Taraf'tan ayrılıklar devam ediyor! Hangi yazarlar Taraf'a son yazılarını yazdı?

Taraf Gazetesi'nde Oral Çalışlar'ın istifası ile sonuçlanan krizin ardından yazarları gazeteden ayrılmaya devam ediyor. Bugün üç önemli isim daha veda yazılarını yazdı.

Taraf Gazetesi yazarlarının dün yayınlanan ve gazetenin yeni yönetimi hakkında "Artık onları ilkeler değil, politik hesaplar ilgilendiriyor" ifadelerine yer verdikleri bildiride imza bulunan yazarlar veda yazılarını yazmaya devam ediyor. Bugün Halil Berktay, Roni Margulies ve Oya Baydar Taraf'a son yazılarını yazarak, gazeteden ayrıldılar.



İşte Halil Berktay, Roni Margulies ve Oya Baydar'ın son yazıları..



HALİL BERKTAY: 632. BURAYA KADARMIŞ



Beş yıl beş buçuk ay ve (sırf bu köşede) 631 yazı. Ayrıca, kâh kendim önererek, kâh istendiği için yaptığım, tam sayfa veya daha uzun verilen özel dosyalar. En başlarda, bir “2007’de ABD” dökümü. Watergate ve Ergenekon karşılaştırması. “Bir baba hindi” (Türkiye turkey’den mi geliyor meselesi). İki kere, spor sayfalarına taşınışım (Avrupa atletizm şampiyonası ve Olimpiyatlar). Güneyde bir yerden telefon ettiğimde, Yaşadığımız Şu Korkunç Otuz Yıl’ın, Ahmet Altan’ın onayıyla ilk Taraf sayfalarında yayınlanması.



Ve bir de yazamadıklarım... Pazar (28 Nisan) sabahı kalktım, Kasım 2007’den beri laptop’umda açtığım dosyaları, aldığım notları ayıkladım teker teker. Biten bir aşkın ardından, sevgiliden gelmiş mektupları içimi kanata kanata tekrar okur, tarih sırasına sokar, etrafına mavi kurdele sarıp bağlar gibi. Toplam 14 klasör yarattım. Türk milliyetçiliği ve “millî hafıza”sının inşası. Atatürkçülük. Ermeni soykırımı (yeniden başlamıştım üstelik). Sosyalizm sorunları. Solun “hafıza”sı ve 1 Mayıs 1977 tartışması. Bundan sonra nasıl bir sol olabilir, ya da olur mu? Torosyan tartışması. Tarih ve politika. “Fayda” gütmeyen, özgür ve her yönde eleştirel bir tarih. Tarihçinin ahlâkı.



No. 632 öncesinde, yarım kalmış taslaklar. 632 sonrasına yönelik tasavvurlar, kısa başlıklar.



Beş saatimi aldı. Böyle 400 küsur doküman, template çıktı. Hepsini ayrı bir usb’ye kaldırdım. İnşallah unutmam. Belki bir kısmını, önce haftada iki, sonra üç kere bu köşeyi yetiştirmekten ötürü hayalini kurmaktan öteye geçemediğim kitaplarda kullanırım.



Zaten hafta sonları ne yapacağıma yeni bir çözüm bulmam lâzım.



Çok alışmıştım, ama işte buraya kadarmış. Benim Asklepios’a bir horoz borcum da yok (tam tersine). Hoşça kalın.





RONİ MARGULİES: ÖZETLERSEM



Durup dururken niye “TC” ibaresini tartışmaya başladı memleket?



Niye Göztepe takımının taraftarları İzmir’de maça “TC” tişörtleriyle gidiyor?



Devlet kurumlarının adı “TC” ile başlasa ne olur, başlamasa ne olur? Devlet, Türkiye devleti olmaktan mı çıkar? Gücü mü azalır? Yabancıların eline mi düşer?



Zonguldak’ta Âkiller Heyeti’nin düzenlediği toplantıda niye birileri kalkıp duvarda Atatürk resmi olmadığı için maraza çıkarıyor?



Niye yine birileri Heyet toplantıdan çıkarken Türk bayrakları sallayıp “Öper misin? Ha? Ha? Öper misin?” diye efeleniyor? Ve niye Heyet üyelerinden biri gidip bayrağı öpmek ihtiyacı hissediyor?



