Neslihan Acu’nun son romanı “İyi Tanrının Çocukları” bir süre önce raflardaki yerini aldı.
6. kitabını Doğan Kitap’tan çıkartan Neslihan Acu’ya, kitap dünyası, okur, sosyal medya, yazarlık ve yazarları sorduk...
Yeni romanın İyi Tanrının Çocukları çıktı. Bu altıncı romanın. Durumdan memnun musun? Türkiye’de edebiyat okunuyor mu?
Maalesef edebiyat pek okunmuyor. Romana, öyküye, şiire ilgi az. Romanda “best seller” tarzı tercih ediliyor. Yani hareketli, bol karakterli, tempolu romanlar. Aslında bütün dünyada olay bu. Ama diğer ülkelerde iyi edebiyat da kendine yer bulabiliyor, okur sayısı daha az da olsa. Bizde ise pek bulamıyor. Benim şöyle bir gözlemim var: Bizde insanlar kitap okumaya çok “faydacı” yaklaşıyorlar. Temel amaç, “hızlıca” bir şeyler öğrenmek. Roman’dan bile bunu talep ediyorlar. Bir taraftan hızlı bir olay örgüsü olsun, eğlenceli olsun, bir taraftan şurasına burasına bol miktarda bilgi serpiştirilsin.. Bu faydacı yaklaşımın temelinde tabii ki, okumanın “sıkıcı” bir şey olduğu inancı var. Acı ama gerçek: Okumakla arası iyi olmayan bir ülkeyiz. 80 milyonluk ülkede iyi bir romanın, iyi bir öykünün taş çatlasa 2 ya da 3 bin okuru var.
Ama çok satan yazarlar var, yani edebiyat olarak…
Elbette. Uzun yıllarını yazmaya adamış çok önemli yazarlarımız var. Onların kitapları elbette çok satıyor. Zaman içersinde okur kitlesini çok büyütmüşler çünkü. Ama yine de bir Avrupa ülkesiyle falan karşılaştırdığınızda bence satışlar düşük. Bir de şu var: Ünlü yazarların çok satılan bu kitapları acaba ne oranda okunuyor? Ciddi bir okuma güçlüğü var toplumda.
Okuma güçlüğü derken?
Ülkede hayat aşırı hızlanmış durumda. Normal bir ülkede bir yılda ancak hazmedilecek olaylar bizim ülkede sadece 1 günde gerçekleşiyor. İnsanlar tepe sersemi oldular. Nefes nefese gündemi yakalamaya uğraşıyorlar. Bu hengamede roman okumaya ne vakit var, ne de istek. Aslında fena halde yanılıyorlar. Edebiyat tam da böyle zamanlar içindir. İnsanlar kendilerini kaybolmuş, savrulmuş hissettiklerinde, iyi romanlar her zaman yol gösterir. Ama tabii onların rehberliğinden yararlanmak için önce bir durmak, nefeslenmek, sakinleşmek gerekiyor.
Çoğu insan “okuyamıyorum, konsantre olamıyorum” şikayetinde…
Eğitim sisteminden kaynaklanan bir arıza hali. Tümüyle ezbere dayalı sistem, beyin gelişimini engelliyor. Test sisteminin çocukları önlerine ancak maddeler halinde bir şeyler konduğunda ilgileniyorlar. Uzun bir yazı gördüler mi derhal kaçıyorlar. Düşünün, kısacık gazete köşe yazıları bile “blok” halde olduğunda okunmuyor. Onların bile “liste” şeklinde yazılması lazım, aksi halde rating almıyor. Ahmet Hakan bu gerçeği ilk keşfeden köşecilerden biriydi, o yüzden çok okunuyor. İnsanlar (gençler dahil) çok yorgun bu ülkede. Bütün bu şok şok şok’lu gündem, aşırı cep telefonu ve sosyal medya kullanımı ciddi bir fiziksel yorgunluk ve konsantrasyon kaybı yaratıyor. Ben insanların yüz yüze muhabbette bile zorlandıklarını görüyorum. Konuşulan şeye odaklanamıyorlar, akıllarının yarısı cep telefonlarındaki biplemelerde. Konuşmalara bile odaklanamayan insanlar bir romana nasıl odaklansın?
Peki bu kadar az okunuyorsa neden bu kadar çok kitap basılıyor?
