Yalan Yıllar! Hangi hikaye gerçek, hangisi kurgu? Şimdi kiminle çalışıyor? Can Kozanoğlu Medyatava'ya açıkladı!
10 yıl aradan sonra okurla buluşan Can Kozanoğlu, Medyatava'dan Neslihan Akdaş'a konuştu; ortaya kitabı gibi keyfli bir röportaj çıktı.
Gazeteci-yazar ve sosyolog Can Kozanoğlu, 10 yıl aradan sonra "Yalan Yıllar"ı yazdı. Medyada geçirdiği 34 yılı yarı şaka yarı ciddi anlattığı kitabında 'gazeteci milleti' adına derin analizler, ince detaylar da var. Henüz okumayanlar için baştan söyleyelim, sol, entelektüel çevrelerin, liberallerin, 12 Eylül döneminin de anlatıldığı kitapta "medya dedikodusu" yok.
Ama her gazeteciden, televizyoncudan, kısacası birçok medya çalışanından parçalar var. Karakterleri, hikayeleri okurken çok tanıdık gelecek. Sektör dışındakilere ya da gazeteci adaylarına da "uzaktan kavalın sesi hoş gelir, bir de bizi içeriden dinleyin" tadında Yalan Yıllar.
NTV, Star Haber yıllarında her fırsatta kapısını çaldığım Can Kozanoğlu ile hafta içi, sakin bir günde kitap bahanesiyle kahkahası bol bir söyleşi yaptık. "Gazeteciler neden birlik olamaz? Gezi döneminde her ayrılık siyasal mıydı? Cumhuriyet'in MİT manşeti, Genel Seçim sonrası medya değişir mi?" gibi sorulara da yanıt verdi Can. Gergin başladığımız bir hafta sonunda, tebessümle okumanız dileğiyle...
Kitap çıktığından bu yana “Yalan Yıllar”la ilgili en çok merak edilen, tartışılan mevzu kitapta geçen hikayelerin, karakterlerin ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu olduğuna üzerineydi. Bir kere de biz soralım. Hangisi gerçek, hangisi kurgu?
Neyin doğru olduğuna inanmak istiyorsanız o doğru, neyin kurgu olduğuna inanmak istiyorsanız da o kurgu. “Şu bahsettiğin olay gerçek mi? O bahsettiğin adam kim? Şu karakter gerçek hayatta şu gazeteci mi?” sorularıyla o kadar çok karşılaşıyorum ki kurgunun ağırlıkta olduğunu söyleme ihtiyacı hissediyorum. Ortam, ortamın genel havası gerçek. Zaten herkesin tanıdığı pek çok isim geçiyor kitapta. Ama ana dramlara, skandallara konu olan karakterler genelde kurgu.
Bana da buna benzer tepkiler geldi. Bir grup “ne kadar güldük, eğlendik” dedi. “Ne kadar hüzünlü bir kitap olmuş. Hiç senin tarzın değil, sen neşeli bir adamsındır” diyen ikinci bir grup da var. Birbirine zıt iki tepki geldi.
EĞLENEREK YAZDIKLARIM ‘ADAMIN NE KADAR KALBİ KIRILMIŞ’ GİBİ ALGILANDI
Peki sence?
Bence ikisi karışık. Kitapta Can Kozanoğlu diye anlatıyorum. Benimkine benzer hayat süren, benim geçtiğim yerlerden geçen bir adam ama aslında bire bir ben değil. Kitabın sonundaki hüzünlü, yıkılmış, artık hayatta kaybedenler safına geçmiş, kalbi kırık, yaşlı gazeteci tipi benim şu andaki halim, benim şu andaki psikolojim değil. Belki şunun ayrımını iyi koymak lazım; kendi çevremizde esprisini yapıp güldüğümüz şeyler var. Ama belli bir çevrenin dışına çıkınca senin o espri anlayışın pek anlaşılmıyor. Bu kalbi kırık, fazla romantikleşmiş, yaşlı kurt gazeteci havası bizim kendi aramızda eğlendiğimiz bir şey. Gerçekten zor durumda olanları söylemiyorum, işi biraz vitrine çevirenler var ya, onları söylüyorum. Kendi kafamın içinde o bölümleri çok eğlenerek yazdım. Ama benim eğlenerek yazdığım şeyler “adamın ne kadar kalbi kırılmış” gibi algılandı.
