Emin neden sanat, neden sinema?
Neden sen? Radikal’de başka kimse yok mu da seni
gönderdiler?
Var da onlar senin gerçek yüzünü bilmiyor. Ben kamuoyunu
aydınlatmak için buradayım.
O zaman beni ne kadar yanlış tanıdığını itiraf ederek
başlayabilirsin.
Tamam, buradan başlayalım. Malum, memlekette erkek arkadaş
grupları ‘hayalleri gerçekleştirme’ fikrine soğuk yaklaşır. Biz de
öyleydik. Sen de ‘zanat’ için film yapmaya çalışan, hiçbir zaman
başaramayacak olan, sürekli yakınan biriydin. Meğer bildiğin doğum
sancısıymış.
Yaa yaa, inanmadınız bana, ama ben haklı çıktım.
Haksızlık etme. Bizim de katkımız oldu. Bu filmden önceki
kısa filminin bir yapımcısı sensen diğeri kimdi? Açıkla bunu
kamuoyuna?
Üç kuruş para verdin. Onore edelim dedik. Geldiği yere
bak.
İyi de o film olmasaydı bugün bu filmler olmazdı diyemez
miyiz?
Diyemeyiz... Ne alakası var?
Bak aklıma geldi, sen bizden daha önce de para toplamıştın.
N’oldu o paralar? Ortaya film falan da
çıkmamıştı.
10 sene önceydi o be! Hâlâ mı unutamadınız? Nasıl bir travmaymış
arkadaş ya... ‘Ön-prodüksiyon’ aşamasında harcandı o
paralar.
Biraz açar mısın? İnsanın kendine yatırımı mı bu
‘ön-prodüksiyon’? Rakı, balık, tatil falan?..
Yok estağfurullah. Mesela bir oyuncuyla konuşmaya gidiyorsun.
Biliyorsun, bugün ulaşım pahalı. Akbili basıyorsun, oyuncuyla
buluşuyorsun, ona bir şeyler ısmarlıyorsun... Velhasıl, o projede
ön-yapım tamamlandı, fakat filmi çekemedik. Ama hayır dualarımı
aldınız.
Öyle olsun bakalım. Tamam, iyi bir film yaptın. Bize
günümüzü gösterdin. Peki yılın en çok ödül alan filmlerinden biri
olmasını bekliyor muydun? Biz pek beklemiyorduk
da...
Biz de bu kadarını beklemiyorduk. İyi bir film olduğunu biliyorduk.
Ama ödül başka şey. Hiçbir zaman kestiremiyorsun. Çünkü bir sürü
iyi filmin pek çok festivalde görmezden gelindiğini görüyorsun.
Veya tam tersi, çok vasat bulduğun filmler ödül
alabiliyor...
Hangi ödülde hakikaten böyle bir “vay be bunu da aldım”
psikolojisine girdin?
Üç ödül çok önemliydi benim için. Berlin, İstanbul ve
Asya Pasifik. Berlin ilk olması açısından kritikti. Katılmak önemli
derken iki ödülle dönmemiz iyi bir başlangıç oldu. Sonuncu Asya
Pasifik ise gerçekten büyük bir festival. Bir ilk filme ödül
vereceklerini pek beklemiyordum doğrusu. İstanbul Film Festivali
de Türkiye ’de olması açısından ayrıcalıklıydı. Çok iyi
filmler vardı. Malum, üstelik yarıştığımız isimlerden biri de
pirimiz Zeki Demirkubuz’du.
İyi para geldi mi peki? İkinci film için bir şeyler birikti
mi?
Neredeee? İkinci film için para lazım.
Bizim kapımızı gene çalacaksın yani?
Tabii ki. Artık gördünüz, bir şeyler yapabiliyorum.
Bugüne kadar arkadaş yardımıydı, artık ‘sanata katkı’
diyorsun. Başka bir konuya geçelim. Ben spor yazarı olarak filmde
futbolumuzun sorunlarını da buldum. Ne dersin?
Filmde konu edindiğim bütün dertler, en kötü, en kaba haliyle
futbol camiasına da sirayet etti. “Arkadaşlar bu işte bir problem
var ve biz bu işi kendi evimizi düzelterek başlayalım” dediğin
zaman otomatik olarak hain ilan edildiğin bir ruh hali oluştu.
