Yurtdışında ‘kötü kedi’yi kim seslendirecek? Yönetmenleri hangi filmlerden etkilendiler? Çizeri karakterini sinemada beğendi mi? Şerafettin’i sinemada yaratan ekip Medyatava’ya anlattı!
Karikatürist Bülent Üstün, yönetmenler Mehmet Kurtuluş ve Ayşe Ünal, Çevrim Çeviren'in sorularını yanıtladı...
Şerafettin’i anlatmaya gerek yok herhalde. Türkiye’nin en fenomen kedisi. İki haftadır dile geldi sinemalarda izleyici ile buluşuyor. Dev ekrana gelmesini sağlayan ise Türkiye’nin en büyük animasyon stüdyolarından Anima İstanbul. Yönetmen koltuğunda Mehmet Kurtuluş ve Ayşe Ünal oturuyor. Şero’nun yaratıcısı Bülent Üstün’ü ikna etmişler ortaya uluslararası düzeyde bir animasyon çıkmış. Çıkmış da, bakalım onlar memnun mu?
Şerafettin, sinemada ikinci haftasına girdi. İkinci haftaya girerken toplam seyirci sayısı 268 bin 366. Nasıl buluyorsunuz bu rakamı? Beklediğiniz gibi mi?
Mehmet Kurtuluş: Umduğumuz gibi değil. Etraftan aldığımız reaksiyona göre, beklentimiz daha çoktu aslında. Herkesin daha çok beklentisi vardı aslında.
Ayşe Ünal: Belki daha yüksek olur diye bir umudumuz vardı. Biraz umduğumuzun altında kaldı.
Neden öyle oldu?
Ayşe Ünal: Tahminimiz animasyon olduğu için. Animasyon herkese hitap eden bir şey değil. O konuda ikna edemedik herhalde herkesi.
Mehmet Kurtuluş: Biz yetişkinlere animasyon diye denenmemiş bir şey denedik; orada umduğumuz kalabalığı bulamadık. Daha çok genç insan gelir diye düşünüyorduk. AB kitlesi, büyük şehirlerde, pahalı sinemalarda, daha çok yabancı film izleyen insanlar izlediler, izliyorlar filmi. Türkiye genelinde umduğumuz gibi olmadı. Ama kötü değil. Sonuçta şöyle bir şey var; biz böyle diyoruz ama film, en iyi 4. film olarak açıldı, 2. hafta içinde 3 gün en iyi film olarak görüldü. Piyasada genel olarak izlenmeler düşük. Çok fazla Türk filminin gösterimde olmasıyla da alakası var. Yoruluyor izleyici açıkçası. Her hafta bir-ik tane Türk filmi giriyor gösterime.
Ama eleştiriler çok iyi. Sinema eleştirmenlerininkiler de dahil, tek bir olumsuz yoruma denk gelmedim. Sizin kulağınıza gelen kötü eleştiriler var mı? Şiddet dozuna ilişkin laf geldi mi mesela?
Ayşe Ünal: Bir tek çocuklarınızı götürmeyin diyorlar ki; öyle zaten.
Mehmet Kurtuluş: Tek aldığımız eleştiri aslında, bu da tek tük söylendi. Ki biz bunun iletişimini çok yaptık. Dedik ki bu bir çocuk filmi değil, 13 yaşından küçükler rüyasında görür ancak. Bu bir teenager filmi, bir genç filmi. 13 yaşından 70 yaşına kadar insan seyreder ama hedef kitlesi genç insanlar. Bu bir çocuk filmi değil ama tabii ki de şu algıyı kırmak kolay değil: Animasyon filmi dediğinizde bir çocuk filmi algısı var ve insanlar şöyle diyor: “Bu nasıl çocuk filmi içinde küfür var.” “Ama çocuk filmi değil ya…” diyoruz biz de.
Var mı çocuklarıyla giden tanıdıklarınız?
Mehmet Kurtuluş: Çok var.
Farkedince, çıkmışlardır herhalde filmden…
Mehmet Kurtuluş: Yoo, hayır çıkan yok. Bence ebeveynine bakar. Bizim etrafımızda 6-7 yaşında çocuklar da seyrettiler filmi.
Ayşe Ünal: Bazısı seyrettirdi, bazısı seyrettirmedi. O aileye kalmış. Dün Bülent (Üstün) anlatıyordu: Sinemanın önünde bekliyormuş, küçük bir çocuk abisiyle gelmiş. Çocuğu almamışlar, yıkılmış çocuk “n’apcaz şimdi” diye.