Kitapta şöyle bir cümle geçiyor: “Bana gazeteci-yazar dendi. Ama tire işaretinin iki yanında da kayda değer bir başarı sağlayamadım.”
Peki başarılı gazeteci nasıl olur? Nedir tanımı?
O da aslında dalga geçtiğim bir mevzu. İkisini de; yani ne hayatta bir medya yıldızı olduğumu, ne de kaybettiğimi düşünüyorum. Ama kitaptaki karakterin başarısız olması, bolca hata yapması gerekiyordu. O hataları da başkalarının üzerine atana kadar en kolayı kendi üzerimden yapmamdı. Kitabın sonundaki adam işsiz, parasız, sürünen de bir adam. En azından o kadar kötü bir durumda olmadığımı söyliyim de çok acımasınlar bana.
Emekli bir gazetecisin. Aldığın emekli maaşı yetiyor mu?
Yine medyayla bağlantılı bir şirkette çalışıyorum. Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyorum. Emekli maaşım var. Yakın zamanda annemi kaybettim, miras kaldı. Artık kiracılarım var. Evlilik programına katılan dedeler gibi oldu. Durumumuz var çok şükür. (Gülüyor.)
Bunu yazarsak mirasyediye çıkmasın adın!
Bunu yazarsan ciddiye alanlar çıkabilir. “Adam rantiyeymiş, ne kadar görgüsüzmüş, kiracım var diye övünüyor” gibi olabilir. Vallahi şaka yapıyorum.Durumumuz var şakası. Eskiden de insanlar olmayacak şeyleri çok ciddiye alırlardı ama şimdi daha da bir ciddiye alınıyor her şey. Öylesine bir laf da her yere çekilebiliyor. Siyasi mevzularda da öyle. Aynı cümleyle artık liboş da olabiliyorsun, kemalist de, faşist de, bölücü de.
Artık herkes o kadar çok yaftalanıyor ki sana rantçı deseler önemser misin?
Benim o kadar fazla yaftalanmışlığım yok ama insan her zaman her şeyi kaldıramıyor olabiliyor Neslihan!
BİR GAZETECİNİN ASGARİ VİCDANI, TUTARLILIĞI OLMALI
Tekrar soruya dönecek olursak senin gözünden başarılı gazeteci kimdir? Arka arkaya
Büyük haberci, gerçek gazeteci şudur tanımı yapmak istemiyorum. O tanımları yaparken saygı duyulması gereken etik tanımlardan yola çıkıyorsun. Ama sonra onun da ölçüsü kaçıyor. Askerde yapılan ‘kahraman asker’ tanımı vardır; asker acıkmaz, asker uyumaz, asker ağlamaz gibi. Gerçek gazeteci tanımı da yavaş yavaş asker tanımına yaklaşmaya başlıyor; “boyun eğmez, taviz vermez, şunu yazmaz, onu yapmaz, bunu yapmaz” gibi. Doğru tabii, birçok şeyden sakınmak lazım. Uzun yıllardır İletişim Fakültesi’nde ders veren biri olarak öyle bir müthiş gazeteci tanımını ben de yaparım ama hayatta bire bir karşılığını tutturmak çok kolay değil. Bir gazetecinin asgari vicdanı, asgari tutarlılığı olmalı elbette ki. Bunu tartışmıyorum bile. Ama artık kesin tanımları yapmaktan kaçınıyorum. Bunun öncelikli nedeni de şu; kesin tanımlar koyup, çizgileri kalınlaştırınca aşağıdan gelen genç insanların hayatını da zorlaştırıyorsunuz. Onlara gerçekçi olmayan hedefler koyuyorsun, bunalımlara doğru yelken açabilecekleri bir takım standartlar koyuyorsun. Onlara yazık oluyor. En azından, efsane olarak bahsedilen habercilerin gerçek hayatta her zaman tam da öyle olmadığı anlaşılınca ağır hayal kırıklıkları yaşanıyor.