Bu iş bir sektör. Ve her zamanki taktiğimiz yürürlükte. Ya tutarsa taktiği. Hiç ummadığınız bir kitap çok-satar olup, yazarının ve yayıncısının yüzünü güldürebiliyor. Kitap artık bir meta. İnsanlar ayakkabı ya da çanta alır gibi kitap alıyorlar. Görünüşü, duruşu, mesajı hoşuna giderse. Kitabın kendisi değil, imajı ve vaat ettikleri önemli. Kitabın modası var. Çok satılan kitaplar daha çok tarih, yaşam koçluğu, beslenme vs konulu kitaplar. Daha önce tarihi konulara bir hücum olmuştu. Şimdilerde ise meleklerle, cinlerle, evliyalarla ilgili kitaplarda patlama var. Çünkü insanlar “nasıl” yaşayacaklarını bilemiyorlar. Büyük bir mutsuzluk var. İlişkiler yürümüyor, her şey yalan olmuş, kadınlar mutsuz, erkekler mutsuz, çocuklar mutsuz. Depresyon hapları kullanımında patlama var. Yaşamla ilgili tüyolar veren kitaplara da, depresyon haplarına saldırdıkları gibi saldırıyorlar. Bu mutsuzluğa bir çare bulur muyuz acaba diye. Aslında içlerinde bulundukları durumu “mutsuzluk” olarak da tarif etmiyorlar. Daha çok, bir “başarısızlık” sayıyorlar bunu. Çünkü son 20 yılda ülke çok değişti, “başarılı olma şartı” giyotin gibi herkesin tepesinde sallanıyor. Tahmin edeceğiniz gibi, başarı da paraya endekslenmiş. Sadece bol para harcayabilenler, alemlere akabilenler, iyi işlerde çalışabilenler, dış görünüşleri süper olanlar başarılı sayılıyor. Gerçekte ise en mutsuz olan kesim bu. Çünkü görünürde her şeyleri var ama realitede hiçbir şeyleri yok.
Hiçbir şeyleri yok derken…
Mutluluk paylaşmakla ilgili bir şeydir. Eldekini paylaşmak, duyguları paylaşmak, kahkahayı eğlenceyi paylaşmak… Oysa bizde 80 sonrası dayatılan şey şu: Asla paylaşma! Hep kendine yont! Korkunç bir bencillik bataklığına gömüldük. Bol parası olanlar akla hayale gelmedik gereksiz yerlere savuruyorlar paralarını, hiç parası olmayanlar ise yoksulluktan kıvranıyor. Sanki 2 farklı ülke gibiyiz. Zenginler ülkesi ve yoksullar ülkesi. Ama her iki kesimin de sorunu aynı: Yoksunluk. Yoksunluk farklı bir şeydir. Eksikliktir. İnsanlığın kaybı, merhametin kaybı, empatinin kaybı, adaletin kaybı neden oluyor bu yoksunluk hissine.
Artık sosyal medya okuyoruz. Twitter, Facebook... Okuma kapasitemizin önemli bir süresini işgal ediyor? Bu iyi bir şey mi? Ne kazanıp ne kaybediyoruz?
Sosyal medya takipçiliğinin iki nedeni var: Biri, gündemi kaçırma korkusu. Her şeyden haberdar olmak, her şeyi bilmek isteği. İkincisi ise kısa yoldan/ fazla zahmete girmeden bir şeyler öğrenme ve o bilgiyi satma / çevirme isteği. Twitter ve facebook bu anlamda şahane ortamlar. Orada kendinize biraz zeka yardımı ile acayip şık profiller yaratabilirsiniz. Bir yandan da bir tür çöplük bu ortamlar. Yalan yanlış bilgiler, çarpıtma haberler, dedikodular gırla. Altyapınız sağlam değilse, kafanız yalan yanlış bilgilerle dolabilir. Nitekim doluyor da. Ama ben yine de sosyal medya’dan yanayım. Müthiş bir eşitlik sağlıyor. Herkese “kendini ifade edebilme” fırsatı sunuyor. Ve son derece saydam ortamlar. Herkesin röntgenini çekip, elinize veriyor. Daha önceleri geleneksel medyadan tanıyıp da bir halt sandığımız nice insanı hurdaya çıkardı sosyal medya. Öte yanda, birçok “fenomen” yarattı. Sosyal medya olmasaydı ne Gezi diye bir şey olurdu ne de doğa yıkımına karşı şu andaki gibi bir muhalif duruş oluşurdu. Geleneksel medya doğa kıyımını hiçbir zaman umursamadı çünkü.
