Yeni Şafak Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi'nin ablası Fatma Kaya, İleri Haber'e verdiği röportajda kardeşinin sağcı olmasının ardından bir daha yıllarca görüşmediklerini ve konuşmadıklarını belirterek "Bu saatten sonra da konuşmak ve yüzüne bakmak istemiyorum. Biz Aleviyiz. Değerlerimize bağlıyız" demişti.
Ablasının bu açıklamalarının ardından medyada yeni bir tartışma başladı.
Avukat ve gazeteci Ali Topuz, tartışmalar üzerine kaleme aldığı yazısında Abdülkadir Selvi'yi 'kan, aile ya da yurttaşlık' kavramları ile eleştirmenin doğru olmadığını savundu.
Topuz, Selvi'yi eleştirecek birçok yolun, sebebin, argümanın ve kavramın olduğunu belirterek "Medya-iktidar ilişkileri, 'yazarlık' titri-hegemonya bağıntıları, gazetecilik usulleri vs. Buralardan yürümek sadece meşru değil, gereklidir de. Aksi halde bu kudrette bir iktidarla baş etmenin yollarını bulmak zorlaşır. Fakat, aile-kan-klan bağları filan, bizi bir siyasete götürürse eğer, iktidarın kazandığı siyasete götürür" ifadelerini kullandı.
Topuz, Selvi'yi kişisel blogundaki köşesine şöyle taşıdı:
Abdülkadir Selvi'yi eleştirememek: Kan, aile ya da yurttaşlık
Yavuz Bingöl, “iktidardan hoşnut” müzisyenler arasında olmada
bir sakınca görmeyince, hakkında söylenmedik bırakılmamıştı. Ünlü
kişidir ve normaldir, kimi haklı kimi haksız, çok sayıda eleştirel
söylemin hedefi olduydu. Hır gürlü, bol magazinli, çok öfkeli,
alaylı söylemler içinde, iktidar ve sanat, muktedirlerle
sanatçıların ilişkisi, popüler sanat ve sanatçılığın iktidar ve
temsilleriyle ilişkisi gibi başlıklara atlayıp, ufuk, zihin ya da
ruh açıcı tartışmalar çıkabilir mi diye umutlanmak boşuna değildi,
ama boşa çıktı esasen.
Üstelik, tuhaf bir şey daha oldu, babası bulunup (ya da babası söz
söyleyeceği yerleri bulup-kim bilir ve her neyse) oğlu hakkında
söylendi durdu. O ezeli haklı ve hain evlat elinden mağdur babaydı,
babasına bunu yapan… Özetle önemli ve agorada konuşulması gerekli
bir mesele, yurttaşlık meselesi etrafında konuşulması çok yararlı
olacak bir mesele, aile-klan-kan bağı ekseninde argüman bulmuş
oldu. Ne işe yaradı? Yavuz Bingöl’ün tercihini tutanlarla
tutmayanlar ayrıştıkları saflarda birbirine sallamaktan başka iş
yapmış oldu mu? İktidarların hep arzuladığı, hedeflediği ve onsuz
yapamayacakları kültürel hegemonya ve ona karşı çatışmaya dair
tartışmada ne kaldı elimizde? Eleştirilen “muhafazakâr” aklın çok
beğeneceği, ama eleştirenlerin kaçınması gereken “kan bağı” esasına
dayalı bir haklılık, bir meşruiyet argümanını daha da bir
meşrulaştırmaktan başka?
