Düşünmeye zorlayan ve hızlı tüketilemeyecek yazılar: Çemberin Dışı

Hilal Bebek’in kaleme aldığı Çemberin Dışı, keyifli bir okuma deneyimi sunarken, okuru hayata dair önemli konuları sorgulamaya, yeni bakış açıları geliştirmeye davet ediyor.

Google Haberlere Abone ol
Medyatava Özel Düşünmeye zorlayan ve hızlı tüketilemeyecek yazılar: Çemberin Dışı

Hilal Bebek’in kaleme aldığı Çemberin Dışı, keyifli bir okuma deneyimi sunarken, okuru hayata dair önemli konuları sorgulamaya, yeni bakış açıları geliştirmeye davet ediyor. Zamanın ruhunu yakalayan kitap, değişimin, gelişimin, hayat sapaklarında doğru yolu tutturmanın izini sürüyor. Sayım Çınar, yazarla kitabını, yeni zamanı konuştu.

Düşünmeye zorlayan ve hızlı tüketilemeyecek yazılar: Çemberin Dışı

Sayım ÇINAR / [email protected]

Düşünmeye zorlayan ve hızlı tüketilemeyecek yazılar: Çemberin Dışı

Kitabınız için kutlarım Hilal Hanım. İyi çalışılmış, iddialı, felsefi ve bilimsel altyapısı güçlü bir kitapla karşı karşıyayız. Öncelikle sizi tanıyarak başlayalım, kitap fikri nasıl doğdu?

Esasında kitap yazma fikri yoktu. Okuyordum, düşünüyordum, anlatıyordum. Bir şeyler birikti. Uzun senelerdir beslendiğim alanlar; psikoloji, felsefe, sosyoloji idi. Diğer yandan hem akademik hem de klinik sahada aktif bir şekilde psikolog olarak çalıştım. Yazdıklarım, bu bölgelerin her birinden tatlar taşıyan melez yapılara dönüştü. Farklı yayın organlarında farklı dönemlerde yayınlanan denemelerin bir bütün olarak organize edilmiş halidir bu kitap. Daha çok zihnin çalışma biçimi etrafında dönen psikolojik ve çağı irdeleyen eden sosyo-psikolojik yazılar var.

'Okuyuculuk da maalesef simülasyon çağından nasibini alarak kendi simülatif versiyonunu yaratıyor'

Yıllar içerisinde önemli mecralarda yazılarınız, denemeleriniz yayınlandı. Medya okuru ile kitap okuru karşılaştırması yapmak gerekirse, neler söylersiniz? Hız çağında kitap okumak cazibesini koruyor mu sizce?

Hız çağında kitap okumak cazibesini koruyor gibi gözüküyor. Bence yanılsama yaratan bir “görüntüden” ibaret bu. Okuyuculuk da maalesef simülasyon çağından nasibini alarak kendi simülatif versiyonunu yaratıyor. Hız çağında insan kitap okuyor da nasıl okuyor? Hangi kitabı okuyor? Hangi motivasyonla okuyor? Dijital çağda kolay erişilebilir gibi gözüken bilgiyle aramıza büyük mesafeler girdi aslında. Bilmek içsel bir süreç olmaktan çıkıp dışsal uyaranlara pasif bir şekilde maruz kaldığımız atıl bir duruşa döndü. Kütüphanemizde satın alınmış yüzlerce kitap olsa ne yazar sindirecek, kavrayacak, idrak edecek zihinsel süreçlerden geçirmiyorsak bilgiyi? Kitap daha çok pazarlanıyor demek daha doğru belki de. “Yazar” ya da “okuyucu” olmak da gösterme kültürünün talep gören rollerinden oldu. Roller palazlandıkça içleri çoraklaştı ama.

Kitabınız bir yönüyle el rehberi, bir yönüyle hayatı, günü inşa etmek için fikir ve öneriler bütünü, okurken bunu hissettim. Sizin için bu kitabın okuru kimdir, kimler almalı Çemberin Dışı’nı?