Mehmet Kurtuluş: Animasyon filmi algısıyla bir derdimiz oldu yani, orası kesin. Onu kırmayı ne kadar başardık? Yetişkinlere animasyon yapmak birazcık da deneysel bir iş o anlamda.
Ayşe Ünal: Bu anlamda kült tarafına yapılmış bir film bir yandan da. Bizim böyle bir beklentimiz vardı, bir de eleştirilerin bu kadar olumlu gelmesi de bizi heveslendirdi ama…
Mehmet Kurtuluş: Evet, sonuçta kült bir film ama bir blockbuster olmasını da beklemiyoruz tabii. 2 milyon, 5 milyon gişe yapmasını hiç hayal etmedik. Sonuçta kült filmin de daha niş, daha daraltılmış bir izleyici kitlesi var yani. Film oraya oynuyor zaten. Yurtdışında da amacımız o; kült film rafına oynamak. Ben, belki yurtdışında buradan daha iyi bir sonuç alabiliriz diye inanıyorum.
Yurtdışıyla ilgili planlar ne? Odin’s Eye Entertainment diye şirket bir satış temsilciliğini yapacak sanırım? “Tarantino’nun Top Cat’le (Türkiye’de Sevimli Kedi İşbaşında ismiyle gösterilen animasyon) buluşması” diye pazarlayacaklarmış. Doğru mu?
Mehmet Kurtuluş: Evet. Tarantino bir mascot filmi yapsaydı böyle yapardı, dendi. Hatta, market için, Holyywood Reporter’ın Variety’nin çıkardığı özel sayılar vardır. Onlardan birinin kapağı Şerafettin’le çıktı. Orada kapağa, ‘Forget Garfield, he is a pussy’ (Garfield’i unut, o bir pisi) yazmışlar. Görsel olarak da Şerafettin’in elinde sigara, tuvalette oturduğu sahneyi koymuşlar. Şunun için bunu söylüyorum: Batıda mesela daha da kültleştirmek için, daha da sınıra çıkartmak için uğraşıyorlar. Film orada daha net karşılığını bulabilir diye umut ediyoruz.
Onlar daha mı alışıklar büyükler için yapılan animasyonlara?
Mehmet Kurtuluş: Daha alışıklar ve bir de kült film segmenti var. Janr olarak değil ama bir segment olarak var ve onu takip eden insanlar, onu alan insanlar var. Tarantino filmini de Türkiye’de 50 bin kişi seyrediyor. Kült, Türkiye’de çok iyi çalışan bir şey değil.
Ayşe Ünal: Ayı Ted diye bir film vardı mesela. Ayı Ted, bizim bazen yurtdışında da, “nasıl bir film ki bu”yu anlatmak için, “onun gibi bir film” diyerek kullandığımız örnek bir filmdi. Dünyada çok iyi iş yaptı. Onun da Türkiye gişesi hayli düşüktü. 35 bin civarı…
Şimdi nedir yani yurtdışındaki son durumunuz?
Mehmet Kurtuluş: Şu anda Berlin’de. Bu seneki bütün marketlerde gösterilecek. Şimdilik, Almanya, Avusturya, Belçika satışları yapıldı. Oralarda önümüzdeki ayın ortasında vizyona girecek.
Yurtdışında seslendirme mi olacak, alt yazı mı?
Ayşe Ünal: Seslendirme olmasını istiyoruz. Onlar da öyle istiyorlar.
Var mı özellikle seslendirmeyi yapmasını istediğiniz bir isim?
Ayşe Ünal: Almanca filan oralara çok hakim değiliz ama İngilizce'ye çevrilecekse Louis C.K. olsun istiyoruz. Daha konuşulmuş değil. Buradaki gibi oradaki oyuncular da ona bir şey katabilsin istiyoruz.Buradaki karakterlere o ruhu üflediler. O buralı bir ruh. Onlarınınkin de oralı bir ruh olması lazım.
Mehmet Kurtulmuş: Bence Louis C.K müthiş. Çok ünlü Amerikalı bir talkshow'cu. Talkshow'lardaki tavrı, tarzı Şerafettin'e çok benziyor.
Türkçe’de seslendirenleri nasıl belirlediniz?
Mehmet Kurtuluş: Biz seslendiren değil, oyuncu istiyorduk aslında. Karakterleri gerçek kılmak istiyorduk. O yüzden usta oyuncularla çalışmak istedik. O yüzden herkes de büyük bir keyifle büyük bir özveriyle çalıştı, bence çok da iyi oyuncularla çalıştık. Bir de bir filmde kolay kolay biraraya getiremeyeceğimiz bir kadroyu biraraya getirdik.
