Bu ve benzeri eylemlere karşı ne gibi adımlar atılabilir?
Görüldüğü gibi devletler arasında homojen bir ceza hukuk sisteminin olmaması, Kur’an-ı Kerim‘i yakma eylemlerine karşı izlenecek stratejilerin de zorluğunu ortaya koyuyor. İsveç gibi ülkelerde dini değerlere hakaret kanunen serbest. Almanya'da mevcut yasanın tatbikatı problemli. Fakat nihayetinde bu ülkelerin temelinde aynı sorun var: Batı toplumlarındaki süratli sekülerleşme temayülü, dinin mahiyetini iyice erozyona uğrattı. Sabit değerlerin kaybolmasıyla ve her şeyin izafi bir değerlendirmeye tabi tutulmasıyla birlikte din ve kültüre, özellikle ifade ve sanat özgürlüğü iddiasıyla, ünlü şair Johann Wolfgang von Goethe’den Katolik Kilisesi'ne kadar pek çok geleneksel kişi ve yapılara çok ağır hakaretler edilebiliyor. Kamusal alanda gerçekleşen vulgar iletişim türü toplumu da artık rahatsız etmediği için, geleneksel değerlerin içi boşaltıldı. Kanunlar da bu duruma müsaade ediyor. Bir ulusu arada tutabilecek ortak zeminin formülü ise artık "Anayasal Vatanseverlik“ gibi muğlak teorilerde aranıyor. Bu kanaate göre esas olan hürriyettir. Dinin korunması hususu ise toplumda karşılık bulmadığı gerekçesiyle asgari seviyeye indirilmiş durumda.
Bu bağlamda uluslararası müesseselerin de sorumluluklarına değinmekte fayda var. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AIHM) geçen yıl vermiş olduğu bir kararla (Bouton v. France) kamusal alandaki din ve vicdan hürriyetini sınırlayan çizgiye katıldı. 2013 yılında Paris’in meşhur La Madeleine kilisesinde, Eloïse Bouton isimli aktivist, cemaatinin önünde kendini mihrabın üzerinde teşhir ettikten sonra Hz. İsa’nın sözde kürtajını simgeleyen bir gösteri yapmıştı. Ona göre bu protestonun gayesi Katolik Kilisesi'nin kürtaja karşı olan duruşunu eleştirmekti. Para cezasına mahkum edilen Bouton'un ifade özgürlüğü, AIHM’in 2022 yılındaki değerlendirmesine göre haksız yere ihlal edilmiştir. Dinin korunması bu alanda da yok sayılmıştır. Ancak hukukun da kabul etmek zorunda kaldığı toplumsal dinamizm bize şunu gösteriyor: Auguste Comte‘un tahayyül ettiği nihai pozitivist veya dinin terk edilmesi ideali Batı'da gerçekleşmedi. Tam aksine 2000’li yıllardan beri "dinin geri dönüş“ tezi, bugün hiç olmadığı kadar güncel bir konudur. Özellikle Müslüman ülkelerden gelen göçler ve genel olarak coğrafi değişim sonucunda dinin, seküler hukuki boyutta da daha geniş bir koruma alanına dahil edilmesi gerektiği görünüyor. Bugünün Batı ülkelerinde Müslümanlar kamusal hayatın bariz bir parçası haline gelmiştir ve hukukun normatif tatbikatı da buna göre uygulanmalıdır. Dolayısıyla devlet yetkilileri, İsveç Dışişleri Bakanı'nda olduğu gibi, kınama tweetleriyle görevlerini yerine getirmiş olmazlar. İnsanların dini değerlerini korumayan yetkililer bilmeli ki esnek yasa tatbikatıyla (mahkeme ve savcılar) veya kanunları kaldırma reformlarıyla (meclisler) İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürmüş oluyorlar.