'1955 yılının İstanbul'unda yaşamak isterdim. İnsanlar birbirini sevmiyor artık...'

Güneş Altunkaş, ilk romanı "Kapının Ardındaki Ben'i Medyatava'dan Canan Kaya'ya anlattı...

Google Haberlere Abone ol
'1955 yılının İstanbul'unda yaşamak isterdim. İnsanlar birbirini sevmiyor artık...'

Galata'nın henüz gıcır gıcır olan arnavut kaldırımlı sokakları, güleryüzlü insanlar, kilitlenmeyen kapılar... 1950'li yıllara ait ne varsa, 'keşke' dedirten bir özlemle okuyorsunuz Güneş Altunkaş'ın ilk romanı "Kapının Ardındaki Ben"de...



Kitapta 1955 yılının Galata'sında henüz çok yeni olan meşhur Barnathan Apartmanı'nın heybetli kapısının öyküsü anlatılıyor. Altunkaş, bu kapı üzerinden kurguladığı hikayesinde aslında o kapıyı aralayarak bizi hem o utanç verici 6-7 Eylül olaylarından önceki Beyoğlu'nun gerçek sahipleriyle tanıştırıyor, hem de günümüze döndürüp iç hesaplaşma yapmamızı sağlıyor.



İlk olarak 15 Mart'ta başlayan ön satışla okurla buluşan "Kapının Ardındaki Ben", ikinci ayında 2. baskıya doğru yol alırken, ben de Güneş'in kapısını çaldım ve kitabın doğuş hikayesini sordum...



 



Canan Kaya / Medyatava



canankaya@medyatava.com



 



1955 yılının izleri var kitabında. Böyle bir hikâye oluşturma fikri nasıl ortaya çıktı?



2016 yılında film sektöründe yöneticilik ve eş zamanlı bir gazetede de köşe yazarlığı yapıyordum. Erkek kardeşim Ufuk Altunkaş da fotoğraf sanatçısı. İşime yararı olsun diye bana fotoğraf çekmeyi öğretiyordu. Fotoğraf çekmeye kardeşim vasıtasıyla başladım ve yalnızca tarihi semtlerde kapı fotoğrafları çekiyordum. Sonra çektiğim bu kapı fotoğraflarını biriktirmeye başladım. Bir gün yakın arkadaşlarımdan biri Galata’da bir apartman satın aldıklarını söyledi ve beni davet etti. Gittiğimde muazzam bir kapıyla karşılaştım. İşte o gün o kapı benim ilham kaynağım oldu.



'1955 yılının İstanbul'unda yaşamak isterdim. İnsanlar birbirini sevmiyor artık...'



Bahsi geçen kitabın kapağındaki kapı değil mi?



Kısmen benziyor. Zincirlerle kapatılmış bordo renkte, oymalı ve üzerinde simgesi olan bir kapıydı. Hikayeyi de bu kapı üzerinden kurgulamaya başladım. Gerçekte bu kapının öyle bir hikayesi yok aslında. Ama o gün hiç tanımadığım birini yoldan çevirip ‘bu sokak neden terk edilmiş’ diye sorduğumda, 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül olaylarından sonra insanların o sokaktan ayrılmak zorunda kaldıklarını söyledi. Yaşam bir şekilde devam ediyor tabii ama gerçek sahipleri gitmiş…



Tamamen kurgusal bir hikaye değil mi?



Evet, iki dönemi yansıtmak istediğim bir kurgu. Hem 2019’u, hem de 1955’i anlatmaya çalıştım. Ama yansıtırken de ‘keşke 1950’lilerde yaşasaymışız’ dedim.



Neden?



Kitabı yazarken o dönemin gençleriyle röportaj yaptım. Beyoğlu’nu anlatırken hepsinin gözleri gülüyordu. Sinemaları, tiyatroları, giyim kuşama ne kadar önem verdiklerini ve herkesin yüzünde bir tebessüm ile güne başladıklarını anlattılar. İnanır mısın gün içinde aynı kişiyle defalarca karşılaşsalar bile aynı tebessümü gösteriyorlarmış. Günümüze geldiğimizde ise ilk kez karşılaştığımız birine bile o tebessümü sakınıyoruz. Mesela benim için en önemli şeylerden biri de o dönemde kapıların kilitlenmemesi ve bu dönemde de kapılara zincir vurulması.



Bu hikayeleri dinledikten sonra günümüze döndüğünde ne hissettin?



Keşke dedim, keşke bir zaman makinesi olsaydı da o döneme yolculuk yapabilseydim. O dönemde yaşamak varmış. O dönemin kıyafetlerini giymek, sinemacılarla, yazarlarla sohbet etmek varmış. Aslında çoğu güzel insan o dönemde kalmış.



'1955 yılının İstanbul'unda yaşamak isterdim. İnsanlar birbirini sevmiyor artık...' - Resim : 2



Peki bugün Beyoğlu’na baktığında nasıl tanımlarsın?



Her şey ticaret üzerine kurulu… İnsan profillerine gelince, Beyoğlu insanının Beyoğlu’nda olduğunu düşünmüyorum. Sen öyle düşünüyor musun bilmiyorum ama… (Gülüyor)



Ben Ortadoğu’nun göbeğindeymişim gibi hissediyorum…



Buraya her geldiğimde restoranların, cafelerin, giyim mağazalarının üzerindeki tabelalara baktığımda benim de kafam karışıyor açıkçası.