İyi romancı kimdir? Kitapları en çok satılanlar mı?
Burası kaçıncı iş yerin?
18’inci işim. Yalnızca mesleki olarak da değil, kendi hayatımda çok yere girip, çıktım; dünyayı da epeyi gezdim.
Buradaki işinden kısa da olsa bahsedelim mi?
Şu anda hem medyaya dışarıdan içerik sağlayan hem de kendi işlerini üreten bir şirkette çalışıyorum. Doğuş Yayın Grubu’nun eski CEO’su Cem Aydın’ın projelerine danışmanlık yapıyorum.
KURGU ÜZERİNDEN DAHA GERÇEK BİR MEDYA ORTAMINI ANLATTIM
Meslek hayatında yaşadıklarını direkt, gerçekler üzerinden anlatmak varken neden kurguyu tercih ettin? Doğuş Yayın Grubu’nda geçirdiğin son 5 yılı bile yazsan kitap nasıl ses getirirdi. Neden kaçındın?
İyice yaşlanıp, fakirleşince yazacağım, huzurevi parasını ödeyeceğim... Şaka bir yana kurgu yazmanın eğlencesi var. Bunun ötesinde bire bir gerçek insanlar ve olaylar üzerinden yazmış olsaydım dediğin gibi çok daha fazla ilgi çekerdi. Öyle yazdığın zaman medyadaki ortam neymiş, entelektüel ortamlardaki ilişkiler nasılmışa değil; Ahmet, Ayşe ne yapmışa gidiyor iş. Bire bir anlatsan o kadar gerçekçi bir tablo çıkmaz. Çıksa bile öncelikli olarak bu tablo değil insanlara ilişkin dedikodular algılanırdı. Kurgu üzerinden daha gerçek bir medya ortamı anlattım. Olaylar kurgu olmasına rağmen 80’lerin dergileri nasıldı, 90’ların gazeteleri, 2000’lerin televizyonları, ana kanallar, haber kanalları nasıldı görebiliyorsunuz kitapta.
Ama yaşananları kendi bakış açısından da olsa yazan meslektaşlarımız var. Onları nasıl buluyorsun?
Evet, genellikle öyle yapılıyor. Belki doğrusu da o. Ama ben onu yapmayı tercih etmedim. İşin şu kısmı da var; vicdanınla muhasebe yapıp, gerçek olayları yazdığın zaman çok sevdiğin, çok yakının pek çok mesai arkadaşının mesafeli olduğun pek çok insandan pek de farklı olmadığını, tertemiz olmadığını görüyorsun. Sen sadece onları arkadaşın olduğu için daha iyi görüyorsun ama sonuçta hepimiz aynı yolun yolcularıyız. Tabii biraz insan seçiyorsun, arkadaş olarak biraz daha güvenilir, ahlaklı, dürüst insanları seçtiğini düşünüyorsun. Yakın arkadaşlarına dokunmayıp da daha mesafeli olduğun arkadaşların olumsuzluklarını yazsan içe sinecek bir şey olmayacak. Yakın arkadaşlarının olumsuzluklarını da yazsan benim altından kalkamayacağım bir cesaret işi. Zaten kitapta sık sık “ben korkağım” diyorum.
GAZETECİLERİN ANI KİTAPLARINDA ANLATICI GENELDE ÇOK CESURDUR
Kitaptaki korkak Can, gerçek hayattaki Can mı?
Herkesin korkuları var. Orada şununla da dalga geçiyorum; gazetecilerin, televizyoncuların anı kitaplarında anlatıcımız genellikle çok cesurdur. Kimsenin cesaret edemeyeceği şeyleri tek başına yapan, bin kişinin çalıştığı iş yerinde 999 korkağa karşı tek başına cesurdur ya, biraz da onlarla dalga geçeyim istedim. Kimler dersen isim vermem.
Kitaptaki ortamlar gerçek dedin. Hiç porno dergisinde çalıştın mı?
Çalışmadım.