Filmi çekerken en çok nerde zorlandınız?
Mehmet Kurtuluş: Senaryo.
Ayşe Ünal: Evet, senaryo. Episodik bir yapısı var. Çizgi romanda haftada 2 sayfa çiziyordu Bülent. Onu uzun metraja çevirince o episodik yapıyı kırmak çok zor oldu.
Mehmet Kurtuluş: Uyarlama bir şey olsun istedik, varolan o yapıyı kırmak değil… Sonuçta 20 yıldır varolan bir karakter. Dolayısıyla çizgi romandaki 4 temayı kullanmak istedik. O birazcık bizi zorladı. Uzun sürdü yani.
Ayşe Ünal: Ekibi oluşturmak da zor yanlarından biriydi. Şöyle anlar oldu: Bitti daha fazla çağırabileceğimiz kimse yok. Ama 5 kişi daha çağırmamız lazım filan… Herkes arkadaşının arkadaşına sorsun… O da zor bir zamandı yani.
Mehmet Kurtuluş: Şunu da söylemek lazım: Bu boyuttaki bir projeyi finanse etmek de kolay değildi. Tamamen bağımsız bir film olarak yaptık. Dışarıdan çok küçük destekler aldık. Herkes projeyi çok riskli buldu.
Peki, yapımcılık kısmından tekrar yönetmenlik kısmına geçersek, animasyonlarda yönetmenler neyi yönetir?
Ayşe Ünal: Aslında normal filmlerden çok da farkı yok. Yine büyük bir ekip var. En büyük farkı şu: Normal bir filmde genelde bir senaryo var, sonra mekanlar var, oyuncular var ve bir ekip var. Bunları biraraya getirip, bunu çekmen gerekiyor. Animasyon filminde de çok büyük bir farkı yok. Sadece başlangıçta hiçbir şey yok. Boş bir evren var, onu bir yerden kurmaya başlamak gerekiyor. Yine sanat yönetmeni var. Yine sanat yönetmenine gidip böyle bir şey hayal ediyorum diye anlatmalısın. Yine görüntü yönetmeni var. Ona gidip kameralarını anlatıyorsun. Ama herkes aslında boşluktaki yere bir şeyler koymaya başlıyor. Gideyim oyuncularla bir mekana, onlar da birbirleriyle bir reaksiyon versinler de ben de burdan mı çekeyim, şurdan mı çekeyim diye bir şans yok. Onları biraz önden düşünmek ve hayal etmek gerekiyor. Ama bütün bu aktörler bir yerinde devreye giriyor. Bizim seslendiren sanatçılarımız, oyuncularımız aslında. Animatörler de oyuncularımız. Film yaparken de bir sürü insan storyboard’da çalışıyor. Animasyonda storyboard çok önemli oluyor. Biz 70 bin kare filan board çizmiş olmalıyız.
Ne kadar sürüyor bir animasyon filmin tamamlanması?
Ayşe Ünal: En baştan alırsan 3-4 yıldan az süren bir animasyon filmi biraz zor.
Şerafettin ne kadar sürdü?
Mehmet Kurtuluş: 3-4 yıl. Biraz daha kısa sürebilir ama 3’ten aşağı düşmez. Bütün animasyon filmlerin dünyada ortalama süreleri 4 sene vardır.
Jenerikte çok fazla animator ismi vardı. Bu kadar animatörü nerden buldunuz?
Mehmet Kurtuluş: Yetiştiriyoruz. Okulumuz var. Bir sürüsü bizim tezgahımızda yetişmiş insanlar. Bizim kursumuzdan gelenler de var. Adı “Anime Okulu” ama bir kurs orası. İleride, meslek yüksek okulu, online okul yapmak istiyoruz.
Bu animasyon yüzde yüz Türkiyeli mi, peki?
Mehmet Kurtuluş: Yüzde 99.9
Ayşe Ünal: Çalışan ekibimizde uluslararası insanlar vardı, çünkü animasyon uluslararası bir iş ama sayısı bizim başta düşündüğümüzden de az.
Mehmet Kurtuluş: Yapım olarak yüzde 100 Türk yapımı. Film endüstrisinde bütün isimlerin bir ülkeden olması çok zor bir şey, animasyonda daha da zor, ama bizimki o anlamda çok Türk. Her şeyi Türkiye’de yapıldı. Biz mesela animasyonun yüzde 20’sini dışarılardaki birtakım stüdyolara yaptırırız, freelance insanlara buradan gönderir outsource ederiz diye düşünüyorduk, denedik de… Ama pek çalıştıramadık.