Bütün bahsettiğimiz şeylerin bence keskin haliyle görüldüğü, en iyi
temsil edildiği yer futbol camiası.
Peki filmin böyle bir göndermesi var mı? Seyreden
futbolseverler kesin bağlantı kuracak bence.
Özel bir gönderme yok tabii, ama pek çok şeye değdiği için sevildi
film. Benzer şeyleri mahallede görüyorsun, ailede, futbolda
görüyorsun...
Hayatımızın her alanını kesen bir film yaptın yani. Helal
olsun be...
İstemezdim böyle olsun...
İyi de Japonlar pek beğenmemiş galiba.
Gerçekten de filmi Tokyo festivaline kabul etmediler. “Bu ne ya?
Niye bu insanlar yalan söyleyip duruyorlar? Biz anlamadık” dediler.
Biz de “Siz anlamazsınız” deyip geri çektik.
Peki abartılı yorumlar geldi mi? Bu çok olur ya, bir şey
yazarsın, çekersin, ona binlerce anlam
atfedilir...
Olmaz mı? “O kurbağa neyi sembolize ediyordu?” gibi sorular
geliyor.
Kurbağa var mı ya filmde?
Sen anlamadın mı o kurbağanın neyi sembolize ettiğini? Sen bir daha
izle o filmi. Zaten filmde her izleyişte yeni bir anlam
var...
Peki neyi sembolize ediyor kurbağa?
Zıp zıp zıplamasından ötürü özgürlüğü simgeliyor.
Bir de yengeç vardı galiba?
O da kıstırılmışlığı simgeliyor. Köpek sadakati, keçiler de
inatçılığı...
Vay maşallah! Emincim seni ilk tanıdığımda bir takım
karanlık ortamlarda geçen filmlere meraklıydın. ‘Character’ miydi,
neydi, oradaki Katadreuffe tiplemesini tartışırken filmi ‘grotesk’
bulmuştun. Biz de sana ‘Grotesk Emin’ demeye başladık. Neredeyse 15
yıl öncesinden bahsediyorum. Yani, evet, o zaman da sinemayla
ilgilenen biriydin. Ama film çekme hevesi başka bir şey. O nereden
çıktı?
Film çekmek hevesi tam olarak ne zaman başladı bilmiyorum. Ama
kurmaca bir şeyler yapma ortaokulda falan başladı. Hani biraz
yazma-çizme, her Türk genci gibi şiir yazma, tiyatro
falan...
Beş yaşındayken mikrofonu alıp sahneye çıkardım
diyenlerdensin yani?
Öyle demeyelim, ama klişe de olsa vardı bir şeyler. Piyesler
sergilerdik, Akrabaları örgütler, müsamereler yazardım. Hikayeler
uydururdum. Küçük çocukları karşıma geçirip korku hikayeleri
anlatırdım. Fakat lisede kurudum, kaldım. Çünkü fen lisesiydik.
Afedersin, eşek gibi çalışıyorduk.
Yatılı okudun. O bir esin kaynağı olabilir mi? Sonuçta ben
de yatılı okumuş biri olarak hakikaten küçük toplum modeli gibi
gelir bana. Bütün otoriterliğiyle, ama bir yandan da ‘olgunlaşma
enstitüsü’ haliyle. Tepenin Ardı’nda yatılı okulun izlerini gördüm
sanki. Baba bir müdür, etüt öğretmeni tavrı, çocukların ezikliği...
Var mı bir gönderme?
Kesinlikle var. Ben de karakterimin ciddi şekilde ezildiği ve bu
ezmeye karşı bir direniş stratejisi olarak da kendi karakterimi
oluşturduğum dönemin lise olduğunu söyleyebilirim. İç ilişkileri
ayrı bir gariptir. Birinci sene ezilirsin, acı çekersin, ağlarsın,
sürünürsün. Ama aynı zevkle sen de bir sonraki sene yaparsın. Bir
Allah’ın kulu da “arkadaşlar biz de yaşadık, artık yapmayalım”
demez. Bunu dersen dalga geçilirsin... Yatılı okul bir erkek
cemaatidir, filmde de var bu. Ama yatılı okul bir röportaja sığacak
mevzu değil. Çok verimli bir alan.