Kitaptaki Can haber takibi sırasında birine yumruk atıyor. Hiçbirine yumruk attın mı?
Atmadım. En azından gazeteci olarak gittiğim hiçbir işte hiç kimseyle fiziksel bir temasa girmedim.
HİÇBİR MESAİ ARKADAŞIMLA KAVGA ETMEDİM
Temasa giresin geldi mi?
Geldi ama yapmadım. Eskiden muhabirler haber takip ederken birbirini döverdi. Belki hala öyledir, bilmiyorum. Mesela, aklımda kalan bir sahnedir. Bedrettin Dalan belediye başkanıyken Haliç’i temizleme projelerinden birini açıyordu. Orada muhabirler öyle birbirine girdi ki tekme tokat, Bedrettin Dalan’la yardımcısı Atanur Oğuz bile araya girip, ayırmak zorunda kalmıştı. Ben hiçbir mesai arkadaşımla da kavga etmedim. Artık buna efendilik mi, yavşaklık mı dersiniz.
Kitapta bir de cabbar gazeteci Nihal karakteri var. Gezi’yi izleyen haftalarda işten ayrılıyor. O dönem senin çalıştığın kurumdan da ayrılanlar oldu. Bazıları Nihal karakteri gibi aslında ayrılmasalar belki de gelecek aylarda işten çıkarılacaklardı. Sen tam Gezi protestosunun yaşandığı günlerde Doğuş’dan ayrılmayı düşündün mü?
Aslında o dönemde ayrıldım da bire bir Gezi bağlantılı ayrılmadım. Gezi Haziran’daydı, ben Ağustos başında ayrıldım.
2011 yılında başlamıştı NTV’de ayrılıklar. Can Dündar, Ruşen Çakır gibi isimler arka arkaya gitti. Sana neden kaldın diyen, kırılan oldu mu?
Bana niye kaldın diyen olmadı. Ben ayrıldıktan sonra da arkadaşlarım kaldı, ben de kimseye niye kalıyorsun demedim. Herkesin kendi hayatını idame ettirmesi gereken koşullar var ve sonuçta bu da bir iş. Ama evet, siyasal olarak da bıçağın artık kemiğe dayandığı, ne parayı, ne başka bir şeyi gözün görmediği anlar da oluyor. Çok boyutlu bir şey. Önemli olan, medyanın içinde yaşamayıp medyada ne olduğunu merak eden insanların üç kategori olduğunu bilmeleri: Cidden siyasi mağduriyet yaşayanlar oldu; başka şekilde zorda kalıp ya da işini kaybedip bunu siyasal göstermeye çalışanlar oldu; siyasal nedenlerle işini kaybedip de başına daha fazla bela açılmasın diye siyaset dışıymış gibi gösterenler oldu. Bunlar her zaman olmuştur. Kimin macerası hangi kategoriye girer yazacak olsam zaten kitapta yer alırdı. Ama şu çok net: Bu iktidar döneminde siyasi nedenlerle işini kaybeden gazetecilerin sayısı benim tanık olduğum diğer dönemlerle kıyaslanmayacak kadar fazladır.
GÜÇLÜ BİR SENDİKA OLSA İŞLER DEĞİŞEBİLİRDİ
İlk siyasi baskılar sırasında geride kalanlar bir araya gelerek bir duruş sergilese, gazeteciler daha organize olsa şu anki durum daha farklı olur muydu?
Bir şirketin içinde bir kişi çıkar, iki kişi çıkar, üç kişi çıkar ama başarı sağlanamazdı. Ben 34 yıldır bunun çok örneğini gördüm. Mustafa Sönmez’in başında olduğu Panaroma dergisinde toplu istifa olmuştu, mesela. Doğan Grubu’ndan haftalık haber dergisi EP’yi çıkarıyorduk, Uzanlar kapağı yaptık. Onun arkasından hep birlikte gelişen olayların ardından topluca istifa ettik. Başka örnekler de var. Böyle olaylar geçmişte yaşandı. Senin grup grup yaptığın şey sektörün bütününe yayılmıyor. Gazetelerin güçlü bir sendikası olsa işler değişebilirdi. 500 kişinin çalıştığı bir kanalda 8 tane çok yürekli insanın çıkması bizim o insanlara daha fazla saygı duymamızı sağlar ama sektörün şu yaşadıklarını etkilemezdi.