Ayşe Ünal: Uzun metraj animasyon tecrübesi olan animator Türkiye’de çok az. Bu nedenle bu daha kolay bir yöntem olur mu diye düşündük. Ama hem kültür bariyeri var biraz, hem buna giriştiğimiz zaman tezgahımız buna çok hazır değildi, hem de bir animasyon filminin yapıldığının baya altında bir sayıyla bir film yapmaya çalıştığımız için, yurtdışında bir stüdyoyla çalıştığınız zaman o kadar iç içe olamıyorsun.
Mehmet Kurtuluş: Çok iyi animatörler ama oradaki animatörlerin çoğu o yumuşak Disney tarzına alışmışlardır. Amerikalı bir oyuncuyu getirip Türkiye’de oynatmak gibi bir şey. Aynı durmaz ya ne vücut dili ne gesture’ı. Biz burda onu çok kırdık. Yani biz bir yetişkin animasyonu yapıyoruz. Bu bir Disney filmi animasyonu değil. Tam tersine oynuyoruz. Bizim karakterlerin vücut dilleri şöyle olacak, yerli olacak, gerçek olacak…
Teknoloji aynı mı yurtdışıyla?
Mehmet Kurtuluş: Tabii ki Pixar’la aynı değiliz. 150 milyon dolar bütçeyle yapıyorlar filmleri. Ama biz de çok iyiyiz.
Şero ne kadara maloldu?
Mehmet Kurtuluş: Bunu kimseye söylemedik, size de söylemek istemeyiz ama pahalı. Dünya için çok ucuz bir paraya yaptık ama Türkiye’de sinema endüstrisi için pahalı bir film. O yüzden bu kadar uzun sürdü. Bir sürü insan bu kadar paraya film olur mu dedi. Ama teknolojiye geri dönmek istiyorum ben. Yurtdışı olanaklarının altında bitirmek için ve o kalitede, o kaliteye yakın bir işi bitirebilmek için hem acayip bir tecrübe biriktirmiş olmanız gerekiyor – ki biz bunu 20 senedir reklam yaparak biriktirdik – hem de o teknolojiyi çözüp orada yöntemler bulmanız gerekiyor. Çokluk azlık aslında buluş yapmanıza, kendinizi geliştirmenize sebep oluyor. Biz bu 20 seneyi bunla devirdik. Dolayısıyla iyiyiz yani. Bir tane yazılımımız var…
Ayşe Ünal: Stalker diye bir yazılım var. Dünyada çalışan pahalı bir takım yazılımlar var Shotgun gibi, bu onların yaptığı işi ve daha iyisini yapabilen open source bir yazılım. Ve burada bu filmle geliştirildi. Onunla çok gurur duyuyoruz. Çünkü bu kadar büyük bir yükü kontrol edilebilir hale getiren, bütün altta çalışan dev bir şeydi o. İnanılmaz çok kod yazdılar.
Mehmet Kurtuluş: Ukalaca bulabilirsiniz ama Stalker şu anda Shotgun’dan çok daha iyi bir yazılım.
Yazılım da var artık, Türkiye’de neden çok fazla animasyon yok? Özellikle yetişkinlere yönelik animasyon?
Mehmet Kurtuluş: Dünyada yetişkinlere animasyon diye bir şey yok zaten. Çok az var.
Ayşe Ünal: Türkiye’de de aslında Fırıldak ailesi var. Televizyonda da gösteriliyordu. Hatta onun da filmi çıkacak. O da yetişkinler için. Varol Yaşaroğlu’nun. Japonya’da var aslında büyüklere animasyon. Onların tarihten gelen bir hikaye anlatma biçimi var. Japonlar hep çizimli hikaye okumuşlar, yaşa bakmadan. Onlarda her şeye yönelik animasyon var. Pornografik animasyon da var.