Sen bunu film yap.
O zaman sen bir liste yap, nelerin filmini yapmam gerektiği
konusunda... Ben de birer birer çekeyim.
Hakikaten ya, çevrenden böyle teklifler gelmiyor mu? Zaten
Atilla Lök gibi arkadaşlarını oynatıp bu kapıyı aralamışsın sen.
Devamı gelmedi mi? Misal ben sanat için şapkamı çıkarırım
istersen...
Valla bir sürü var. Kameranın arkasına geçmek isteyen de var,
kalabalıkta yürümek isteyen de. Onları değerlendireceğiz, sonuçta
maliyetleri düşük bu arkadaşların.
Bir ara sinemaya küsmüştün. Kendini tarihe vermiştin.
Akademik hayatta adımlar atıyordun mazbut mazbut. Ümitsizliğe
kapılmış mıydın gerçekten?
Kapıldım tabii. Başta şöyle bir hayal kuruyorsun. İyi bir senaryo
yazarsan birileri elinden tutar. Ama öyle olmuyor. Kağıt üstünde
projeyi beğenen çıksa da buna yatırım yapmak istemiyor, sonucundan
emin olamıyor vs. Dolayısıyla bu işte büyük ölçüde bir çaba
harcamak lazım. Bu edebiyat gibi değil. Oturup bir roman yazıp bir
yayınevine postalayarak bir şey bastıramıyorsun. Çevre şart. Ben
de, karakter olarak çok girişken, cevval vs. bir insan değilim,
biliyorsun. Akademiye devam ettim bir ara. Ama bir noktada, ‘Bu
benim kaç yıllık düşüm, bu işi yapmazsam mutlu olamayacağım’ dedim
ve ondan sonra çok büyük emek harcadım.
Filme dönelim. Niye gidelim ‘Tepenin Ardı’na? Ne var bu
filmin içinde?
Şimdi bu filmde bir kere seks var. Macera var, aksiyon var.
Heyecan, gerilim, gizem... Yani arayıp da bulmak istediğin her şey
var bu filmde.
Ya bana hiç öyle gelmemişti
Bir daha düşün sen.
Şaka maka, hakikaten bu kadar çok ödül alınca Türkiye’de
sinema izleyicisinin şöyle bir refleksi oluyor: “Biz bunu
anlamayız. Bu bir ‘zanat’ filmi.” Bu önyargıları beslemek zorunda
değiliz ama senin filmin aslında hikayesi olan ve giderek artan bir
gerilim üzerine kurulu. Ki sen de ekol olarak hikâyecisin. Öyle
değil mi?
Hep şunu söylemek istiyorum, ama ayıp olacak diye söylemiyorum. “Ya
bu film sıkıcı değil gerçekten.” Böyle deyince sanki diğer filmlere
sıkıcı demiş gibi oluyorum. Bunu söylemek istemiyorum. Ben ‘sıkıcı’
denilen filmleri de severim, aksiyonu, polisiyeyi de. Ama hikayenin
seyirciyi bir şekilde sürüklemesi gerektiğine inanan bir
yönetmenim. Yazarken de, tasarlarken de buna dikkat ederim. Bir
şekilde seyircinin ilgisini ayakta tutma isteği bu. Bunu da hiçbir
zaman seyirciye bir taviz vermek olarak görmedim. Dert anlatma
kaygısı bu. Hem bir sürü film var ödüllü olup sıkıcı olmayan.
Sadece Türkiye sineması değil, dünya sinemasında da. Geçen sene
İran filmi ‘Bir Ayrılık’ Türkiye’de oynadı. Nefes nefese izlediğim
bir filmdi. İran’da zaten 1 milyon kişi izlemiş. Türkiye’de ise 5
bin kişi. 3-4 salonda anca gösterildi.
Uzaydan bir insan gelse ve “Neden iki kişiden
biri AKP ’ye oy veriyor” dese ben iki film önerirdim:
‘Çoğunluk’ ve ‘Vavien’. Barış Bıçakçı senin film için “Bu da o
pakete girer” demişti. Bu tanıma ne diyorsun?
Kültür Bakanlığı’na bir dahaki proje için başvuracağımdan bu konuda
yorum yapmak istemiyorum. Başımı belaya sokma.
