Yerli ve yabancı dizilere dair incelemeler, röportajlar, özel içeriklerin yer aldığı derginin 3. sayısının ön yüzünde “Süper Kahramanlar Evimizde” dosyası, yerli dizilere özel EpisodeYerli yüzünde ise Vatanım Sensin dizisinden Miray Daner ve Boran Kuzum röportajı yer alıyor.
EpisodeYerli bölümünün ilgi çekici içeriklerinden birisi de Kanal D’de yayınlanan Adı Efsane dizisiyle kısa zamanda çok sevilen dört genç ve yetenekli oyuncu Baran Bölükbaşı, Kaan Sevi, Cem Yiğit Üzümoğlu ve Hakan Ummak ile gerçekleştirilen röportaj.
Özlem Özdemir’in sorularını yanıtlayan ve Yusuf Ozan Kopçuk’un objektifine poz veren Adı Efsane oyuncularının röportajlarının tamamını Episode Dergi’de bulabilirsiniz.
Birkaç saattir burada fotoğraf çekimindeyiz, fark
ediliyor ne kadar iyi anlaştığınız
Hakan: Önceliğimiz iş oldu. Çoğu insan projelere
şahıs bazlı bakıyor, biz proje bazlı bakıyoruz. Bu projeyi bize
getirenlerden de ötürü, biz bir ekip olmalıyız diye baktık bu işe.
Bizden çıkmalıyız, bizim şahsi dertlerimiz, egolarımız şu an burayı
ilgilendirmiyor. Bir uğur var, o uğurda bir şeyler yapalım diye
buluştuk aslında biz. O yüzden birbirimizi bu kadar kısa zamanda
sevebildik. Daha birbirimizin evveliyatını bilmezken sahiplenip
kollamaya başladık.
Kaan: Senelerdir tanışıyormuşuz gibi.
Hakan: Bu ekiple tartışabiliyorum. Yeri
geliyor, espriler havada uçuşuyor. Biliyorum ki hiçbiri bu konuda
alınmıyor, alınıyorsa da direkt söylüyor.
Baran: Birbirimizin evinde kalıp sabah sete
gidiyoruz.
Kolektif bir iş yaparken duvar örmemek ve açık iletişim
kurmak önemli ama böyle yürümüyor sanki genelde
Cem: İş, beraber yapılabilecek bir şey, tek
kişilik performansın arkasında bile onlarca insan var. Bir emekçi
olarak yaptığımız şey bir esere hizmet etmek. Yazılan, ışığının,
rejisinin yapıldığı, sosyal medyasından kurumsalına kadar birçok
şeyin yapıldığı kolektif bir iş bu sonuçta. Bazen insanlar bunu
unutuyor, unuttuğu zaman “ben” devreye giriyor, o zaman da
samimiyetten ve gerçeklikten uzaklaşmaya başlıyor.
Sektörün de oyuncuları oraya ittiğini düşünüyor musunuz,
yani “ben” duygusunu çok artırdığını
Hakan: Evet ama oyuncu da şuradan görmeli: Onun tek
ve ağırlıklı olduğu senaryoda bile onun tek olduğunu gösterecek
insanlar olması lazım. Onu öncü yapanın aslında arkadaki insanlar
olduğunu unutmaması lazım. Sen oysan etrafındakilerin sayesinde
osun yoksa tek başına sıfırsın evrende, bunu unutmamak lazım.
Baran: Herkes birbirini var ediyor
aslında.
Hakan: Gerçekten ışıkçın bile seni öyle var
ediyor ki...
Tiyatro yapıyor musunuz?
Hakan: Ben bir senedir yapamıyorum. Ama ondan önce
senelerdir hep tiyatro yapıyordum.
Baran: Kısa bir eğitim aldım tiyatroyla
ilgili. Şu an bir hedefim yok ama özellikle Cem’in oyununu
izledikten sonra tiyatro yapmak istediğimi fark ettim.
Hakan: Bu arada biçim olarak gerçekten
izlenmesi gereken bir oyun. Tiyatronun amacından sapmayıp olağan
sadeliğiyle inanılmaz şeyler anlatıyor. İnsanların o kadar para
döküp anlatamadığı şeyleri üç tane adam, unuttuğumuz insan
mucizesiyle güzel güzel anlatıyor.