Mehmet Kurtuluş: Japonya’da kitaptan daha fazla çizgi roman okunuyor. Şöyle de diyebilirsiniz: Bir Japon adamın bahçesine bakın, bir de bir Türk adamın bahçesine bakın. Biri oraya bir tane kazma vurmaktan çekinirken, diğeri oradaki taşları teker taker diziyor. Animasyon meşakkatli bir iş. Türkiye’de hiç kimsenin belli bir eforun üzerinde çaba sarfedilmesi gereken şeye merakı olmuyor. Kolayca olsun isteniyor. Sinemamızda da biraz böyle bir kolaycılık var. Niye Türkiye’de bir sürü örneği yok dersen, var aslında. 5 tane filan film var şu anda. Her çıkan bir ilk yazdı. Hepsi o ‘ilk’ lafını çok sevdi. Biz hiçbir şeye ‘ilk’ demedik Allah’tan. Çünkü değiliz…
Ayşe Ünal: (Gülerek) Bir ara niyetliydik ilk olmaya ama yetişemedik, ne yapalım. Şu anda 6 tane yapım aşamasında film var. Kaçı biter kaçı girer bilmiyorum ama, 6 tane animasyon filmi yapılıyor. Bu filmlerin gişeden dönmek gibi bir durumu da yok. Sponsorlarla çalışıyorlar. İnşallah başarılı olurlar.
Mehmet Kurtuluş: Orada şöyle önemli bir şey de var: TRT Çocuk kanalını açtığından beri Türkiye’de animasyon endüstrisinin bir dönüşümüne sebep oldu. Çok da iyi bir şey yaptı. Buradaki dizilerde çalışanlar daha sonra sinemaya geliyor. Daha önce devlet kurumu tarafından da destkelenmiş oldukları için yine bir havuzdan, mesela Kültür Bakanlığı’ndan, onlara yakın gruplardan, Türk Hava Yolları’ndan, Vakıfbank’tan filan gibi yerlerden bir takım destekler buluyorlar, o desteklerle filmleri yapıyorlar. Bunu kötü bir şey olarak söylemiyorum, iyi bir şey olarak söylüyorum aslında… Benim buna temel olarak bir tane eleştirim var: Avrupa’da da vardı bu. Biz de görüyorduk. 5 sene evvel 7 sene evvel marketleri dolaştığımız zaman, “Bunlar nasıl varolacaklar? Çok güzel birbirlerini oyalıyorlar” diye düşünüyorduk. Orada bir sürü fon var. Avrupa Birliği fonları var, ülkelerin kendi fonları var, şehirlerin fonları var. 7 milyon euro’ya yapılmış 200 bin kişi seyretmiş filmlerle doluydu market. Bize göre 6 milyon zarar etmiş ama onlara göre değil çünkü bu para fondan karşılanmış. “Böyle sadece fonlarla yaşayan sistem olabilir mi” diye hayret ediyorduk. Şimdi bakıyoruz ki onların hepsi uluslararası projeler yapan yapım şirketlerine dönüştüler, artık fonlarla çalışmıyorlar. Devlet kaynağından fonlar bulunması filan çok iyi ama ama içeriğin evrensel olması lazım. Bir de başka bir şey daha var: Şu kadar param var bunu şöyle yapayım deyince de olmuyor. Onun minimum bir kalite seviyesinde olması lazım ki uluslararası pazarda satılabilsin. Ya da öyle bir hikaye anlatın ki… Buralı olsun önemli değil ama etkili olsun. Japon sinemasına bakın… Miyazaki bize Japon kültürünü anlatır. Ondan daha iyi Japon inanışını anlatan birisi daha yoktur herhalde. Ama evrensel mi derseniz, evet, hepimiz seyrederiz. Bütün dünya seyreder.
Japonya’dan bu kadar laf açılmışken, Walt Disney mi Ghibli mi?
Ayşe Ünal: GHIBLI
Mehmet Kurtuluş: Şüphesiz. (Gülüşmeler) Miyazaki bilmiyor ama benim babam kendisi.
Ayşe Ünal: Biz onu ailemize aldık.
Şerafettin’i nasıl seçtiniz?
Ayşe Ünal: (Gülerek) Şerafettin bizi seçti. Yok, Bülent Üstün'ü ikna ettik.
Mehmet Kurtuluş: Bizim şöyle bir derdimiz var. Biz bu ülkeden iyi bir animasyon çıkabileceğine, burada o potansiyelin olduğuna inanıyoruz ve dünyadaki animasyon stüdyolarından biri olabileceğimize inanıyoruz ve fark edilmek istiyorduk bu noktada. Dolayısıyla herhangi bir proje değil de, farklı, daha değişik, ters bir proje yaparsak farkedileceğimizi düşündük, ki öyle oldu. Yıllar sonra gittiğimiz marketlerde hala daha bizi görünce arkamızdan, “Hey, bad cat” diyorlar. Yani herhangi bir çocuk filmi yapmış olsaydık, yani su altında geçen bir balık hikayesi yapmış olsaydık, o 10 tane balık hikayesinden bir tanesini yapan adamlardan biri olacaktık ve kimse bizi hatırlamayacaktı.
