İletişim Danışmanı Ahu Güngör Ağca'nın kaleme aldığı "Af", geçtiğimiz ocak ayının son haftasında okurla buluştu... Ağca, Martı Yayınları'ndan çıkan bu ilk romanında, yakın dost olan iki kadının yaşadıkları üzerinden, kadınların hiçbir zaman sıradan olamayan günlük hayatlarından kesitler sunarken, gerçekçi ve bir o kadar da ürkütücü bir hikâyeyi okurla buluşturuyor.
"İnsan önce kendini affetmeyi başarabilmeli, yeniden başlamak için..." diyen Ağca ile, "Af" adını verdiği bu sarsıcı romanın doğuş hikayesini konuştuk...
Bu kitabı yazma fikri nasıl oluştu?
Neredeyse her yeni güne daha fazla şiddet, daha fazla öfke, daha büyük acılarla ama buna karşın daha az hukukla, daha az mutlulukla, en kötüsü de daha az umutla başlar olduk. Sadece erkeğin kadına değil, insanın insana, insanın hayvana şiddeti dayanılamayacak durumda. Yaşadığımız hayat hepimizi çok yıpratıyor. Özellikle büyükşehir yaşamında, insanlarla ilişkilerimizde hazır kalıp cümleler üzerinden ilerliyor, samimiyeti, iyi niyetin gerekliliklerini, gerçekten anlayıp dinlemeyi ya unutuyor, ya da gün geçtikçe kaybediyoruz.
Sözün özü mevcut durumdan son derece rahatsızım. Elbette rahatsız olmak yetmiyor. İşte bu noktada kendime, “Rahatsız olduğun sorunlar için sen kendi adına ne yaptın?” diye sordum. O gün için bu sorunun bir yanıtı olmasa da, bugün Af; bakıp da görmeyi reddettiklerimiz, yapabilecekken yapmadıklarımıza bir isyan olarak ortaya çıktı. Çuvaldızı romanın başkarakteri Zuhal’in nezdinde önce kendine, sonra hepimize batırıyor.
'Af' ocak ayında piyasaya çıktı. Nasıl tepkiler aldınız?
Af, Ocak ayının son haftasında okurla buluştu. Açıkçası kısa sürede okurlardan, yazı yolculuğum için beni gerçekten yüreklendiren mesajlar almaya başladım. Popüler olma kaygısından uzak, hem kalıcı hem de akıcı bir yazım dili için emek verdim. Mutlaka kusurlarım vardır, yazabileceğim en iyi cümleyi muhtemelen henüz yazmadım. Ama bu emeğin takdir görmesi çok kıymetli. Aşk romanı okuduğunu sanırken, hayatın ürkütücü gerçekleri ile yüzleşmenin kendilerini sarstığını söyleyenler çoğunlukta… İkinci kitabın ne zaman yayınlanacağını soranlar, altı çizili satırların fotoğraflarını paylaşanlar, romanın mekân sahibi Kadıköy’ün hissettirdikleri ile ilgili arayanlar… Yazı yolculuğunun kendisi kadar, sonunda yarattığı etkileşime de âşık oldum...
Adı neden 'Af'... Neyi bağışlamalıyız?
Gazete okumayarak, haber bültenlerindeki kötü görüntüleri “zap yaparak”, insanımıza, çevremize, sevdiklerimize, doğaya kayıtsız, olaylara da seyirci kalarak dünyadan kendimizi soyutlamayı başardığımızı sanarak yanılıyoruz. Aksine sorumluluktan kaçtıkça bence daha çok yaralanıyoruz, yalnızlaşıyoruz ve hayata dair tatminsizliklerimiz de gittikçe artıyor. “Ben ne yapabilirim ki, benim elimden ne gelir ki, bu saatten sonra hiçbir şey değişmez ki” gibi hazır kalıp yaklaşımlar bizi, her gün aynı tekrarı yaşadığımız sonsuz bir kısırdöngüye ve daha fazla umutsuzluğa itiyor.
Kötülüklerin üstümüze yağıyormuş gibi hissettiğimiz bu süreçlerde inanıyorum ki, bizi iyileştirecek gerçek güç; kendimizde, sevdiklerimizde ve dostluklarımızda. Bu yüzden bu süreçten çıkmanın ve ruhumuzu iyileştirmenin yolu da affetmekten, önyargılarımızı yıkmaktan, egolarımızı ehlileştirmekten geçiyor. Kendimizi bugüne kadar yapmadıklarımız yüzünden affedip özümüzle barışarak, yapabileceklerimiz için elimizi taşın altına koymaktan çekinmediğimizde, toplumumuzun geneline hâkim olan bu öfkeyi de, şiddeti de yenebiliriz…
Kendi başınızdan geçen olayları da eklediniz mi kitaba?
Hayır. Yine de, bu romanda geçen olayların hepsi hem gerçek hem kurgu. Bizim en büyük hatamız, şiddetin bizden çok uzaklarda, şehrin arka sokaklarında, görece eğitimsiz ve yoksul ailelerde olduğunu sanmamız. Oysaki şiddetin sınıfı, yaşı, mesleği yok… Eğitimli olmak da hiçbir şey değiştirmiyor. Kadına, toplumun yazılmamış kurallarına ve beklentilerine uygun yaşam biçimleri dayatılmaya çalışılıyor. Bunlar ne yazık ki, bu coğrafyada adına kader denilen “gerçeklerimiz”. Ben sadece bu gerçekliği, kendime özgü bir kurgu ve dille anlatmanın yollarını aradım…
Kız kardeşlik olgusunun öneminden bahsetmişsiniz... Sizce biz kadınlar yeteri kadar başarabiliyor muyuz bunu?