Abdülkadir Selvi, ablasının söylediğine göre Alevi bir ailedenmiş. Aile devrimciymiş. Şimdi olduğu yer aileye dokunuyor, ablası televizyonu bile açmıyormuş filan falan. Şimdi, “Alevilik” ve Abdülkadir Selvi’nin savunucuları arasında olduğu “Sünni iktidar” ve onunla mücadele meselesinde bu üstüne atlanan ve şehvetle yayılan bilgi bize ne kazandırır? Ne kaybettirir? Alevilik ve Sünni-iktidar meselesini bir müddet askıya alırsak, yine elimizde Yavuz Bingöl meselesinde olduğu gibi “aile” boyutu kalmıyor mu? Ailenin dinsel, mezhebi, siyasi vs. tercihlerinden başka tercihler yapmak, kendi başına ne türden bir kabullenilmezlik, ne türden bir kötülük, ne türden bir sorun oluşturur? Siyasal sahnede “aile”nin bu türden bir baskınlığını kabul ettiğimizde, aileden herhangi bir firarın, aileye herhangi bir biçimde cephe almanın “suç” ya da en azından “sorun olduğunu” kabul etmiş olmaz mıyız? Öyleyse kan-aile-klan bağı esas ise, o bağlardan azade politik düzen arayışlarına karşı cephe almak zorunda kalmaz mıyız? “Öyle bir aileden nasıl böyle biri çıkar” formülüne bu şekilde asılırsak, iktidar sahipleri kıs kıs gülüp, “Biz de onu diyoruz zaten” demez mi?
“Alevilik”, “Asimilasyon” meselesine geleceğim, ama araya biraz da kişisel bazı notlar eklemek istiyorum. “Alevi” bir aileden, “Kürt Alevisi” bir aileden geliyorum. Siyasal ve kültürel hayatım, “aileden firar” öykücükleri ve girişimleriyle dolu. Örneğin ailemin ve içine gömülü olduğu aşiretin baskın CHP’liliği, her kritik süreçte, her seçimde, her düğün ya da kına masasında benim tercihlerime kimi tatlı, kimi acı, kimi sert, kimi yumuşak, kimi hoyrat, kimi efendi sayısız eleştiri/saldırı altında kalmama yol açtı. Ben onlardan biri olarak, nasıl ve neden onların dışında hareket ediyordum ki? Öykünün kişisel kısmını, Abdülkadir Selvi ile empati yapma gibi saçma (saçma, çünkü sorun kişisel duygularla ilgili değil, genel siyasal tercihlerle/düşüncelerle ilgili) bir sebeple yazmıyorum, meseleye yönelik bakışımı şekillendiren süreçlerin doğasına ilişkin deneyimimi tartışma alanına sürüyorum, naçizane. “Özünü inkâr eden haramzade” kalıbı, tüm o eleştirilerin önünde sonunda gelip dayandığı yerdi ve o yer de kan ilkesinin diğer tüm ilkelerin önüne geçtiği muhafazakâr siyasal duruşun ayağını bastığı yerdi.
Abdülkadir Selvi’ye, ailesi ve ailesiyle ilişkileri üzerinden eleştiri yöneltmek, sanki şu an durduğu yer ailesinden bağımsız biçimde eleştirilemezmiş, şu an yaptığı işler ailesi işe karıştırılmazsa tartışılamazmış sonucunu çağırır. Ne Yavuz Bingöl’ün babasının ne de Abdülkadir Selvi’nin ablasının, bu kişilerin politik tercih ve tutumlarını açıklamaya ya da eleştirmeye yarar yanı var. İktidar çevrelerinde ya da işte destekçi kümelerde aileleriyle araları gayet iyi, yaptıkları işten ailecek memnun, ele güne karşı birbirini asla açık düşürmeyecek bağlara sahip çok sayıda kalemşor ya da müzisyen ya da işte başka türden ünlü kişi yok mu? Onları ne yapacağız? Bir babaları ya da ablaları ya da eski eşleri filan çıkmazsa söyleyecek laf bulamayacak mıyız?
Abdülkadir Selvi meselesinin, “Alevilerin asimile edilmesi”yle
ilgisi de haber üzerine çok dillendirildi. Bir zamanlar aynı
saflarda yer aldığı Emre Uslu, twitter hesabından şöyle yazdı
örneğin: “TR'de Alevi sorununun en net örneği Abdulkadir Selvi.