Ayşe Ünal: Bunun da bir sürü katmanı var tabii. Buradan 10 yıl öncesine bakınca söylemesi kolay ama şu da vardı: hepimiz mizah dergisiyle büyüdük…
Mizah dergileri hala çok satıyor…
Mehmet Kurtuluş: Değil eskisi gibi.
Ayşe Ünal: Ama gazeteler de eskisi gibi değil.
Mehmet Kurtuluş: Haftada 1 milyon, 1.5 milyon satan GırGır’dan 30 bin satan GırGır’a düşüldü.
Sayıları da çok arttığı için olabilir mi?
Ayşe Ünal: E, tabii biraz da bölündüler ama eskisi gibi değil artık. İnternet var. Her şey online oldu.
Mehmet Kurtuluş: Kimse bir şey okumuyor artık. Gençler basılı bir şey okumuyor. Genç insanlar okuyorlardı mizah dergilerini. Bir de bu ülkede artık siyasi mizah yapmadığın zaman, eleştirel bir şey yapmadığın zaman bir mizah dergisinin varolması mümkün değil. O kültür öyle varoldu. Bağımsız dergicilik bizde mizah dergilerinde hayat bulurdu.
Ayşe Ünal: Bu çok özel bir şey. Gerçekten hala hiç reklam almadan varolabilen tek yayın türü mizah dergileri.
Mehmet Kurtuluş: Büyük medya gruplarının bir parçası değildir mizah dergileri. Öyle olanlar yaşayamadılar hiçbir zaman.
Bu bizi nasıl bir toplum yapıyor? Komik miyiz? Ya da siyasi derinliği olarak çok gelişmiş bir toplum muyuz?
Mehmet Kurtuluş: Vallahi benim işim değil bu tahlilleri yapmak deği, sosyolog değilim ben ama komik olduğumuzu düşünmüyorum. Komedi filmlerinin yürümesinin sebebinin de insanların sıkıntıda olduğu zaman, ‘bir parça da eğlensin’ düşüncesiyle hareket etmesi olduğunu düşünüyorum. Köklü bir mizah kültürü olduğundan değil. Bir İngiliz mizahı gibi kendisiyle dalga geçmek üzerine, kendisini eleştirmek üzerine değil, vakit geçirmek üzerine mizah yapılıyor. Şaka yap, hahaha, orada bir 10 dakika gülelim, hahahahihihi yapalım, sonra o sıkıcı hayatımıza geri dönelim. Biraz öyle gibi geliyor bana.
Ayşe Ünal: Biraz kişisel. Ben de İngiliz homour’unu severim ama herkes sevmez. Onlara göre de İngilizler komik değil büyük bir ihtimalle, diye düşünüyorum. Ama evet, biraz daha Orta Doğu’ya yakın olmaktan kaynaklanan bir siyahlık, bir çatık kaşlılık var…
“Sizi çok etkileyen” dediğimde ilk aklınıza gelen animasyonlar hangileri?
Mehmet Kurtuluş: Galiba benim için en acayip filmlerden iki tanesi de Miyazaki’den. Bir tanesi Princess Mononoke. Tüylerim diken diken oluyor hala söylerken de. Bir tanesi de Totoro. Bence dünya animasyon sinemasının tepesinde dururlar.
Ayşe Ünal: Ben de bunları söylerdim ama madem onları söyledin, o zaman Tekkon Kinkreet gibi filmleri söyleyeyim. Bir Japon filmi.
Mehmet Kurtuluş: Akira’yı da söylemek lazım. Ghost in the Shell’I de…
Ayşe Ünal: Ghost in the Shell benim böyle bir dünya olduğunu farkettiğim film. Miyazaki’yi yaşayan en büyük animasyon dehalarından biri diye düşünüyorum ben ama bu filmler de etkiledi bizi.
Mehmet Kurtuluş: Ghost in the Shell bir tek bizi değil tüm dünya sinemasını etkiledi. Bana sorarsanız, Matrix Ghost in the Shell’e çok bakmış. Biri o gözle okuma yapsa Matrix’in zemininde Ghost in the Shell’i bulur.
Dünyaya bir daha gelirsem animator olmak istiyorum. Ne yapmalıyım?
Ayşe Ünal: Hala olabilirsiniz.