Bravo ya. Bu mudur yani? Emin Bey lütfen, sorulardan
kaçmayın. Daha cesur bir yönetmen olduğunuzu
düşünüyorduk...
Bak arkadaşım, benim kimseye eyvallahım yok. Ama işte sinema pahalı
bir sanat... Şaka bir yana, gerçekten bunu AKP’yle sınırlamak
istemem. Çünkü en çok oy olan üç parti de aslında muhafazakar ve
benzer problemlerle malul.
O zaman ‘redakte’ edip soruyorum. Muhafazakarlıkla güven
ilişkisi arasında ciddi bir çelişki var. Türkiye’nin ciddi bir
bölümü kendisini daha muhafazakar, daha milliyetçi, daha içe
kapanık tanımlıyor. Ama ben filmi izledikten sonra, yalanla ilişki
açısından memlekete dair bir dolu sonuç
çıkarıyorum.
Daha geçen gün öğrencilerle muhafazakarlık dersini işlerken şöyle
bir zorluk oldu. Avrupa tarihinde liberaller ve muhafazakarlar,
sosyalistler ve muhafazakarlar diye bir ayrım yapabiliyorsun.
Türkiye’de ise cumhuriyetçi muhafazakarlar, İslâmcı muhafazakarlar
ve milliyetçi muhafazakarlar diye bir ayrım yapmak durumunda
kalıyorsun. Bu çok boğucu bir şey. Herkes değişmeye engel olmak
istiyor. Bir şeylerin tehlikede olduğunu, onları korumak
gerektiğini düşünüyor. Bu çok hastalıklı bir şey. Özgüven
eksikliğini gösteriyor.
‘Türkiye Değerler Atlası 2012’ araştırmasından yola
çıkalım. Türkiye’de kendisini dindar, muhafazakar olarak
tanımlayanlar yüzde 70’ten fazla. Ama insanların birbirine güven
oranı yüzde 10’larda geziniyor. Tam da filme uygun değil
mi?
Gerçekten de öyle. Türkiye yıllardır istikrarlı bir şekilde
insanların birbirine en az güven duyduğu ülkelerden birisi çıkıyor.
Bir taraftan milliyetçiliğin, muhafazakarlığın, cemaat hissinin bu
kadar çok övüldüğü bir yerde güven hissinin yerlerde sürünmesi aynı
zamanda bizim yalan üzerine kurulu bir toplum olduğumuzu da
gösteriyor. Bu aslında, toplumun çözülmesi demek. Güven olmadığı
zaman da paranoya, şüphecilik artıyor. Paranoya şu an artık Türk’ün
milli karakteridir diyebiliriz. Her yerde karşımıza
çıkıyor.
Yeri gelmişken, madem memleket meseleleri için bu kadar
açıklayıcı filmin, neden sinemacılar ilgi göstermiyor? Bu az
salonda gösterilme meselesi nedir ya?
Çünkü kendileriyle yüzleşmekten korkuyorlar.
Vay be. Alkışlayayım mı?
Fena olmaz. Biz sinemacılar alkışsız yaşayamayız. Yok o
tiyatroculardı. Neyse, tabii ki bunlarla hiçbir ilgisi yok. Zaten
çoğu filmi izlemedi, bilmiyor, görmedi. Çoğu değil, hiçbiri
izlemedi. Türkiye’de böyle yürümüyor çünkü iş. Çok daha garanti
gördükleri filmler var. Bunların bir kısmı Hollywood yapımları.
Bizim gibi filmler boş haftaya denk gelirse, o hafta birileri film
sokmazsa yer bulabiliyorlar. Otomatikman biz listenin en
arkalarındayız zaten. Ne oyuncumuz flaş isimler, seyirci çekecek
isimler. Artı bir de ödüllüyüz. Oradan da kaybediyoruz.
Her filmde nazar boncuğu kabilinden ufak hatalar vardır.
Seninkinde de bir şey dikkatimi çekti. Mehmet karakteri evin önünde
konuştukları sahnede herhangi bir şey taşımıyor ama bir sonraki
sahnede belinde fişeklik var.
Terbiyesizlik yapma bunu sana ben söyledim.
Yo dostum yo, ben kendim fark ettim.