Bugüne kadar gazeteciler birlik olup haklarını savunamadı. Gelecekte değişir mi?
Türkiye’nin geleceği açısından umutlarım daha fazla ama sektör insanlarının gelecekte bir arada hareket etmeleri açısından umudum daha az. Sektörün yapısı teknoloji üzerinden de çok değiştiği için açıkcası 10 yıl sonra istihdam şekli nasıl olacak onu da çok kestiremediğimiz için uzun vadede öngörüde bulunmanın da çok anlamı yok. İnsanlara bireysel olarak başarı kazandığı zaman çok daha fazla tatmin veren bir meslek. Ekran yıldızı oldun, büyük paralar kazandın, köşe yazarı oldun... Bu sektörde çalışanların büyük bir çoğunluğunun o tür hayalleri olduğu için, bireysel hayallarin vadettiği şeylerin büyüklüğü bu örgütlenmeyi engelliyor. “Ya işimi kaybedersem... Ana haber spikeri olacaktım, ben ekranın yıldızı olacaktım, ben en çok ses getiren köşe yazısını yazacaktım neme lazım” deniyor. İnsanlar örgütlenmeye başlayınca, işverenlerin ya da yöneticilerin o hayalleri gıdıklayıp örgütlenmeyi kırmaları daha kolay oluyor. “Sende çok istikbal var. Napıyorsun bunlarla. Bu eski solcu kafa, bırak sen bunları ya, sen işine bak” dendiği zaman olay değişiyor.
GAZETECİLER KENDİLERİNİ SHOW BUSINESS’IN PARÇASI OLARAK GÖRMEYİ SEVİYOR
Gazetecilik bazıları için show business gibi sanki.
Bir show kısmı var ama aslında o kadar da show business değil. Gelgelelim insanlar kendilerini show business’ın parçası olarak görmeyi seviyorlar. Şöyle bir his var: “Abi, show must go on. Ertesi sabah gittim. Haber merkezinde masama oturdum. Biz haberciler yeni bir güne başlıyorduk...” Böyle havalara kolay giriliyor. Ben de girmişimdir vaktiyle belki.
Medyada çalışanların sınıfsal kökenlerine de vurgu yaptığın bir bölüm var Yalan Yıllar’da: “Biz burjuva kökenli medya çalışanları, genellikle daha çocuksu oluruz. Hızlı büyümek zorunda kalan arkadaşlarımız ise bizden daha başarılı olsalar bile, sendeleme dönemlerinde daha korumasız kalırlar”
Orada şunu anlatmaya çalışıyorum aslında; burjuva kökenli olanlarla olmayanların yükselme, daha çok başarı ve para kazanma şansları pek fazla fark etmiyor. Tam eşit şarta sahipler diyemesek bile eşite yakın şansa sahipler. Bu benim gözlemim. Ama tökezleme anlarında burjuva kökenli olanların çok fazla ezilmeme, sürünmeme şansları oluyor. Diğerleri daha zor toparlanıyor. Sosyolojik açıdan irdelemeye girersek kimsenin bunu dinleyecek kadar vakti yoktur diye kitapta da bu bölümü geçiştirdik.
ARTIK KİMSE MİLYON DOLARLAR KAZANMIYOR
Meslekte patronu 700 bin dolar ev satın alan gazeteciler de var 2 bin lira maaşla evini geçindirmeye çalışanlar da var. Müthiş bir uçurum.
700 bin dolar çok konuşuldu, gerçekten büyük para çoğumuz için. Ama bazıları için o 700 bin dolarlar da büyük para değil. Özel televizyonların ilk yıllarında yönetici konumunda, yıldız konumunda olanlar için belki çok az bile sayılırdı. 90’ların sonu, 2000’lerin başı, özel televizyonlar büyürken çok paralar, milyon dolarlar kazanıldı. Şimdi kimse onları kazanmıyor.
