Cumhuriyet Gazetesi son dönemde işten atılan ya da istifa eden gazetecilerle görüştü.
İşte o görüşmeden satır başları:
Ayşenur Arslan "Bu iktidarın bile değil Erdoğan’ın medyası" :
"İktidar sahipleri, bütün bunları 'unutacağımızı' umut ediyor.
Ne de olsa Sivas’taki insanlık suçunu hatırlamayı bir avuç insana
bırakıp unutmadık mı? Uludere’de öldürülenleri unutmaya başlamadık
mı? Medyanın hipnozu sağolsun! Her devirde olduğu gibi kendisine
ihanet edip işlevini yerine getiriyor. Her devirde dedim ama
aslında hemen hiçbir dönemde bu kadar büyük bir ihanete tanık
olmadık. Evet, öncesinde de baskı, sansür, işten atmalar falan
vardı. Ancak Gezi olayları tam bir milat oldu. Gezi sonrası
medyasını tanımak, tanımlanabilecek çok güç. Düşünün ki NTV ve
Doğuş Grubu CEO’su Cem Aydın bile harcanabildi. Ankara’nın en
deneyimli, değerli gazetecilerinden Çiğdem Toker şu anda işsiz. Bu
medya sahiden de “yepyeni”. Bu medya iktidarın bile değil,
Erdoğan’ın medyası. Mensupları da ahlaksızlıkta, yalanda, sansürde
birbiriyle yarışıyor.
Bu süreçte beni en çok 'güldüren' şey şu: 'Gezi eylemi başlangıçta
pek haklı ve pek hoştu. Ama artık amacını aştı. Hadi evimize,
köyümüze geri dönelim...' Tamam dönelim ama ölmeye yatmış
çocukları, cezaevine atılanları ve mesela bayrak satıcısını, terör
örgütü iddiasıyla yargılananları ne yapalım? Onlar evlerine
dönemiyor ki! Malum medya yine tam bir ahlaksızlık örneği vererek
onları da unutmamızı istiyor. Boşuna! Neyse ki Cumhuriyet var.
Gazetem Yurt var. Daha başka gazeteler, TV’ler ve sesini
kısamayacakları iletişim araçları ile milyonlarca yurttaş gazeteci
var. Okan Bayülgen kusura bakmasın, kış gelince de parklarda,
meydanlarda olacağız, olmalıyız.
Tuluhan Tekelioğlu: Gazeteyle ilişkim üslupsuz bir
şekilde sona erdi.
Sabah’la yedi yıldır “freelance” olarak çalışıyordum,
röportajcıydım. Bu ilişkimiz sebep gösterilmeden ve usulsuz bir
şekilde sona erdi. Yönetimden kimse aramadı, editörüm arayıp “Bu
haberi vermek istemezdim ama bana düştü” diye başladı söze.
Fas Kralı’nın Başbakan’la neden görüşmediğini anlatan Fas Haber
Ajansı kaynaklı haberi RT’ledim ve uyarı aldım, halbuki tamamen
haberci refleksiyle yapmıştım! Twitter’da da asla kışkırtıcı
mesajlar vermedim. Hepsi sağduyulu ve yatıştırıcı mesajlardı. Ben
yalnızca haklı gençlerin arkasında durdum! Çünkü vicdanın
yanındayım. 28 Şubat’ta da aynı şeyi yaşadım ama bu kadar küfür
yememiştim! Medya bir metamorfoz yaşıyor, şekil değiştiriyor.
Farklı iletişim kanalları var ve onlar özgür, sansürlenemiyor.
Yalnızca merkez medya manipule ediliyor. Medyayı patronlar yönetip,
onların da siyasilerle dirsek teması olduğu sürece bu değişmeyecek.
Tüm bunlara rağmen ben umutsuz olmadım, olamam! Mehmet Ali
Birand’ın öğrencisiyim ve o bana şöyle derdi; “Siyasi olmayın,
taraf olmayın ama haberi görün, gerçeği yazın, yılmayın ve başınıza
ne gelirse önünüze bakın!” Ben de önüme bakıyorum.
