan basınımız içinde bulunduğumuzu dönemde yine hassas ve kritik bir süreçten geçiyor.
Haberin tamamı için TIKLAYINIZ