Medya patronları artık daha mı kontrollü ya da cimrileşti?
Patronlar biraz uyandı diyelim. Uyanmasalar daha iyiydi. Çünkü o zamanlar daha düşük maaşlı diyebileceğimiz, alt kademelerde çalışanların da pek çoğunun gelirleri daha iyiydi. Bir de istihdam daha genişti. Özel televizyonlar ilk kurulduğunda normalde 5 kişinin yapacağı işi 7-8 kişi yapıyordu. Ekonomik kriz geldi beş kişinin yapması gereken işi 5 kişi yaptı. Bir kriz daha geldi 4 kişi yapmaya başladı, yeni bir krizde bu rakam 3 oldu. Şu anda insanlar dar istihdam koşulları içinde sıkıntılı biçmde çalışıyor. Bir kişi birkaç kişilik iş yapabiliyor. Yıllar sonra geçmişin televizyon, dergi, gazetelerini hatırlayınca eski kadroların çok geniş olduğunu görüyorum. Fazla geniş belki. Ama oradan da, dediğim gibi, üç kişinin yapması gereken işi bir kişinin yaptığı günlere geldik. Geçenlerde 1980’lerden kalma bir Nokta dergisi elime geçti. Benim de orada çalıştığım yıllar. Künyeye baktım. O zaman tek bir dergiyi çıkaran ekiple şimdi 15 dergilik grup kurarlar. Sadece künyede adı yazan editör, muhabir 50 kişi var. Koskoca bir Ankara bürosu var. Ama o kadar fazla insanın olması ortaya çıkan işin kalitesine de yansıyor mutlaka.
İKİ KİŞİ YALI ALIR. 10 BİN KİŞİ KİRASINI ZOR ÖDER
Yıllardır aynı ücrete çalışıp belini doğrultamayan gazetecileri var, bir de kendi aramızda konuştuğumuz gibi soralım ‘yırtanlar’.
Son 30 yılda gazetecilikten zengin olan 100 kişi ya vardır ya yoktur. İyi kazanmak başka, zengin olmak başka. İyi kazanıyorsan, ki itiraf edeyim uzunca süre onlardan biriydim; yüksekçe bir maaş alırsın. Aylık giderlerini çok kolay karşılarsın. Ama o kadar. Elinde bir şey kalmaz, rahatça yaşarsın. Meslektekilerin büyük çoğunluğu ise o rahatlığı da göremez. Fakat medya çalışanlarının, özellikle de televizyoncuların iyi kazanıyor diye bir imajı vardır. 1500 liraya çalışıyordur. Ama ev kiralamaya gittiğinde ev sahibi normalden daha fazla kira ister. Niye? Eee, televizyoncusun, iyi kazanıyorsundur. Bu televizyoncular iyi kazanır imajı nereden çıkıyor? Zengin olan ve zenginliği medyaya yansımış yüz tane televizyoncudan, gazeteciden kaynaklanıyor. İki kişi yalı alır. 10 bin kişi kirasını zor öder.
HERKESE ‘İŞ AŞ HAYDAR BAŞ’ DİYORUZ
Gündemi de soralım; pazartesi nasıl bir güne uyanacağız, bilmiyoruz. Diyelim ki iktidar değişti ya da zayıfladı. Bu değişim medyaya nasıl yansır?
AKP’nin ciddi bir oy kaybıyla iktidara tek başına gelme koşulunda bile hava biraz değişir. AKP’siz bir koalisyon mümkün değil gibi gözüküyor. Ama tek başına iktidardan koalisyon hükümetine dönmesi ciddi bir biçimde bazı korkuları azaltır. Biraz daha ilkeli ya da biraz daha muhalif, eleştirel yayın yapmaya çalışanların ellerini güçlendirir. Patronların korkularını biraz törpüler diye düşünüyor ve öyle olmasını da diliyorum.
Sektörde hafif nefes alınır diyebiliriz o zaman.