Kitap; inançlarımız, inanma nedenlerimiz, mutluluğa bakışımız, mantık yürütme hatalarımız, sistem içerisinde düştüğümüz tuzaklar, zihnimizin içinde düştüğümüz tuzaklar ya da psikolojik ihtiyaçlarımız gibi hayata ve insana çoklu açılardan bakan  “yaşamın içinden” bir kitap. Fakat yönlendirici ya da formüller sunan bir tarzı olduğunu düşünmüyorum. Cevapları yığan kitaplardan çok soru sorduranları önemsiyorum. Bazı kitaplar zihnimizde bir soruyu asılı bırakır. O soru işareti; açıyı değiştirecek ve görüş alanımızda kırılma noktaları yaratacak şeyin kendisi olur. Umarım bu kitap birkaç soru işareti hediye eder okuyucuya. Çemberin Dışı, bu anlamda kimileri için çok konforlu bir kitap olmayabilir. Bence cevapların rahatlatıcılığından çok soru işaretlerinin huzursuzluğu var çünkü. Yani umarım öyledir. Düşünmeye zorlayan ve hızlı tüketilemeyecek yazılar var içinde. Ama zaten okuyucuyu konfor alanında tutmak isteyen kim?

Kitabın ismi aslında içeriğe dair çok ipucu veriyor. Çemberin dışını göze alabilmek zor bir karar, bu konuda neler söylemek istersiniz?

Çemberin içi ve çemberin dışı diye keskin sınırlarla ikiye bölebileceğimiz bir hayat yok tabi. Düşünce dünyamız ya da hayatımız her daim çembere dönüşme eğiliminde, bundan kaçış yok. Bir şeyler hızlıca alışkanlık olur ve rutine biner. Zihnimiz kısa yollar oluşturmaya ve genellemeler yapmaya meyillidir. Bu yüzden genelde otomatik pilotta yaşar ya da ezberden gideriz. İnançlarımız ve alışkanlıklarımız, düşüncede ön yargı ve yanlılıklar oluşturur. Dolayısıyla keşfetmeye ve hakikati öğrenmeye değil kendini doğrulamaya eğilimli bir tarafımız vardır. İşte bu damarın varlığını görmezden gelen insan için hakikatin birçok yönü kör noktalara yerleşir. İnsan çemberin dışını ve farklı hakikat olasılıklarını göremez hale gelir. Çemberin dışı, düşünme ve yaşama alışkanlıklarımızın dışını temsil ediyor. Tabi bir yandan da çemberin dışına her çıktığımızda biz yeni bir çemberin içine girmiş oluruz. Ve bu böyle sürüp gider. Ee peki ne yapacağız? Ya da yapabileceğimiz bir şey var mı bu durumda? Sanırım önemli olan bir şeyleri ezbere, alışkanlığa dönüştürme eğilimimiz hakkında uyanık olmak; taraflı ve yanlı bir zihne sahip olduğumuzu mütemadiyen hatırlamak; “Çemberin dışında ne var?” sorusunu canlı tutmak. Yoksa çemberden muaf bir hayat yok. Ama en geniş halkamıza erişebiliriz.

Düşünmeye zorlayan ve hızlı tüketilemeyecek yazılar: Çemberin Dışı - Resim : 2

'Siz mutluluk satan bir dükkan sahibi olsanız müşterilerinizin gerçekten mutlu olmasını ister misiniz?'

Özellikle “İyi Hissetme Fetişizmi” adlı bölüm çok ilgimi çekti. Yeni dünya bize kimi dayatmalar yapıyor, kişisel gelişim sizce doğru anlaşılıyor mu günümüzde?