Hayatın her alanına sinsice nüfuz eden şiddete, haksızlıklara, ezberletilmiş rollere ve bir o kadar da toplumsal dayatmalara karşı susmadığımızda, paylaştığımızda, dayanıştığımızda ve en çok da bir arada olduğumuzda güçlüyüz. İşte o nedenledir ki, “ortak bir acıyı paylaşmak için ille de tanışmamız gerekmiyor” diye yazdım bu satırlarda. Kadınların bir arada güçlü olduklarına dair farkındalıkları, kimi kesimlerde hızlıca, kimilerinde ise yavaşça da olsa artıyor. Biz kadınlar, kan bağımız olmasa da, çoğunlukla benzer sorunlara maruz kalan, bu ülkenin henüz tanışmamış kız kardeşleriyiz. Birbirimize de bu empatiyle yaklaşmayı başarabilmemiz en büyük dileğim…
Türkiye'de kadın hikâyelerine yeteri kadar yer verildiğini düşünüyor musunuz?
“Cinsiyet eşitliği, toplumsal değerlerimize uygun değildir” açıklamalarının yapıldığı bir dönemdeyiz. Bu bakış açısının, kültür sanat dünyasındaki üretime de yansıdığını düşünüyorum ne yazık ki… Kaldı ki konu sadece kadın meselesi de değil... Cinsiyetin yanında cinsel tercih, dil, din, siyasi görüş gibi tercihlerden bağımsız olarak “sadece insan olduğumuz için” gereken ilgi, sevgi ve saygıyı görelim-gösterelim yeter…
Yeni kitap hazırlığı var mı?
İlk roman heyecanı bambaşka. Yenileri için ise, parmaklarım sabırsızlanıyor. İkinci roman için ön hazırlıklara başladım, bir dönem hikâyesi olacağı için şu aşamada arşiv tarama ve araştırma sürecindeyim.
Siz aynı zamanda gazetecilik kökenli bir iletişim danışmanısınız...
Önemli bir bölümü basın emekçisi olan bir ailede büyüdüm. Çocukluğum babamın da emektarı olduğu; Nokta, Kadınca, Erkekçe gibi efsane dergileri yayınlayan o dönemin en önemli gruplarından Gelişim Yayınları’nın koridorlarında geçti. Büyüyünce ben de geleneği bozmadım, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Gazetecilik okudum. Bir süre medyada çalıştıktan sonra halkla ilişkiler sektörüne geçtim. Mese İletişim Danışmanlığı’nın ortaklarından biri olarak ulusal ve uluslararası birçok markanın stratejik iletişim danışmanlığını yürütüyorum.
İlk kitabın heyecanının yanı sıra, hazırlık sürecinin de çok başka bir deneyim olduğu söylenir hep... Kimlerden destek aldınız?
Yazar adaylarının okurla buluşmaları uzun ve meşakkatli bir yolculuk. Bu yolculukta bana inanan, Af’ın okurla buluşmasında büyük emeği olan iki önemli insan var teşekkür etmem gereken. İlki Edebiyat Ajanım Nermin Mollaoğlu. Kendisi Kalem Ajans’ın sahibi, Türk edebiyatındaki eserlerin yabancı dillere kazandırılması için çalışan, İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’ni düzenleyen, yazar temsilciliği yapan, edebiyat dünyamız için son derece kıymetli bir isim… Bir yazar aday adayı olarak çekinerek arayıp, kendisiyle paylaşmak istediğim bir roman dosyam olduğunu söylediğimde, yoğunluğu nedeniyle üç-dört aydan önce bakamayacağını belirtmişti. Taslağımı kendisine teslim etmemin üzerinden bir hafta geçmemişti ki, okuyup bitirmiş ve benimle çalışmak istiyordu. Ve elbette Türk edebiyatında destekledikleri ilk yazarlardan biri olarak, bana inanıp şans veren Martı Yayınları ve editörü Deniz Topaktaş’a sizin aracılığınızla teşekkür etmek isterim… Onlar yol arkadaşlarım olarak Af’a, benim kadar inandılar…
Bir kitabı bitirebilmek için mekan değişikliği yapan, aylarca evine kapanan yazarlar tanıyorum... Siz nasıl zaman ayırabildiniz bu yoğun çalışma temponuzda?
İletişim danışmanı, on yaşında bir kız çocuğunun annesi ve eş olarak, zaman-mekân kavramımın olmadığı bu yoğun hayat temposunda bir roman yazmayı nasıl başardığım çok soruluyor. Hayatım boyunca hep yazdım ama roman yazmanın başka bir hayat tecrübesi olduğunu da yine yazarak öğrendim. Gündüz; röportajlar, basın toplantıları, canlı yayınlar ardından kızımın okulu, ödevleri, kursları, eşim, arkadaşlarım... Gün geceye kavuşup herkes uykuya çekilince de sabahlara kadar yazdım. İnsan yapmak istediği bir şey olduğunda engel tanımıyormuş. Bunu da yaşayarak öğrendim.
Canan Kaya / Medyatava