O zaman Cem’den oyunun detaylarını alalım
Cem: Bir atölye eğitimi için yurtdışına gitmiştim,
orada bir yönetmenle tanıştım. Dostluğumuz pekişti ve Türkiye’ye
döndüğümde böyle bir iş koyalım dendi. Ekipte yalnızca üç erkek
var, bir de sürpriz bir isim var. Yabancı yönetmen, ışıkçı yabancı,
sesçiler yabancı, yazarı yabancı. Polonya-Yunanistan-Türkiye
ortaklığında yapılmış uluslararası bir proje. Sadece Türkiye’de
oynuyoruz. İmkânımız olursa yurtdışına da turneye
gideceğiz. Troas, savaşı ve savaş sonrasını anlatıyor aslında.
“John, bana bir kahve verebilir misin?” gibi gereksiz diyaloglardan
arındırılmış, şiirsel ve felsefi bir metin. Üç farklı jenerasyonda
yaşamış üç farklı insan ve üçü de ironik olarak savaşı istiyor.
Çünkü şu anda dünya, savaşı istiyor. Bunun ironisi üzerinden savaşı
eleştiren bir oyun. Dekorundan kostümüne, oyunculuklarına kadar her
şeyi olabildiğince basit ve sade tutmaya çalıştık. Bu oyun
olmasaydı gerçekten perişan olurdum. O beni ayakta tutan şey
oldu.
Kalıcı bir şey yapmak mı?
Cem: Emek veren herkes bilir ki, ortaya bir emek
koymadığın sürece onun bir değeri yoktur. Birine hediye vermek ile
hediye yapıp vermek; bir mektup yazmak ile güzel bir sözün
kartpostalını vermek arasındaki fark gibi. Tiyatroya gittiğim zaman
ışığımı ben yapıyorum, sahnemi ben temizliyorum, dekorumu,
kostümümü ben çıkartıyorum, ben giyiyorum, odağını, filtresini, her
şeyini ben yapıyorum. Şahsi ben olarak söylemiyorum, biz yapıyoruz.
Bu nedenle 0 sahipleniyorum. Dizi setindeykense o insanların
verdiği emeğin değerini sahiplenebiliyorum sadece. Çünkü orada
ışığımı ben yapmıyorum, bana orada diğer insanlardan farklı ilgi
gösteriliyor. Ben karavanımda otururken set emekçisi orada soğukta
çalışıyor. Tamam, bu sektörel bir durum ama yine de…
Rahatsız ediyor…
Cem: Evet.
Hakan: Tiyatroda dekoru çakmayı bilmezsen
oynayamazsın da zaten. Onu kullanmayı bilmezsen o anda gelişen
refleksle toparlayamazsın. Sette sadece minnet duyabiliyorsun
insanlara çünkü her şey senin elinde değil. Oyunculuğa dizi setinde
başlarsan -insan bu, hareketin adamı olmak diye bir şey var-
kendini çok büyük bir şey sanabilirsin. O kertede dönüp sürekli
soru sorman gerekiyor, kendini unutmamak, kendini bilmek için.
Bence gerçekten insanlar o ahşaba bir değmeli, o gıcırtıyla biraz
zaman geçirmeli.
Çok iyi oldu bunları anlatmanız. Özellikle oyuncu olmak
isteyen gençler için…
Kaan: Bu, sektörle alakalı bir şey. Maalesef bizde
oyunculuk önce güzellik ve yakışıklılıktan geçiyor. Çünkü seyirci
bunu istiyor. Ekranda gördüğü kişiyi beğensin, çok yakışıklı olsun,
ona hayran olsun, mesele oradan başlıyor.
Baran: Kutunun içinde yakışıklı izleyeceğine
bence tiyatroya gidip oradaki yakışıklıları ve güzelleri
keşfetsinler. Tiyatro oyununa gittiğinde sesi oradan alıyorsun, çok
daha içindesin.
Bu röportajın tamamını Episode Dergi'nin yeni sayısında okuyabilirsiniz.