Ekonomik ideolojilerin hakim olduğu bağlamlarda “kişisel gelişim” gibi görünürde anlamlı olan birçok şeyin içi maalesef boşalıyor ya da işlevsel olarak mutasyona uğruyor. Her şeyin satılabilir ürünler olduğu bir pazarda “kişisel gelişim” de bir meta artık. Peki mantıken siz mutluluk satan bir dükkan sahibi olsanız müşterilerinizin gerçekten mutlu olmasını ister misiniz? Yoksa mutsuz olan ama mutluluk satın alan müşteriler ekonomik açıdan daha mı avantajlı olur? Kişisel gelişim pazarının ayakta kalabilmesi için bizi bu pazara yöneltecek olan eksiklik, yetersizlik düşüncelerinin ve kusursuzluk arzusunun da canlı tutulması gerekiyor. İşte kişisel gelişim meselesi bu çağda böyle ikircikli bir meseleye dönüşmüş durumda. Performansı, şöhreti, başarıyı, kusursuzluğu güzelleyen, önceleyen ve birincil değer olarak kabul eden bir çağda kişisel gelişim platformları da elbette bunlara yönelik kendi “şifalarını” sunuyor. Şifa sunuyor da şifa dediği şeylerin çoğu zehrin kendisi.

“Corona’da Hayat Bulmak” yaşadığımız pandemi dönemleri için çok önemli ipuçları barındırıyor. Bu dönemi, geçtiğimiz yedi aylık süreyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce corona bize ne gösterdi, ne öğretti?

Semptomlar, değerlidir. Her ne kadar biz klinisyenler insanların semptomlarını gidermek istesek de onların varlığı aynı zamanda işlevseldir de. Baş ağrısından kurtulmak istiyor olabiliriz fakat o aynı zamanda bedende olabilecek her hangi bir bozukluğa işaret eden bir yardım çağrısıdır da. Doğanın gösterdiği semptom da Corona. “Bir şeyler ters gidiyor” çığlığı bu. Semptoma aşırı takılır altta yatan sorunları irdelemezsek işin aslını kaçırmış ve gelecek için önlem alamamış oluruz. Hem bireysel hayatlarımız hem toplumsal hem de türsel anlamda bu çağrı bize ne anlatıyor diye doğru okumak zorundayız. Anomaliler, sapmalar kıymetlidir bu anlamda. Gözümüzün gerçeğe körleştiği fanuslarda bir çatlak yaratır. O çatlaktan bakarsak ıskaladığımız noktalar görünür olur. İnsanın kibri, iştahı, doğa karşısındaki özensizliği, değerlerin yozlaşması… Tüm bunlar benim Corona döneminde o çatlaktan bakıp hatırladığım konular oldu.

Düşünmeye zorlayan ve hızlı tüketilemeyecek yazılar: Çemberin Dışı - Resim : 3

Kitabınızda klişeleri yıkan, doğru bilinen yanlışlara cesaretle karşı duran bir tavrınız, yaklaşımınız var. “‘7’sinde neyse 70’inde o olanlara ölü denir. İnsan yapısı değişmeye kaim ve taliptir.” diyorsunuz örneğin. Bu klişelerden, yıllarca doğru belletilen yanlışlardan kurtulmak mümkün mü?

Değişime talip gibi görünürüz ama öyle değildir bir yanımız aslında. İnsan aynılığı sever. Konforludur değişmemek. Hatta bizi mutsuz da etse aşina olduğumuz, tanıdık olan yerin içinde kalmak ister bir tarafımız. Eski bilgilerimiz, inançlarımız, alışkanlıklarımız… Gerçek bir değişim bu eski dosyalar üzerinde değişiklik yapmayı, analizi, sentezi, yıkmayı ve yapmayı gerektirir. “Bir yanlışın peşinden koşup durmuşum” demek öyle çok da kolay değildir. Hayal kırıklıklarına tahammül etmeyi, yas tutmayı, öfkeyle yüzleşebilmeyi gerektirir. İnsanın enteresan bir paradoksudur bu: “tadının kaçmaması için tadının kaçması”.  Aman dengemiz bozulmasın, aman tadımız kaçmasın, eski köye yeni adet gelmesin derken kısa ve orta vadede “düzeni korur” ve fakat uzun vadede bozuk yapıların içine hapsoluruz. Böylece kısa vadede tadımız kaçmasın derken uzun vadede tadımız bir hayli kaçmış olur. Köye yeni adet gelmez ama bir süre sonra köy de elden gider. İnsan değişim sancılarını, faydalı huzursuzlukları göze alabilirse 7’sinde ne ise 70’inde o olmayabilir.