KARİKATÜRİST BÜLENT ÜSTÜN, SORULARI E-MAİL’LE YANITLAMAYI TERCİH ETTİ. İŞTE SORULAR, İŞTE, CEVAPLARI…
Türkiye’nin en meşhur ve en kötü kedisi Şerafettin. Meşhur olmasının nedeni kötü olması mı?
Şerafettin tek katmanlı değil, pek çok ruh haline sahip, kötülük karakterinin çok küçük bir kısmı. Delikanlılık, dost canlısı oluşu, yardımseverliği, babacanlığı gibi olumlu özellikler de barındırıyor karakterinde ama maceralarında ki aksiyon ve sokaklarda hayatta kalabilmesi için geliştirdiği karakter onu biraz kötü gösteriyor bizlere. Genelde hikayelerde aklımızda en çok kalan karakter kötülerdir, biraz bu sivriliğin payı da olabilir dediğiniz gibi ama yine de sadece kötü oluşuna bağlayamayız popülerliğini. Sanırım onda ki star enerjisi dikkatlerimizi üzerine çekiyor olmalı.
Şerafettin 1996’da Cihangir’de doğdu. Şimdi 20 yaşında. Yirmi Türkiye’de, dolayısıyla Cihangir’de de çok şey değişti. Siz bu değişimi nasıl yaşadınız / görüyorsunuz? Bu değişim Şerafettin’e nasıl yansıdı?
Şero açısından pek bi şey değişmedi, onun yaşadığı dünya zaten mahalle, ev, semt, sokaklar gibi dar bir alan, arzuları da kısıtlı; uyumak, karnını doyurmak, sevişmek, dostlarıyla mangal yapıp muhabbet etmek ve tekrar uyumak gibi dar bir döngüsü var, o yüzden memleket koşulları onun koşullarını pek etkiliyor diyemem. 96'dan beri de hiç değişmedi aslında, ne karakteri, ne çizim tarzı, ne anatomisi. Bu süreç içerisinde en göze çarpan, ülkenin daha bir muhafazakarlaşması oldu ama çizgiromanı da filmi de bu koşulları pek iplemez zira o nabza göre şerbet veren politik bir canlı değil, genelde koşulları kendine uyduran bi kedi, o yüzden kendi evreninde dış koşulların belirleyiciliği yok Şerafettin için.
20 yılda şero'da hiçbir değişiklilik olmaması enteresan. Timeproof bir karakter yani. Politik bir değişimi kastetmedim aslında. 20 yılda kullandığımız dil değişti, iletişim kurma yollarımız değişti vs vs. Onu geçtim, 20 yılda Bülent Üstün değişmiştir. Değişmedi mi? Yaratıcısında olan değişimler karaktere de yansıyordur. Yansımıyor mu?
Ben de değişmedim dersem yalan olmaz. Geçenlerde altı yaşında çizdiğim resimleri buldum, orta okulda kendimi anlattığım çizgili bi günlük var arada onu açıp bakıyorum, hiç mi bişey değişmez, yine çiziyorum, yine hala kaykaya biniyorum, mahallede bakkalın önünde arkadaşlarıma film anlatırdım, yine film anlatıyorum. Sanırım insan tutku duyacağı alanlara çok erken yaşta aşk duyunca onları tekrar etmekle geçen bir loop yaşam temposu yakalıyor ve zamandan muaf hale geliyor. Çevremdeki değişimlerden etkilenmiyorum çünkü ne olurda olsun bi şekilde çizmenin yolunu aradığımdan koşulların ve mekanın önemi kalmıyor, o yüzden sanırım değişmedim ben, bu da mütemadiyen yaptığın işin çivisini daha derinlere çakmanı sağlıyor.
Bu soruya olumsuz bir cevap vermenizi beklemiyorum ama yine de sorayım: Çizgilerinizi beyazperdede gördüğünüzde ufak da olsa sinemaya uymamış dediğiniz bir şey oldu mu?
"Oldu" desem hem olumlu hem de olumsuz cevap vermiş olurum ama evet tahmin ettiğiniz gibi "olmadı". Başlarda sayfalardaki ruhun filme yansıyamayacağını dair endişelerim vardı ama Anima İstanbul animatörleri gerçekten çok yetenekliler arasından seçilmişti ve müthiş modellemeler ve aksiyonu görünce endişem kalmadı. Güzel uyarlandı, izleyicinin sayfalardaki Şero'yu perdede gördüklerini ve filmin adeta dergi sayfaları koktuğunu söylemeleri işin doğru aktarıldığını hissettirdi bize.