Tekrar kitaba dönecek olursak, rüyalarında bu kapıyı gören gazeteci bir kadını anlatıyorsun. Bu kurguyu nasıl tasarladın?



Öncelikle hayatta inandığım şeyleri ortaya koydum. Rüyalara çok inanırım. Rüya görmek bana göre gizemli bir tecrübe. İnsanın iç dünyasını kendine has bir şekilde kodladığı bir durum da diyebilirim. Ana karakterim Zeynep’ in iç dünyasını yaratmakla işe başladım. Sonrası su gibi aktı gitti zaten. Kısaca şöyle diyebilirim her şey bir rüya ile başladı ve her defası yeni bir başlangıcın anahtarıydı.



Sen de görürür müsün bu tarz rüyalar?



Sık sık görüyorum ve o rüyaların bana bir şey anlattığını düşünüyorum. Gün içerisinde yaşadıklarımın ve düşündüklerimin bilinçaltımda bir şeyler anlatmaya çalıştığına inanıyorum.



Nasıl bir mesaj vermek istiyorsun bu kitapla?



Sade ve öz bir mesajım var. İnsanların birbirini sevmesini istiyorum.



Sevmiyor muyuz?



Kesinlikle hayır.



Neden böyle olduk sence?



Çünkü sevgiyi bile tüketiyoruz. Aslında nasıl sevilir onu da bilmiyoruz. Etrafa baktığımda ilişkilerin tümü gerginlik üstüne kurulu. Bu hem aile, hem arkadaş, hem de ikili ilişkiler için geçerli.



Peki ne iyileştirir bizi?



Çok okuyarak. Özellikle de geçmiş dönemleri. O zaman ‘Sevgi nedir? ‘ sorusunun cevabını kolaylıkla bulabiliriz.



'1955 yılının İstanbul'unda yaşamak isterdim. İnsanlar birbirini sevmiyor artık...' - Resim : 3



İlk imza gününü İzmir Kitap Fuarı’nda gerçekleştirdin. Nasıldı tepkiler?



Nasıl duygulandım anlatamam. Bir kere ilk çocuğum bu kitap benim ve ilk çocuğumla yolculuk yaptım. Üstelik yeni yapılan bir havalimanı üstünden. O da ilkti ve ilginç oldu. (Gülüyor) Hep ilklerin olduğu bir gün oldu. Mesela İzmir’in bombası diye bir şey varmış, onu yedim. Hiç tanımadığım insanlarla tanıştım. Ne büyük heyecandı anlatamam. Kundaktaki bebeğiyle, ayağındaki alçıyla gelen oldu. Bu röportaj vasıtasıyla da ilgi alakalarından dolayı tüm okurlarıma çok teşekkür ederim.



Nasıl yorumlar yaptılar kitapla ilgili?



İzmir’in dokusundan mıdır bilmiyorum, herkes çok güler yüzlüydü. Beklemediğim kadar güzel tepkiler geldi. Sonuç olarak fuardan iki hafta önce çıkan bir romanım vardı. Okuyucumun kitabı çok sevip sahiplenmesi benim için onur ve gurur verici. Doğru şeyler yazınca, insanların gelip o kitabı bulduklarını gördüm. Yazarla kitap arasındaki o özveri rafta başlıyor. En yoğun okuyucumdan bile kitabı elinden bırakamadığı yönünde tepkiler aldım.



Sinema alanında da tecrüben var… Biraz da oradaki deneyimlerinden bahseder misin?



2008 yılından itibariyle haberciliği bırakıp ilk reklam film sektörüne geçiş yaptım. Flm sektöründe genel sanat yönetmenliği, genel koordinatörlük ve yöneticilik yaptım. Hali hazırda hala devam etmekteyim ama biraz projeler konusunda seçiciyim. İnanmadığım hiçbir projeye de girmiyorum.



Bu kitabın beyazperdeye aktarılmasını ister misin?



Kısmet bakalım. Okuyuculardan gelen tepkilerde bu yönde. Kitabı okurken sanki filmini izliyormuş gibi hissettiklerini söyleyenler de oluyor. Belki beyazperde olmaz başka bir platform olur. Eminim kitabım ‘Kapının Ardındaki Ben’ kaderini yaşayacak ve önü çok açık inanıyorum.



Peki bununla ilgili bir teklif geldi mi, ya da görüştüğün mecralar oldu mu?



Film sektöründe bu yöndeki fikirlerimi soranlar oluyor. Ama henüz o aşamaya gelmedik. Çünkü daha yeni. Olursa da doğru zamanda olsun istiyorum.



Devamı gelir mi bu hikayenin?



Son zamanlarda bu soruyu okuyuculardan çok duyuyorum. Evet gelecek. Zaten her şey yeni başlıyor. (Gülüyor) Her sayfasında okuyucuya tahminler ettirten, gizem dolu bu kitabı yalnız bırakamazdım. ‘Kapının Ardındaki Ben’ i yazarken ikinci kitabın olay örgüsünü hazırlamıştım zaten.



Yakın zamanda imza gününüz var mı?



Kocaeli Kitap Fuarı'nda olacak. Ancak tarihi henüz belli değil. Detaylarını Instagram hesabımdan paylaşacağım netlik kazanınca.



 


Sıradaki Haber İçin Sürükleyin