“Sorular, başka soruları onlar da diğerlerini getirir. Sorular enginleşir, genişler. Bir köyü içine sığdıramazken bir alemi yutar. Sorular bağlamı değiştirir, kavramları eritir ve yeniden oluşturur. Kategoriler oluşur, kategoriler silikleşir, her şey birbirine yaklaşır ve uzaklaşır. Sorular mahirleştikçe zihin önce kalabalıklaşıp sonra yalınlaşır. Bilgi, önce çoğalır ve sonra Bir’e yaklaşır.” diyorsunuz yine kitabınızda. Sizce Türkiye’de doğru sorular sorabiliyor muyuz? Sorgulayıcılık ve yanıtını arama konularında nasıl görüyorsunuz ülkemizi?

Biz daha çok cevaplara talip bir toplumuz. Bir din adamı cevap versin, bir büyük onaylasın, bir komşu fikir beyan etsin, bir öğretmen anlatsın istiyoruz. Elbette istişare etmek, uzmanların bilgilerinden istifade etmek ya da daha önceden benzer yollardan geçmiş insanların cevaplarını bilmek değersiz değil. Ancak yalnızca hazır içerikten (cevaplar/bilgiler) yemek zihni tembelleştiriyor. İnsan, bilgileri ezberlemiş bir papağana dönüşüyor. Kendi düşünce tezgahımızdan geçmeden belleğe yapıştırılmış bilgiler deposuna dönüşüyor zihnimiz. Oysa soru sormak bir pişirme sürecidir. Tarama yapmak, ayırmak, birleştirmek, elemek, seçmek, karşılaştırmak, çelişkileri yakalamak, güncellemek ve yeni bir bütün oluşturmak anlamına gelir. Soru sormak, bilgi parçacıklarını kimyasal bir işlemden geçirmek gibidir adeta. Üreyen şey, parçaların özelliklerini taşıyan yeni bir maddedir artık. Bu tür bir düşünme ya da soru sorma biçimini öğreniyor muyuz? Hayır. Kimse altın yumurtlayan tavuğu vermiyor. Arada sırada yumurtalardan istifade ediyoruz onlar da çürük ya da bayat değilse tabi ne ala.

Son olarak... Bilgi ile cahil olmak ifadenizi çok önemli, çok yerinde buldum. Okurlar için bunu biraz açalım istiyorum. Bilgi ile cehalet mümkün mü?

Bilmek ya da bilgi nedir? Bu çok eski ve köklü bir soru tabi. Aynı epistemolojik mesele üzerinde düşünmeye zorluyor bu dönem bizi. Bilmek, dışarıdan duyduğumuz bir şeyleri ezberleyip zihnimizin en yüzeysel kenarına tutuşturabileceğimiz basit bir ekleme işlemi değil. Mesela şefkat nedir? Açar interneti öğrenir, literatürü tarar ve konuya vakıf olursunuz belki. Peki gerçekten bilmiş olur musunuz? Kısmen olabilir. Peki şefkat hakkında derinlemesine hiç düşünmediyseniz, onu yaşam içerisinde gözlemlemediyseniz, belleğinizdeki anılarla birleşmediyse öğrendikleriniz, kendi hikayenizde bir yere oturmadıysa… Yani onu içsel olarak tam olarak kavrayıp, idrak etmek mümkün olmadıysa… Bu bilgi gerçekten var mıdır sizde? Dışarıdan gelen uyaranları/bilgileri torbamıza doldurmak kafi değil. Bilgi sahibi olmak, derinlemesine işlemlemeyi gerektirir.

Düşünmeye zorlayan ve hızlı tüketilemeyecek yazılar: Çemberin Dışı - Resim : 4

Sıradaki Haber İçin Sürükleyin