Star TV'nin eski Genel Yayın Koordinatörü gazeteci Uygar Eremektar, bir süredir kanser tedavisi gören ve dün akşam hayata gözlerini yuman ünlü gazeteci, yazar, şair, çevirmen ve oyuncu Ülkü Tamer'e duygusal bir yazıyla veda etti...
İşte, Eremektar'ın o yazısı:
"Ülkü Tamer’in ardından...
“Biz büyüdük ve kirlendi dünya...”
O tiz çınlama üzerine gayri ihtiyari baktığımda cep telefonunun ekranına, iliklerime kadar titredim.
Sonra bir üşüme geldi.
Telefonun ekranında “Ülkü Tamer hayatını kaybetti” yazıyordu.
Ülkü Tamer...
Milliyet Çocuk’u çıkartan adam.
Elbette şair, edebiyatçı, gazeteci, oyuncu, çevirmen ama...
Ülkü Tamer, Milliyet Çocuk’u çıkartan adam.
Biz 50’li yaşlarını sürenler, hatta belki de 45 üstüler Milliyet Çocuk’u gayet iyi bilirler.
Bir çocuk dergisi hayal edin, Aziz Nesin yazarı olsun. Hatta Haldun Dormen... Müjdat Gezen... Umur Bugay... Orhan Boran... Çizerler Mıstık, Tan Oral, İsmail Gülgeç... Daha niceleri...
Aslında hayal edin derken bugünün kuşağına diyorum çünkü bizim kuşak için bu hayal değil gerçekti. Biz, bizim için kaleme sarılan Aziz Nesinler’le, Haldun Tanerler’le büyüdük. Soru sormayı öğrendik. Düşünmeyi, giderek akıl yürütmeyi.
“İliklerine kadar titremek” nedir, daha önce deneyimlemiştim. Ama “Ülkü Tamer hayatını kaybetti” cümlesini okumak, beni iliklerime kadar ürpertti. Ülkü Tamer, bu ülkenin mumla aradığı, daha da çok arayacağı aydınlarından biriydi.
Babam Karikatürist Mıstık’ın çok sevdiğim bir sözünü dile getiririm arkadaşlarıma hep. Aziz Nesin’in memleketin aptal yüzdesiyle ilgisi sözlerinin tartışıldığı günlerdi. Konuşmamızın bir yerinde birden durup “oğlum bu ülkede aydın çok az, hepsi loş” deyiverdi.
Hep ‘aydın’ kelimesinin tarif ettiği yüzleri kafamda canlandırmaya çalıştım bu yüzden. Ülkü Tamer, her şey bir kenara, o kocaman gülümsemesiyle zaten apaydın bir adamdı.
Onu bıyıksız da defalarca gördüm, konuştum ama “benim Ülkü Tamer’im” bıyıklı. Öyleydi 1977’de. Odasına giden yol Mine Abla’nın masasından geçerdi. Mine Abla Ülkü Amca’nın sekreteriydi. O dev gibi güler yüzlü adama açılan kapıya ulaşmak için, masmavi gülen gözlü, sevecen bu abladan geçerdi yol. Milliyet Çocuk Dergisi koridorunun sonuydu orası.
Ülkü Amca’nın odasında keyifli sohbetlerin, kahkahaların ardı arkası gelmezdi. O yüzden ne zaman fırsat çıksa, hep babamla gitmek isterdim Cağaloğlu’na.
Sadece o yüzden değil; bir de kendimi önemli hissederdim. ‘Uzay Çocukları’nın konuşma balonlarının boyalarını temizlediğim için, “oğlum yardım ediyor”du hani! En azından babam beni öyle havaya sokuyordu.
Bir kaç yıl sonra Ülkü Amca’nın, Milliyet Çocuk Dergisi’ni çıkartan amca olmanın ötesinde, bu ülkenin sayılı aydınlarından olduğunu kavradığımda, kendimi bambaşka bir dünyaya ait hissedecektim.