Filmde geçen bazı diyaloglarla ilgili sormak istiyorum: “Cihangir’e kedi sokmazmış. Toplıycam Tophane’nin köpeklerini…” “- Hırsızlığa devam mı? - Evet ama her geçen gün daha da zorlaşıyor. Küçük hırsıza ekmek yok artık.” Bu diyalogları güncel verili siyasi durumlarımıza hafif de olsa bir gönderme olarak mı okumamız gerekiyor?
Gündem karikatürlerini haftalık dergimizin kapağında, iki ve üçüncü sayfalarında yapıyoruz diğer köşelerin, romanların tamamen kendine has bir dünyası var, pek güncelle işimiz olmuyor oralarda. Şerafettin'de tamamen kendi evrenin mekanizması işliyor, o yüzden gündeme gönderme yapması zor, onu kendi aleminin dışında çok taşırmamaya çalışıyorum zaten.
Yine filmle ilgili bir ayrıntı… Tamamen kişisel merakım aslında, bakkalın telefon numarası 212 55 27 tamamen uydurma mı, rakamların bir anlamı var mı?
Bayağı detaycısınız doğrusu, büyük olasılıkla uydurma, yine de bir çevirip bakmak lazım, denediniz mi?
Şerafettin zaten bir fenomen, filmle ilgili, sinema eleştirmenleri yorumları da dahil, yorumlar hep çok olumlu. Filmi ben de çok beğendim ancak 3. Dakikaya geldiğimizde halihazırda 3 tane ceset vardı ortada. Şiddet dozu biraz yüksek yönünde eleştiri aldınız mı?
Aksine şiddeti ve küfür dozajını az bulanlar oldu çünkü daha çok Şerafettin'i sayfalardan tanıyanlara filmi yaptık, Şerafettin'in sayfalardaki şiddeti filmin 10 katı ve bunu bilenler oradaki şiddeti yumuşak buldular ama Şerafettin 'i hiç bilmeyenler için bu yüksek bir şiddet olabilir ama artık onlar da böylece öğrenmiş oldu, ikinci filimdeki hardcore sahnelere artık daha hazırlıklılar.
Filmin Cihangir’de geçtiğini anlattığım yabancı bir arkadaşım: Tanıdık mekan var mıydı, diye sordu. Cafeleri kastediyordu aslında. Filmde neden hiç café yoktu?
Çünkü film Cihangir'de değil Kazancı yokuşunda geçiyor. Şerafettin'in Cihangir'i doksanların, bohem öğrencilerinin, travestilerin, ağır abilerin bulunduğu kriminal dozu yüksek Cihangir'de geçiyor, O Cihangir'in bu tarz aksiyon macera türü hikayelere uygun, olaylara gebe bir hali vardı, şimdiki o kafeli Cihangir pek macera vaadeden bir yer değil, yani sit-com senaryosu çıkabilecek kıvamda şimdiki Cihangir, o yüzden Kazancı yokuşunu tercih ettik.
Karikatür kültürü Türkiye’de çok güçlü. En çok satan dergiler mizah dergileri. Bu durum neden daha çok animasyon filmlerin üretilmesine neden olmuyor?
Çizgi roman, mizah bu ülkede çok köklü bir gelenek, biz de bu çizgi roman geleneğinden geliyoruz ama animasyon için aynı gelenekten bahsedemeyiz, umarım kötü kedi Şerafettin filmi ile bu gelenek başlar ve ardı sıra diğer karakterlerimizi de beyazperdede görürüz diye umuyorum.
Mizah dergilerini çok seviyoruz ya… Komik bir millet miyiz?
Komik bir millet olduğunu zannetmiyorum aksini aşırı ciddi ve olumsuz tavırların daha fazla bulunduğu bir mizacımız var, aslında kötü kedi Şerafettin'de yansıtılan bu kabalık, agresiflik ve hanzoluk hallerimiz ama bir yandan da aşırı duygusalız, o duygusallık kafamızın devrelerini yakıyor ve aşırı tepkiler verebiliyoruz, yer yer bir çocuk gibi yer yer bir barbar gibi, sağımız solumuz belli değil.
Sit-com'a uygun cihangir mi? Macera mekanı cihangir mi?
İyi bir diyalog yazarı değilim ve biraz sıkılırım dinlerken, aksiyon severim (dört yaşından beri) o yüzden maceraların Cihangir'i bi de gece yarısını beş geçe ve dolunaylısından olursa nefis.
Röportaj: Çevrim Çeviren
cevrimceviren@medyatava.com