Patron, patrondur. Sektörde ekonomiyle bağlantılı siyasal kısıtlamalar illa ki olacaktır ama AKP’nin tartışılmaz gücü biraz tartışılır hale geldiği zaman, o demir yumruk biraz sertliğini kaybettiği zaman nispeten nefes alınır. Heyecanla bekliyoruz pazar gecesini. Herkese de ‘iş aş Haydar Baş’ diyoruz. Ve böyle bir lafın ardından bile “şakaydı” deme ihtiyacı hissediyoruz. Ne bileyim, bunu bile ciddiye alan çıkar belki. (Gülüyor.)
POZİSYON ŞAŞMAYAN SÜPER ABİ MEHMET BARLAS!
Peki bu süreçte saf tutan meslektaşlarımıza ne olur?
Sonradan AKP’ye meyletmiş arkadaşlarımız heralde sessizce pusuya yatma dönemi geçirirler. Ondan sonra ortaya çıkacak tabloya göre koalisyonu kim kuracak, AKP’nin içinde hangi güç ağır basmaya başlayacak ona göre yeni pozisyonlarını alırlar. Ya da hayatta pozisyon şaşmayan süper abileri Mehmet Barlas ne yapıyorsa onu yaparlar.
Doğuş Yayın Grubu’nda benim seninle tanıştığım, çalıştığım dönem hep danışılan adamdın. Şimdi de danışmanlık yapıyorsun. Neden sana danışılıyor?
Danışılıyor da ortada çok büyük başarılar var mı dersen, yok. (Gülüyor.) Bu işin öncesinde muhabirken on haber patlatmışım da gazetenin tirajı yükselmiş, editör olmuşum gazetenin, kanalın dilini değiştirmişim gibi bir durum yok. Onu danışanlara soracaksın. (Gülüyor.) Biraz tecrübem ve iş üretirken bir pratik tarafım var galiba. Mekanik anlamda söylüyorum, hızlı iş yapmak manasında. Beni bir de şundan isterler sanırım. Bir adam getireceksin, işini yaparken kavga çıkaracak, ona bulaşacak, başkasının yerine göz koyacak falan. Benim için herhalde yalnızca işini yapıyor, bir yandan da altılı kuponuna bakıyor, sonra da evine gidiyor diye düşünmüş olabilirler. Geçimsiz biri olmadığım için.
Kitapta şöyle bir bölümde var; “gazetecilik, televizyonculuk güç edinmesinin ötesinde bir kötülük yapma, zarar verme aracı olarak görenler de var.” Biraz açsak o bölümü...
Gazetecinin, televizyoncunun mesleki kimliğinin havasından gelen sosyal gücü var. Aslında her sektör için geçerli bir şey sanırım; bazen daha fazla yükselmek için bir takım işlevsel kötülükler, sahtekarlıklar yapabilirsin. Ama onun için de bir eşik söz konusu. O eşiğin ötesine geçtiğin zaman işlevsel olmayan biçimde yalancılık, sahtekarlık, insanları satma noktasına gelebilirsin. Anlatmaya çalıştığım o. Meslekte işlevi olmayacak düzeyde habis ruhlu hale gelebiliyor insanlar. Pek çok örneğini gördüm. Kitapta anlattığın onların en garibanı, asparagasçı bir muhabir.
TWITTER GENÇLERİN İFADE YETENEKLERİNİ GELİŞTİRDİ
Üniversitede ders veriyorsun. Geleceğim medya çalışanlarını nasıl buluyorsun?
Kuşakların dili, tavrı, tutumu değişir. Ama kapasitesi çok değişmez. Daha yetenekli kuşak daha yeteneksiz kuşak diye bir şey olduğunu sanmıyorum. Farklı koşullarda biçimlenmiş kuşaklar vardır. Üniversitede sınıfa girdiğin zaman 40 kişi varsa bunların 10 tanesi yetenekli diyebileceğin gençlerdir, 5 tanesi de özellikle pırıltılıdır. Medyaya gelen insanlardan da on tanesinin işi götürebileceği yetenek vardır, birkaç tanesinde de özel pırıltı vardır. Bu 35 sene önce de öyleydi. Onun için yeni kuşaklarla ilgili olumsuz değerlendirmelere katılmıyorum. Teknolojinin bazı yönlerde olumsuz etkisi olabiliyor belki. Ama bazı yönlerde de olumlu etkiliyor. Mesela, twitter’ın üniversitedeki öğrencilerin ifade yeteneklerine ciddi şekilde katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Son iki-üç yılda gördüm ki, 140 karakter diye küçümseyip dalga geçtiğimiz şey hakikaten çocukların ifade yeteneğini geliştirmiş. Her şeyden umut kesilmez.
