İşte Sürmeli'nin mektubu:
Yumurta ben atınca mı faşist oluyor?
Bu hikâyeye Johan August Strindberg’den söz ederek başlamak
istiyorum. Yani Matmazel Julie’nin büyük yazarından. 19. yüzyılın
ortasında doğup 20. Yüzyılın başlarında ölen bu eşsiz yazar,
çağdaşı olan okyanuslar kadar derin filozof Nietzsche’nin de
arkadaşıydı. Zor ve meşakkatli bir hayat sürdü, yedi yaşındayken
intihara kalkıştı, yetim ve kimsesiz büyüdü. Büyüyünce eserler
yazdı, sansürlerle karşılaştı, sürgün edildi. Ama asla sanatından
ve inançlarından taviz vermedi. Yerleşik değerlerle ve sermayenin
güdümünde olan sanat anlayışıyla mücadele etti. Çok roman, çok
hikâye, çok oyun yazdı. Bu eserlerden biri de Matmazel
Julie’ydi.
Oyun; aslında hayata ve kendi yaşadıklarına dair her bir şeyin
farkında olan iki kadın ile bir erkek arasında geçer. Şatonun
sahibi olan kontun kızı Matmazel Julie, şatonun uşağı Jean ve
hizmetçi Kristin arasında yaşanan ve toplumsal cinsiyet ile sınıf
çatışmasını konu alan bu eşsiz tiyatro eseri dünyada defalarca
sahnelendi. Türkiye’de de oyun üzerine çalışmalar yapıldı.
Talimhane Tiyatrosu’yla hemen hemen aynı dönemde Sahne Cihangir de
bu oyunu sahneye koydu. Sahne Cihangir’in Jale Karabekir’in
yorumuyla sahnelediği oyunla Talimhane Tiyatrosu’nun yorumunu
karşılaştırdığımız zaman arasında uçurumlar kadar fark olduğunu
görüyoruz.
Çünkü Jale Karabekir, oyunun kaynağına yani Strindberg’e uzanarak
yorumlamış eseri. Talimhane Tiyatrosu ise İngiliz yazar Patrick
Marber’in yorumunu sahnelemeyi seçmiş. Tiyatro yönetmeninin
Marber’in yorumuna ne kadar sadık kaldığını bilmiyorum ama bu
haliyle Strindberg’in eserinin kapitalizmin vahşi çağlarındaki gibi
talan edildiğini, ömrü boyunca inandığı değerleri uğruna mücadele
eden bu adama haksızlık edildiğini gördüm. Çok üzüldüm. Sanatla
pornografinin birbirine karıştırıldığına, sırf gişe yapmak uğruna
kadın bedeninin hoyratça sergilendiğine, etiğin ve sanatın kalbinin
kırıldığına tanık oldum. Oyunu ilk seyrettiğimde bana “Nasıl
buldun?” diye soran yönetmene “Edep yahu!” diye seslenmekle
yetinmiştim. Olay gecesi de tepkimi dile getirmek için yanımda
getirdiğim yumurtayı fırlatmak üzere yönetmeni aradım. O ortaya
çıkmayınca yumurta Sultan Ertuğrul’a nasip oldu…
Oyun sırasında atmadım
Gazetelerde yazıldığı gibi yumurtayı oyun sahnelendiğinde ya da
fuayede değil, oyun sonrasında toplandığımız kafede attım. Oyun
sırasında yaparsam 3 bin yıllık geçmişe uzanan, benim de bir
parçası olduğum tiyatronun incineceğini düşündüm.
Bazı gazetelerde 2002 yılında Sakıp Sabancı’nın hayatının
anlatıldığı oyunun galasında verdiğim tepki ile şimdiki itirazımın
peş peşe sıralandığını okudum. Evet doğrudur; iki olayda şekiller
farklıydı ama öz aynı. Dönemin Kültür Bakanı’nın ve iş dünyasının
patronlarının da yer aldığı ağır protokolün önünde sanatın
sermayeleştirilmesine karşı çıkıp protesto etmiş ve bunun sonucunda
Devlet Tiyatroları’ndan atılmıştım. O dönemde gazetecilere çok
kırılmıştım çünkü ertesi gün, benim resmimin altına ‘Aşağılık
herif’ diye manşet atmışlardı. Şimdi de sanatın şemsiyesi altında
kadın bedeninin sermayeleştirilmesine karşı çıktım. Sadece bunu
yaptım. Onların Strindberg gibi büyük yazarın eserlerini üç beş
kuruş daha fazla kazanmak için yağmalama hukuku varsa benim de buna
karşı çıkma hakkım olduğunu düşünüyorum. Haksızsam söyleyin.
Protesto etmenin en çocukça olanı yani yumurta fırlatmayı seçtim.
Yumurta atmak bilebildiğim en masum protesto şeklidir çünkü.
Gariptir ki bu eylemimi yakışıksız, uygunsuz, kadına yönelik bir
şiddet eylemi, faşizan ve dahi ilkel bulanlar arasında öğrencilerin
yumurtalı protestolarını devrimci eylemler olarak gösterenler
çoğunlukta.
Ne yani öğrenciler yapınca devrimci oluyor da bunca yılın
devrimcisi Ali yapınca birden faşiste mi dönüşüyor?
Mektubun devamı için:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1123821&CategoryID=41