'Türkiye, bin basar Amerika’ya...'
Kerem Bürsin, Ayşe Arman'ın sorularını yanıtladı.
Burak Özçivit'le başrollerini paylaştıkları Can Feda filmiyle sevenlerinin karşısına çıkmaya hazırlanan Keren Bürsin, Hürriyet Gazetesi'nde Ayşe Arman'ın sorularını yanıtladı.
Ayşe ARMAN / HÜRRİYET
Kerem Bursin: Türkiye Amerika'ya bin basar
-Sence efsane dizin hangisiydi?
-Seyirciye göre hâlâ ilk dizi: Güneşi Beklerken. Ki gerçekten çok güzeldi. Ama ben ‘dışarıda’ ne tepki var, ‘insanlar ne diyor’la ilgilenmiyorum. Kendimi bununla ölçmüyorum...
-Nasıl yani? Oynadığın rolde, seni izleyenlerin sana hasta olması seni ilgilendiriyor mu?
-Ben bu kısmına çok takılmıyorum. Zaten ilk diziden sonra bir daha asla kendimi izlemiyorum...
-O sırada ne yapıyorsun peki...
-Normal hayatımı yaşıyorum. Ya spor yapıyorum, ya dışarı çıkıyorum ya da başka bir şey. Genelde de unutuyorum zaten... Ya da o sırada sette çekimde oluyoruz...
-Kendini ekranda görmekten mi hoşlanmıyorsun?
-Hoşlanmıyorum. Hatta nefret ediyorum. Bence bana zarar veren bir şey kendimi izlemek...
-Neden?
-E çünkü çok takılıyorsun, “Böyle yapabilirdim, şöyle yapabilirdim” diyorsun. O kafaya girmek de bence oyuncuyu mekanikleştiriyor.
-Peki hatalarını görmeden nasıl gelişiyor insan?
-Yönetmen sayesinde! Orada o yüzden bir yönetmen var ve senin oyuncu olarak ona teslim olman lazım. Çünkü sen, sen değilsin o kameranın önünde. Bir karaktersin ve o karakter olarak, öbür oyuncularla ve yönetmenle ortak bir çalışma yapıyorsun. O yüzden benim bu meslekte öğrendiğim en önemli şey: Güvenmek ve yönetmene teslim olmak. Aksi takdirde mümkün değil iyi iş çıkmaz...
-Şu anda durum nasıl? İki ülkede birden mi yaşıyorsun?
-Evet, biraz öyle. Amerika’nın en iyi cast ajansıyla çalışıyorum. Bu sene 5 kez gidip geldim. Oradan da teklifler geliyor, bakalım, bir acelem yok. Bana uygun olanları seçmeye çalışıyorum. Benim için şu önemli: Türkiye’den biri çıksın ve bir Hintli, bir Meksikalı, bir Fransız nasıl bir Amerikalıyı oynayabiliyorsa bir Türk de oynasın. Çünkü gelişmiş bir oyunculuk piyasamız ve çok iyi oyucularımız var. Onların da anlaması lazım ki burada ciddi şeyler oluyor...
-Biz diyoruz ya, “Dizi sektöründe dünyada ikinci büyük ülkeyiz” filan. Amerika’da yansıması öyle mi?
-Hayır, değil! Orada bence çok doğru düzgün temsil edilmiyoruz. Hâlâ bir dil sıkıntısı da var. Ben 7 farklı ülkede yaşadığım için ve hep İngilizce eğitim aldığım için şanslıyım bu konuda. Fakat benim derdim, “Buradan çıkayım, orada olayım” değil. Bir Türk olarak, Amerika’da Türkiye’yi temsil etmek. Ben bu beş sene içinde çok önemli bir şey anladım...
-Nedir o?
-Şunu artık çok net biliyorum ki Türkiye, bin basar Amerika’ya da pek çok ülkeye de... Burada yapacak, görecek, yaşayacak çok şey var! Ve bu ülke yaşıyor. Bu da bir sanatçı için çok önemli bir şey. Amerika ise yaşamıyor, sistem yaşıyor. Bir sistem var, sen o sisteme giriyorsun. Evet, o sistem düzenli işliyor ama insani dokunuş yok. Her şey sahte. Uzun bir süre Los Angeles gibi bir yerde kaldığımda bunalıyorum. Burayı o kadar çok özlüyorum ki. Türkiye her açıdan bana çok heyecan veriyor...
-Peki senin orada iş için görüştüğün insanlar görüyor mu buradaki filmlerinin, dizilerinin başarısını?
-Görüyorlar ama çok takılmıyorlar. Çünkü orada o projedeki rol önemli. George Clooney bile gelse, “Bu rolü istiyorum” dese, kafasına yatmıyorsa, “Önce bir audition yapalım” derler. Bizde ise oyuncunun kim olduğu, meşhurluğu, Instagram takipçisi filan çok önemli, orada değil! Ne meşhurlar gelip, gidiyor, adamlar, “Sen bu rol için uygun değilsin” diyorlar. Bizde ise meşhurluk söz konusuysa akan sular duruyor. Tüm bunların biraz değişmesi gerekiyor aslında. Ama ben umutluyum...
Röportajın devamını okumak için TIKLAYIN