Böyle bir toplumda edebiyatın, romanın işlevi var mı?
Elbette. Hem de çok büyük bir işlevi var. Empati duygusunun bu denli sıfırlandığı bir ülkede herkesin roman okuması lazım. Ne kadar zorlanırlarsa zorlansınlar, bu şart. Çünkü romanlar empati duygusunu geliştirir. Başka birisinin kurguladığı bir dünyaya girersin, roman karakterlerini tanırsın, duygularını keşfedersin… İyi yazılmış her roman, insana yeni bir dünya sunar. Erkekler son yıllarda neden bu kadar kabalaştı, zontalaştı mesela? Tamamen empati yoksunluğundan. Kendi gerçeklerinden başka gerçek tanımıyorlar. (onu da tanımıyorlar, o ayrı!) Kadınları anlamaya, bir ilişki için çabalamaya gönülleri yok. Çünkü böyle bir çaba için yeterli “altyapıları” yok. Kafalarında bir iki klişe var: Eğlenilecek kızlar / evlenilecek kızlar klişesi, ciddi ilişki yaşamaya değecek kız bulamıyorum klişesi vs vs. Çoğu roman okumayı “kadınsı” bir iş gibi görüp, küçümsüyor. Büyük bir sığlık var erkekler cephesinde. Kadınlar bozulduysa, önce erkekler bozulduğu için. Bunu anlamıyorlar.
Eskiden farklı mıydı peki?
Farklıydı. İnsanlar, kadını olsun erkeği olsun, bu kadar yüzeysel değildi. Bir orta sınıf vardı. Hayat şartları bugünkü kadar vahşi değildi. İnternet, cep telefonu gibi şeyler akılları başlardan almadığı için, insanlar birbirine daha yakındı. Çocuklar böyle korkunç stres altında değildi. Mahalledeki ilkokulda okur, sonra mahalledeki liseye devam ederdin. Kitap okumaya, konuşmaya tartışmaya vakit vardı. Şimdi, google’dan roman özetleri bularak ödev yapıyorlar. Kitap okumak bir zevk değil artık. Anlamsız bir iş, bir hamaliye onlar için.
Yani eskiden durum çok iyiydi mi diyorsun?
Hayır. Hiç öyle bir şey söylemiyorum. Tam tersine, geçmişin hataları yüzünden bugün bu haldeyiz. Bizim toplumda en büyük hata, sanatın “seçkinler” için sanılması, aşırı yüceltilmesi, ulaşılamayacak yerlere koyulmasıdır. Hep böyle bir tavır vardı. Sıradan vatandaşa sen bu romandan, bu konserden, bu tiyatrodan anlamazsın tavrı. Hep bir aşağılama. Özellikle eleştirmenlerin afrasından tafrasından geçilmiyordu ortalık. Ne oldu? Dükalıkları yıkıldı gitti, havaları söndü. Ama şimdi de bir kaos var. Yüzlerce kitap basılıyor. Okumaya gönülsüz ve kafası karışık okuru doğru yönlendirecek nitelikli eleştirmen kıtlığı içindeyiz.
Eleştirmenlerin hataları neler peki?
Bir kere eleştiri kurumu yok şu anda. Sadece “kitap tanıtımı” var artık. Ortak menfaatler uğruna tanıdıklar birbirini koltukluyor. Gerçek bir eleştiri hiçbir yerde yok. Benim son roman İyi Tanrının Çocukları için Radikal Kitap ekinde bir arkadaş, arka kapağı okuyup “aşk romanı” deyip geçip gitmiş mesela. Bayılıyorlar böyle etiketler yapıştırmaya. Ha, bu çocukların da suçu yok tabii. Medya patronları elamanlarına doğru düzgün ücret ödemezlerse, ucuza gelsin diye, de’leri da’ları bile doğru kullanamayan insanları editör diye, eleştirmen diye oraya oturturlarsa, sonuç bu olur. Sonuç olarak, kitaplar bu toz duman içinde çıkıyor piyasaya. Ve birçok iyi roman, gün yüzü görmeden gömülüp gidiyor. Bu durumlara küsüp artık yazmayan birçok iyi yazar tanıyorum.
