Cruise&Travel dergisinin bu ayki konuğu Sayım Çınar oldu. Sinem Baş'ın sorularını yanıtlayan Çınar, tişört koleksiyonundan da bahsetti.
Sinem BAŞ / Cruise&Travel
Ayın konuğu Sayım Çınar
Venedik’te, Berlin’de ya da başka ülkenin, hiç bilinmedik, film karesi gibi bir sokağında, bir roman kahramanı ile sek sek oynayan çocuk ruhlu bir adam gözünüze ilişirse bilin ki o yazar ajanı Sayım Çınar’dır. Hemen yanında bavulu da var. O bavulun içinde ne mucizeler var, inanamazsınız. Ne kitaplar çıkmış o bavuldan. Oscar’lık filmlere konu olan kitaplardan tutun da Türkiye’nin aydınlanma savaşımında ışığıyla her tarafı aydınlatan kitaplara kadar... Derya deniz bir gezgin ile tanıştırıyoruz sizi bu ay.
Yurt dışında gezmek mi yurt içinde gezmek mi?
Ben gezmeye kendi ülkemden başladım. Bu ülkede gitmediğim yer yok gibi. Ege’yi avucumun içi gibi bilirim, Malatya’ya giderim mesela, her yıl. Orada bir film festivali yapılıyor, kısa film yarışmasında ilk yıl jüri üyesiydim. Hatta geçmiş yıllarda biliyorsunuz, Lars Von Trier’in “Melancholia” filmi Malatya’ya gelmişti. Cannes’tan hemen sonra. Bu şehirler sizde tarihi, coğrafyası ile iz bırakır. Örneğin bir Arapkir şehri, çok çok güzel. Oradan Nemrut’a gitmek... Bir tarafı Malatya’dır Nemrut’un, diğer tarafı Adıyaman. Her iki tarafından da gidilir. Her seferinde ilk kez gidiyormuşum gibi bir hisse kapılırım.
Bavulun da neredeyse en az senin kadar ünlü...
Evet, bu kitap bavulunu Türkiye’de tanımayan yok. Ben de oradan var olmuş bir insanım. Kitap bavulunun beni getirdiği nokta bu aslında. Orada okuduğum kitapların şehirlerini geziyorum.
Seni çağıran ne oluyor?
Örneğin Berlin’le benim sıkı fıkı bir ilişkim var. Nedenini bilmiyorum, hani belki geçmişimde belki de...
Şehrin nesiyle sıkı fıkısın, sokağıyla mı, yemeğiyle mi?
Bir defa Karl Marx denildiği zaman aklıma Berlin geliyor. Goodbye Lenin, denildiğinde aklıma tabii ki Berlin geliyor. 2. Dünya Savaşı ile ilgili izlediğim filmler, o yeraltındaki sığınaklar, müzeler... örneğin “Spy Müzesi”, 2. Dünya Savaşı sırasındaki casusluk olaylarının anlatıldığı müze. Kaç kişi bilir ki bunu, kaç kişi bilerek gidiyor, yeni açılan bir müze... Berlin’e her gittiğimde Marxist Müzeye giderim mesela.
Ülkelerin şehirleri değil, şehirlerin ülkelerine gider gibisin...
Örneğin Brüksel deyince, benim aklıma Victor Hugo ve Karl Marx’ın Grand Palace’taki evleri geliyor. Marx’ın Engels ile birlikte yazdığı “Komünist Manifesto” yazıldığı zamanlar aklıma geliyor. Sokakta dans eden çocukları görüyorum, diyorum ki “Burası Karl Marx’ın da geçtiği yollar.” Brüksel’de de Marx’ın etkisi vardır, Avrupa Birliği’nin başkentidir, küçüktür, ama oradan nerelere gidebilirsiniz, Brugge’a gidebilirsiniz, orada “In Bruges” filmini hissedebilir, hatta tekrar seyredebilirsiniz. Öte taraftan Leuven’e gidebilirsiniz, çok gelişmiş üniversiteleri olan bir yer. Özellikle tıp fakülteleri çok gelişmiştir. Üniversiteler o şehri sevme nedenlerinden bir tanesi. Berlin’de ekol üniversiteler vardır, Bologna’nın biliyorsunuz, Umberto Eco ile bir ilişkisi vardır, Ortaçağ’ı orada yaşıyorsunuz zaten, bir Ortaçağ havası vardır.
Venedik dediğin zaman, Visconti’nin “Venedik’te Ölüm” filmi geliyor aklıma. Thomas Mann’ın bir romanından uyarlanmıştır, 110 sayfalık bir kitaptır ama tüm dünyada en çok tartışılan kitaplardan birisidir. Bir keresinde tek başıma gittim, uçakta o romanı tekrar okudum. İndiğimde bir başıma San Marco Meydanı’na gittim, şehirle kitabı yaşadım, anlatıcının yerine geçtim, çok başka bir boyuttu bu. Çok özel bir geziydi.