Vay be, bunu da yaptın ha! Dikkatli izleyiciyim ayaklarına harcadın
bizi. Bir kere onu bilerek yaptık. Yabancılaştırma efekti o!
Kurguyu bilinçli olarak süreksizleştirdik ki, seyircinin dikkati
şey etmesin.
Şimdi gelelim ikinci film mevzusuna. Biz senin arkadaş
çevren olarak tek atımlık bir barutun olduğuna
inanıyoruz.
Hâlâ mı güvensizlik? Daha demin güven endeksinden bahsetmedik
mi?
Peki düzeltiyorum. Müzikten metafor araklayalım. İkinci
albüm sendromu olacak mı?
Olmayacak. Kendime güveniyorum, emin adımlarla ilerliyorum. Hiç
öyle bir sıkıntım yok.
Yemezler! Bunun baskısını hissetmeye başladın mı
cidden?
Var tabii. Olmaz mı? Allahtan daha önce cepte tuttuğum senaryolar,
projeler vardı. Onlarla devam edeceğim.
Biraz daha vurdulu kırdılı bir şeyler olsun
ama...
Var bir şeyler, aksiyon falan...
Bombalar patlayacak mı Emin?
Para bulursak neden olmasın?
Sniper var mı?
Hep para meselesi.
İlk filmden sonra ne değişti hayatında? Tamam yakın
arkadaşlarının -ben dahil- sana bakışı biraz farklılaştı. Ama
sadece ‘biraz’...
Biraz mı? Kadıköy’deyken uğramışlığın yoktur, filmden sonra
Kurtuluş’a taşındık evimizden çıkmıyorsun. Bu röportajı da bizim
evde yapıyoruz.
Senden Cihangir beklerdim ben açıkçası.
Ben de. Ama, malum, kiralar...
İkinci filmden sonra artık...
O da çok olası gözükmüyor. İnşallah bir dizi
düşürürsek...
Ödüller falan derken pek çok yere gidiyorsun. İmaj önemli
böyle yerlerde. Bunun hakkını verebildiğini düşünüyor musun? Misal,
biz arkadaşların olarak kıyafetlerinden çok memnun
değiliz.
Valla Sümerbank’ın özelleştirilmesi her Türk memuru gibi beni de
çok derinden yaraladı. Bir kimlik bunalımına düştük.
Hırka falan yok mu, şöyle güzel?
Annem örüyor bir tane. Televizyonlarda halimi görünce o da acımış.
Allahtan arkadaşlarımızın gardırobu zengin. Onlardan
faydalanıyoruz.
Ne iyi arkadaşların varmış...
Var eksik olmasınlar. Sıklıkla bunu başımıza kaksalar da iyi
sayılırlar. Kuru temizlemeden gelir gelmez vereceğim
ceketini.
Sokakta tanıyanlar çıkıyor mu bari?
Çıkıyor arada. Az ama öz. Seninkiler gibi değil.
Sabah Gazetesi’nde bu konuda bir hasedin olduğunu okudum.
Benim gibi popüler olmak istiyormuşsun. Ama daha yiyecek çok fırın
ekmek var.
Bir gün o da olacak. Ama bak arkadaşlarımın sayısında ciddi bir
artış oldu.
Bunlar gerçek arkadaşların değil,
biliyorsun.
Tabii ki bunlar yüzüme gülüp arkamdan iş çeviren...
Başarısız olduğun gün terk edecekler seni, ben
dahil.
Biliyorum. O yüzden başarılı olmam lazım.
Son soru, baştaki gibi gene bir itiraf. Bugüne kadar ortak
tarihimizde yollarımız kesişti. Hatta rekabet ettiğimiz anlar oldu.
Aynı asistanlığa başvurmuştuk, ben girdim. Aynı yerde editörlüğe
başladık, ben kaldım, sen gittin...
Evet, yanlış bilgilerle, dilbazlıkla işverenleri hep
kandırdın.
Dur kesme... Güzel bir şey söyleyeceğim sonunda. Ama bu
sefer büyük bir gol attın. Hakikaten, yıllar sonra bizim gibi
arkadaşlarına “Bir zamanlar yeteneğini hor gördüğünüz o adam bakın
nerelere geldi” demeyi düşünüyor musun?
Bunun için yaşıyorum.
(Bağış Erten-Radikal)