Alevi kimliğiyle var olamayınca asimile olmayı tercih etmiş.”
Bir kere, Alevi asimilasyonu, son 13 yıla gelene kadar içinden
“Abdülkadir Selvi”ler, yani siyasal İslamcı kadrolar yetiştirmeye
yönelik bir tasarım değildi. Devletin projesi, Alevileri alıp
Sünni-siyasal İslamcı haline getirmek değil, bir tür resmi mezhep
olarak Sünniliğe devletin arzuladığı şekli verirken, Aleviliğin de
sekülerlik rüşvetiyle (ki, can güvenliği anlamına gelir öncelikle)
folklorize edilmesiydi. Aleviliğin Sünniliğe asimilasyonu, birçok
kuvvetli alametle gösterilebileceği gibi, bugünkü iktidarın arzu ve
olası hedefleri arasındadır. En azından, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
söylemleri bu arzu ve hedefin varlığına inandıracak yeterli
sarahate sahiptir. Selvi’nin en açık Emre Uslu’nun söylediği türden
bir “asimilasyon” işlemi nedeniyle siyasal İslamcı bir iktidar
heyetinin medya isimleri arasında yer aldığına inanmak için, o
türden çok sayıda kişi daha görmemiz gerekirdi. Nasıl bir
asimilasyon ki, aileden bir tek Abdülkadir Selvi’yi seçip almış?
Nasıl bir asimilasyon ki, Abdülkadir Selvi’nin durduğu yerde sadece
Abdülkadir Selvi duruyor. Oysa o “asimilasyon” hiç de bir kişiyi
etkileyecek kadar başarısız olmadı! Uslu’nun sözünde, diğer benzer
eleştirilerle ortak olan bir yan daha var, Abdülkadir Selvi’nin
kişiliğinde bir sorun olduğu iması yani. Bu noktada iş “kan esaslı”
bakışı uç noktasına kadar götürmeye varıyor: Aile sağlamsa, bu
çürük! “Tercih” lafındaki ima bu. Üstelik, “asimilasyon”la olmuşsa
bu olanlar, hınçla saldırmaktan ya da alay etmekten ya da
aşağılamaktan çok daha başka yola girmek gerekir; çünkü
“asimilasyon”, bu satırların yazarının hem mezhebi hem etnik
boyutta bütün bedeninde, ruhunda ömrünce gördüğü gibi tatlı değil
acı, çok acı bir süreç, bir dönüşümdür. Neyse, zaten meselemiz
empati değil, siyasal ilke arayışı.
Hasılı, bu yol kötü yol. Abdülkadir Selvi’yi eleştirecek birçok yol, bir çok sebep, birçok argüman, birçok kavram var. Medya-iktidar ilişkileri, “yazarlık” titri-hegemonya bağıntıları, gazetecilik usulleri vs. Buralardan yürümek sadece meşru değil, gereklidir de. Aksi halde bu kudrette bir iktidarla baş etmenin yollarını bulmak zorlaşır. Fakat, aile-kan-klan bağları filan, bizi bir siyasete götürürse eğer, iktidarın kazandığı siyasete götürür.
Yavuz Bingöl'ün kardeşi, babası; Niran Ünsal'ın kardeşi, Abdülkadir Selvi’nin babası… Siyasi fayların mikro kırıkları-göçükleri. Kültürel transfer, öyle anlaşılıyor ki, servet transferinden daha çok tepki uyandırıyor. “Kültür savaşı” yaşadığımızdan mı? Medeniyet savaşı? Medeniyet-ler savaşı? Bu örneklere bakarak şu kadarını diyebiliriz: Kan esaslı, akrabalığa dayalı bakıştan kurtulmadan, kan esaslı, akrabalığa dayalı bakışlara yaslanan muhafazakârlık biçimleriyle mücadele etmeyi ancak hayal edebiliriz. Aslında hayal bile edemeyiz."