Edebiyat ile geziyi birleştirdiğim için çok özeldi. Frankfurt’a gidince aklıma Heidi geliyor örneğin. Orada çıktığı bi kule vardır, bu kiloyla o kuleye çıktım ben mesela...
Sponsor bulmak zor mu?
Genellikle kendi sponsorum kendim oluyorum. Bir yıl öncesinden aldığım biletlerle ve ayırttığım otellerle organize etmeye başlıyorum yolculuğumu. Gezgin olmak bu organizasyonlarla başlıyor bence. Sonra o zamana kadar harçlığımı biriktiriyorum. Burada yiyeceğime orada yiyorum, çok minimal yaşayabiliyorum, bu da benim için büyük avantaj oluyor.
Gezgin ile turist arasında bir fark var mı?
Çok farklı şeyler. Turist başkalarının belirlediği yoldan gider. Gezgin, kendi yolunu kendi belirler. Bu belirlediği yolları bir roman kurgusu gibi birleştirebilir. Onun arayışı varoluşçu bir arayıştır.
Başka ülkelere gittin mi?
Öncelikle şunu söylemeliyim, insanların kendi coğrafyalarını bilmesi gerek. Bizim ülkemizdeki güzellikler az buz değil. Mesela Ege, Bodrum... İstanbul’luların istila etmesine rağmen çok güzel. Çeşme, Datça muhteşem, Yunan Adaları da... Eğer dünyalı gibi düşünürseniz o zaman her yer, haritanın her tarafını eşit görüyorsunuz. Bana Avrupa, Türkiye’nin bir parçası gibi geliyor. Öyle sınırlar, milletler, insanlar... Bu anlamda sivil itaatsiz bir yaşamı tercih ediyorum. Dünyalıysan, dilin doğru düzgün olmasa bile empati ile anlaşabiliyorsun insanlarla. Peru’ya gittim, Macu Picchu’ya gittim. Lima’ya ve İquitos’a gittim, zamanında Jennifer Lopez’in oynadığı Anaconda filminin çekildiği yerlerde yılanlarla haşır neşir oldum, bölgenin yerlileriyle dans ettim. Tunus’a, Pekin’e gittim, İsrail’e gittim, Almanya’nın bir çok şehrine gittim, Avrupa’daki şehirler benim hayatımın bir parçası haline geldi neredeyse. Özlüyorum oraları. Özlediğiniz zaman da gitmek istiyorsunuz, koşullarınız ne olursa olsun ayarlıyorsunuz. Çin’de büyük bir kitap fuarına gitmiştim. Asya mutfağını daha çok seviyorum.
Sosyal Medya ile aran nasıl, paylaşımların var ama takipçilerinden eleştiri aldığın oluyor mu?
Sosyal medyada gezdiğiniz yerleri paylaşıyorsunuz, hiç beklemediğiniz insanlar size tuhaf tuhaf yorumlarda bulunuyor. Üstelik cebindeki parasıyla sizin gideceğiniz yerlerin kat be kat fazlasına gidebilecek insanlar yapıyor bunu. O zaman anlıyorsunuz, zenginlik parayla ölçülebilen bir şey değil. Bazıları parasını bankada biriktirir, bazıları gezilerde harcar. O biriktirenlerin sonu çok iyi olmuyor işte. Sonuçta herkes cennete gitmek istiyor ama kimse ölmek istemiyor. Hayata daha rasyonel bakmak gerek. Bu dünyadaki cenneti de bulmak gerek.
....
Sayım Çınar ve tişörtleri...
Gittiğim her şehirden tişört topluyorum. O şehrin designer tişörtlerini topluyorum. Berlin, Amsterdam, Brüksel, Norveç... Her gün üç tane tişört değiştiriyorum. Bu bende koleksiyon, obsesyon haline dönüştü aslında. Gündelik hayatta da beni temsil ediyorlar. Beni tanıyanlar bilir, bir tişört giydiğimde artık içimin oraya gittiğini, benim de gitmemin yakın olduğunu bilirler. Valencia, Viyana, Salzburg, Münih... sayısız tişört almışımdır. Örneğin Nürnberg’in tişörtlerini çok seviyorum. Nürnberg mahkemelerini bilir insanlar ama oradaki Türk filmleri festivalini bilen sayısı çok azdır. Yıllardır o festival başarılı bir şekilde organize ediliyor. Oradaki dokümanter müzesi de aklıma geliyor mesela. Tişörtleri giymem o şehre beni götürüyor gibi geliyor. Heyecanlarımız her geçen gün azalırken, bu tip heyecanlar yaratarak hayatlarımızı güzelleştiriyoruz. En güzel kısmı da bu güzelleşen hayatı paylaşmak. Benim çizdiğim rotadan, yani kalbimdeki yerlerden tüm insanlara sesleniyorum.
Röportajın tamamı Cruise&Travel dergisinin Temmuz sayısında.