34 yılda 18’inci işinde çalışan biri olarak sen hangi gazeteci profiline giriyorsun?
Yapmadığı iş kalmamış, kader kurbanı. (Gülüyor.) Ben başlarken eknomi de yapayım, kültür sanat programı da sunayım, haber merkezinde de çalışayım diye bir planım yoktu. Bu kadar alakasız alanı bir araya getirmek tercih olmuyor, bazen de hayat sürüklüyor. Bunu zenginleşme aracı olarak da kullanabilirsin. Büsbütün yolunu da kaybedebilirsin.
Uzun bir aradan sonra ilk kez geçen hafta Cumhuriyet gazetesinin manşeti gündeme bomba gibi düştü. Bu manşet ve devamında gelen tepkilerle ilgili sen ne düşünüyorsun?
Asgari hukuk anayışı ve vicdanı olan heres ne düşünüyorsa, ben de onu düşünüyorum. Sevgili arkadaşım Can’a da kolaylıklar diliyorum.
SÜREKLİ AKP PARANOYASIYLA YAŞIYORUZ
“MİT tırları zaten biliniyordu. Seçim öncesi bu haber AK Parti’ye oy kazandırır” ya da “Görüntüler cemaatten geldi” gibi eleştiriler de oldu.
İnsanların kaygılarını da anlıyorum ama ortada bu kadar somut bir haber ve bu haberin anlattığı bir skandal varken bunu kullanmamak nedir ki? Bu görüntüleri ileten insanlar belki seçim öncesi belli hesaplarla iletmiştir ama elinde böyle bir haber varken kullanırsın. İkincisi Can’ın, Cumhuriyet gazetesinin elinde böyle bir haber olup da kullanmadığı duyulsa bu kez de ‘seçimden önce kullansaydın AKP’ye büyük darbe olurdu, korktunuz’ denecekti. Çünkü sürekli böyle bir paranoyayla, korkuyla yaşıyoruz. Haberi kullandın AKP’nin işine yarar mı? Kullanmadın yarar mı?
Sen olsaydın yayınlar mıydın?
Yayınlardım herhalde ama o görüntüler bana gelir miydi, bilmem. Bu kitapta anlattığım adama kimse güvenip de görüntü filan getirmez. (Gülüyor.)
Bu arada fark ediyorum da buradaki odan da, masan da NTV’deki gibi boş.
Evet, Doğuş Yayın Grubu’nda 12 yıl çalıştım ve bir tane küçük poşetle çıktım.
Ne vardı o poşetin içinde?
Boyunluk, iş yerine ayırdığım yakın gözlüğü, birkaç tane de ayrılırken imzaladığım evrak vardı. Kalemleri filan dağıtmıştım. Başka da bir şey yoktu. İş yerinde eşya tutmam. Her an çıkıp, gidebilirsin. İnsanlar işyerlerindeki odalarını evleri gibi döşerler, fotoğraflar getirirler, kütüphaneler kurarlar. Hiçbir zaman hiçbir iş yerini evim gibi görmedim. Bir ay çalıştığım yer de oldu. Kendimden hiç beklemezdim Doğuş Yayın Grubu’nda 12 yıl çalıştım. Medyada bir yerde ne kadar çalışacağını bilemezsin ki. İşe başladığının üçüncü gününde odasını dayayıp döşeyen insanları anlamam. Buradan da bu masanın üstündeki kutuyla çıkacağım. İçinde de hijyenik mendil filan var.
Neslihan Akdaş / @nakdas
Fotoğraflar: Levent Kulu