Mustafa Hoş: Gerçek bütün çıplaklığıyla orta yerde
duruyor.
Gazeteciliğin evrensel ilkeleri ve etiği bellidir. Türkiye’de
evrensel kriterler yerine iktidarın belirlediği dar alanda laf
cambazlığı var. Objektif gazetecilik adı altında dezenformasyon
manipülasyon yapılıyor. Bugün Türkiye’de objektiflik denen şey
yavşaklığı/yalakalığı gizleme maskesidir. İstiklal Caddesi’nde bir
kişiye 7 kişi saldırıyor. TV haber bültenlerinde, gazetelerde bu
“esnaf - eylemci kavgası” diye veriliyor. Bu mudur objektif
gazetecilik?
Objektiflik adı altında iktidara yaranma cambazlığıdır yapılan.
İktidar jonglörleridir bunlar. Haber yapmak suç haline geldi. Ya
yandaş olacaksın ya da düşman ikilemi var. İkisi de gazeteciliği
zedeliyor. Haberin aktarılması için hiçbir kutba ihtiyacı yok.
Gerçek bütün çıplaklığıyla orta yerde duruyor, sadece vicdani ve
insani bir bakış açısı yeter. Ama haberden korkuluyor.
Gerçeklerle yüzleşilmekten korkuluyor. Gezi eylemleri ile birlikte
medya tarihinin en büyük sansür ve otosansürü uygulandı. Bu süreç
medyanın alnında bir utanç olarak kalacaktır.
Sansürden daha ağır bir utanç da otosansürdür. Maalesef otosansür
bir maharetmiş gibi sunuluyor. İktidar baskısına boyun eğmeyecek,
sadece gerçeğin peşinde bir yer olacağız, dendi bana Kanal Artı
Bir’de. Üç buçuk yıl işsizlikten sonra mesleğimi yapabileceğim bir
yer yaratmaya çalıştım. Gezi olayları tam da bu döneme denk geldi.
Söylenenlerle yapılanlar değişti. Otosansür uygulamam istendi.
Tepkim çok sert oldu. Bunu teklif etmek dahi utançtır, ayıptır.
Anında bıraktım. Bu medya düzeni öyle ya da böyle yıkılacak. Ben
hep söylüyorum iş aramıyorum, mesleğimi arıyorum, diye. Mesleğimi
yapabileceğim bir yer olana kadar da böyle olacak. McCarthy
dönemine rahmet okutur bu dönemde olanlar. Medyada tam bir cadı avı
başlatıldı. İnsanlar tehdit edildi, işleri gasp edildi. Gazeteler
işgal edildi. “İşgal edildi” diyorum, Akşam’ın hali buna en iyi
örnektir. Birçok kanalda bazı görüntüler arşivden siliniyor. Ethem
Sarısülük’ün vurulma anı arşivlerden silindi. Yanlışlıkla
kullanılır diye! Buna skandal demek bile az kalır ama silen de
sildiren de hâlâ orada çalışıyor.
“Onur en yıkıcı isyandır” denir. Evet öyledir. Bir gün bu insanlar
onurları olduğunu hatırlayacak ya da onursuz bir yaşam sürecekler.
Ana akım medya objektiflik adı altında iktidar yalakalığı yaparken
yandaş olanlar açıkça savaş ilan etti. Yandaş gazeteci tanımı bile
doğru değil, çünkü yapılanın gazetecilikle ilgisi yok. Yapılan
mücahitliktir. İktidar zalimliğini örtmek rant zincirini devam
ettirmek için yalanı can simidi olarak kullandı. Adı konmamış bir
cihat ilan etti. İktidardan beslenenler de durumdan vazife çıkarıp
mücahitlik görevi yaptı. Halen de yapmaya devam ediyorlar.
Mücahitlik yapanlar merhametleri ve vicdanları da olmadığını da
gösterdi. 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz’ın linç edilmesinde dahi
kılları kıpırdamadı. Ali İsmail Korkmaz’ın linci kolektif işlenmiş
bir cinayettir. “Cinayeti kör bir kayıkçı gördü, ben gördüm,
kulaklarım gördü”, bir tek bunlar görmedi.