Senin de belirttiğin gibi, bizde romandan çok inceleme, araştırma kitapları satıyor. Bunun anlamı nedir? Öğrenmeye çok mu meraklıyız?
Evet, öğrenmeye çok meraklıyız. Ama kişilik geliştirmek için değil, o bilgiyi allayıp pullayıp satmak için! Bu durumda, o bilgi hiçbir işe yaramıyor tabii. Aksi halde, şu anda dünyanın en aşmış ülkesi olmuştuk. Facebook’da, twitter’da paylaşılan aforizmaların, enformasyonun haddi hesabı yok. Ama hiçbir işe yaramıyor. İnsanımız hala sığ, bencil, kafatasçı, iletişime kapalı. Çünkü bilgi, içselleştirilmediğinde hiçbir işe yaramıyor. Bizde bilgi içselleşmiyor, yaka süsü gibi bir yerlere takılıp, gösteriş yapmada kullanılıyor. O yüzden etrafta ansiklopedi gibi bilgi biriktirmiş ama kişilik olarak hiç gelişmemiş yığınla insan var. Özellikle erkekler böyle.
Artık sosyal medya okuyoruz. Twitter, facebook... Okuma kapasitemizin önemli bir süresini işgal ediyor? Bu iyi bir şey mi? Ne kazanıp ne kaybediyoruz?
Yukarıda bahsettiğim nedenler... Kısa yoldan/ fazla zahmete girmeden bir şeyler öğrenme ve o bilgiyi satma / çevirme isteği. Twitter ve facebook bu anlamda şahane ortamlar. Orada kendinize biraz zeka yardımı ile acayip şık profiller yaratabilirsiniz. Bir yandan da bir tür çöplük bu ortamlar. Yalan yanlış bilgiler, çarpıtma haberler, dedikodular gırla. Altyapınız sağlam değilse, kafanız yalan yanlış bilgilerle dolabilir. Nitekim doluyor da. Ama ben yine de sosyal medya’dan yanayım. Müthiş bir eşitlik sağlıyor. Herkese “kendini ifade edebilme” fırsatı sunuyor. Ve son derece saydam ortamlar. Herkesin röntgenini çekip, elinize veriyor. Daha önceleri geleneksel medyadan tanıyıp da bir halt sandığımız nice insanı hurdaya çıkardı sosyal medya. Öte yanda, birçok “fenomen” yarattı. Sosyal medya olmasaydı ne Gezi diye bir şey olurdu ne de doğa yıkımına karşı şu andaki gibi bir muhalif duruş oluşurdu. Geleneksel medya doğa kıyımını hiçbir zaman umursamadı çünkü.
Yeni yazarlar arasında kimler dikkat çekiyor?
Valla ben tüm yayınevlerini izlemeye çalışıyorum. Doğan, Metis, Sel, Everest, İletişim, Can... Çok iyi kitaplar çıkıyor. Ama beni en çok mutlu eden şey, çocuk ve genç edebiyatına son yıllarda büyük önem verilmesi. Bu ülkede insan kalitesi düzelecekse, bu ancak gençlerin iyi kitaplar okumasıyla olur. Bu anlamda ON8 romanlarını çok beğeniyorum. “Genç” okur için inanılmaz kitaplar sunuyorlar. Domingo ve Aylak Kitap’tan da çok iyi romanlar çıkıyor. Yani aslında büyük bir çeşitlilik var kitap piyasasında. Ve bu çok iyi. İhtiyacımız olan tek şey doğru düzgün eleştirmenler. Yazarlar ve yayıncılarla, okurlar ve okumaya çalışanlar arasında “köprü” olabilecek, nitelikli insanlar.
En son hangi kitapları okudun?
Roman olarak Karen Joy Fowler’dan Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik, Nermin Yıldırım-Unutma Dersleri, Murat Özyaşar-Sarı Kahkaha, David Gilmour-Film Kulübü, Marie sabine Roger- Allak Bullak, Daniel Höra-Vahşi Sürü ve Patricia Duncker- Foucault’yu Sayıklamak, Patrick DeVitt- Sisters Kardeşler.