Ülkü Tamer, bu ülkenin çocuk edebiyatına damga vurmuş süreli yayınına imza atmıştı. 24 Ocak 1977 tarihli ilk sayıyla birlikte, gazete bayiine gidip dergi soran çocuk kuşağı yaratan ilk ve son edebiyatçı olduğuna hiç kuşkum yok.
Ama sonra, hani şarkıdaki gibi, “biz büyüdük ve kirlendi dünya”.
Milliyet’in satışıyla ilk kez bir ‘işadamı’ gazete patronu oldu. Çok geçmeden Milliyet Çocuk ‘içerik’ değiştirdi. ‘Onca maliyet’ yerine ‘dışarıdan hazır satın alınan malzeme’ ile yayınına devam etti. Derken künyesi de değişti.
Biz 50’li yaşlarında olanların bugün ufkumuz açıksa, dünyaya soru sormaya cesaret ederek, empati kurmaya önem vererek yaklaşabiliyorsak, elbette ailelerimiz ama aynı zamanda Milliyet Çocuk’tur temeli.
Yani, Ülkü Tamer’dir.
Benim için ‘ağır’ satırlar şimdi başlıyor.
Çünkü, galiba Ülkü Amca bana küsmüştü. Hatta belki de bizim kuşağımıza. Onun onca emek, düş ve düşün gücüyle yoğurmaya çalıştığı kuşağa.
Çünkü bundan 5 yıl kadar önce, beni aradı Ülkü Amca. O sıra Star TV Haber Merkezi’nin Genel Koordinatörüydüm. Bu afilli ‘koltuk’ isminin, 2016 Türkiyesi’nde hiçbir şey ifade etmediğini nasıl açıklayabilirdim ki ona?
Bir yarışma programı projesiyle geldi. Televizyonlardaki ‘sığlıktan’ gına gelmişti. Yaratıcı, kültür donanımına dayalı ama aynı zamanda çağın yükselen değeri ‘kazanç fırsatları’ da içeren bir format düşünmüştü.
Ama, bir de, çalışmak istiyordu.
“Ülkü Amca” diye karşıladığımda, “ne amcası yahu, abi de bari” dedi.
Kendimi zorlaya zorlaya, her seferinde ağzımdan çıkacak kelimeyi kontrol etme zorunluluğu hissederek “Ülkü Abi” demeyi ve bütün konuşmamı öyle sürdürmeyi başardım.
Ama esas gerekeni başaramadım.
Ülkü Abi’nin anlattıklarını, ‘işi bu olanlar’a anlatmayı!
“Yav bir yarışma programına ne dersiniz, kültür içerikli gibi görünüyor ama kazanç da vaad ediyor” diye yeltendiğim soruya aldığım yanıtı anlatmamın bir anlamı olmadığını biliyorum.
Ne var ki, kimseyi suçlamıyorum.
Çünkü, asla kabul edilmeyeceğini bildiğim bir öneriyi “hamili kart yakinimdir” tonlamasıyla seslendirmiş olmak, suçu önce bana yükler.
“Yav abi şaka mısın” yanıtını alınca tırsıp, bir daha konudan dahi söz etme cesaretini gösterememek, suçu bir daha bana yükler.
Ülkü Abi.
Ülkü Ağabey.
Seninle Mıstık Parkı’nda buluşup sohbet edecektik daha.
Ne var ki, büyük olasılık küsüp, telefonumu açmadın.
Sen bizim kuşağımızın heyecanı oldun. Bize meraklanmayı öğrettin, hem de okuyarak. Giderek soru sormayı öğrendik, sorgulamayı, şüpheciliği, anlamaya çalışmayı, empati kurmayı.
Yani sen benim heyecanım oldun; bense büyük olasılık hayal kırıklığın.
Hakkını helal eder misin bilmiyorum Ülkü Abi.
Geldiğimiz noktada, bizim kuşağın, özellikle de mürekkeple uğraşanların büyük bölümünün bunu hak etmediğini biliyorum.
Ve hak etmediğimi...
Işıklar içinde uyu.
Sen o ışıklara ışık katanlardansın."