Niye CHP milletvekili Aytun Çıray, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktan utananlara sesleniyorum: Siz hangi ülkenin vatandaşısınız? Türk milleti adından, TC'den ve Türk bayrağından utananlar millî kâfirdir” diyor?





Mevcut düzeni koruma azmi



Neyin kavgası bu, neyin mücadelesi?



“TC” ibareleri, Atatürk portreleri ve Türk bayrakları neyi temsil ediyorsa, efelenen kesim belli ki onun kavgasını veriyor.



Neyi temsil eder peki bunlar?



Kemalist kadroların 1923’te kurduğu, kaskatı, Türk, Sünni Müslüman, baskıcı ve dışlayıcı devleti temsil eder.



Kürtleri, Alevileri, gayrımüslimleri, dindarları kabul etmeyen, ya değişmeye ya gitmeye zorlayan ya da öldüren devleti temsil eder.



Bugün Kürtlerin eşit vatandaş olarak kabul edilmesine karşı, dün dindar kesimleri temsil eden bir hükümetin iktidar olma hakkına karşı, evvelsi gün azınlıkların bu topraklarda rahatça yaşama hakkına karşı duran devleti temsil eder.



“TC”, Atatürk ve bayrak, bu düzeni mevcut hâliyle koruma azminin simgeleridir.





Mustafa Kemal gibi olanlar



İşin garip tarafı, nüfusun yüzde 60-70 kadarı bir değişim sürecinin heyecanına kapılmışken, barış ve kardeşlik ve eşitlik söylemi yaygınlaşırken, eski durumu savunanların pek çoğu, bunu “sol” adına yaptığını iddia ediyor!



Cumhuriyet’te Hikmet Çetinkaya’nın şu mizah denemesini sizinle paylaşmak isterim örneğin:



“Bizde ‘millîcilik’ ya da ‘ulusalcılık’ nedense ‘milliyetçilik’ olarak algılanıyor...



AKP’ye karşı muhalefet yapmak başka bir şey, ulusalcı olmak başka bir şey...



Ulusalcı-yurtsever olacaksınız!



Bunu ancak solcular, devrimciler yapar, eski faşolar ve onların yeniyetmeleri değil.



Siz bakmayın ‘ulusalcıyım’ diye ortalıklarda dolaşan derin milliyetçilere...



Gerçek ulusalcı, Mustafa Kemal gibi olanlardır...”



“Millîcilik” ya da “ulusalcılık” nedense “milliyetçilik” olarak algılanıyormuş! Allah Allah, ne garip değil mi?



“Türk milleti adından, TC’den ve Türk bayrağından utananlar millî kâfirdir” lafını nasıl algılayacaktık başka?



“Millî kâfir” ifadesini milliyetçi bir ifade olarak düşünmek çok mu büyük bir haksızlık olur acaba?



“Mustafa Kemal gibi olma” çağrısına ne demeli peki? Milliyetçilik olarak algılamamalıyız bunu, öyle mi?



Atatürk milliyetçiliği



Türkiye’de bugün “Mustafa Kemal gibi olmak” ne anlama gelir?



Kürtlerin eşit vatandaş olarak yaşamasına karşı çıkmak.



Herkese, Türk olsun olmasın, “Türk” demeye devam etmek.



Ama aslında Türk olmayanları “yabancı” olarak görmek.



Ve Türk’ün diğerlerinden üstün ve dolayısıyla daha mutlu olduğuna inanmak.



Türk’ün memleketin gerçek sahibi, diğerlerinin ise misafir ve sığıntı olduğuna, onların burada yaşamasına izin vererek Türk’ün büyüklük gösterdiğine inanmak.



Dindar insanların (ama Amerikalı dindarların değil, Türkiyeli dindarların) aydınlanmamış, geri ve gerici bir sürü olduğunu düşünmek ve bunların devlet zoruyla terbiye edilmesi gerektiğine kani olmak.



“Mustafa Kemal gibi” olmayanların seçtiği ve kendisi de “Mustafa Kemal gibi” olmayan bir hükümetin devlet eliyle devrilmesinin meşru olduğuna inanmak.



Bu dünya görüşüne kısaca “Atatürk milliyetçiliği” diyebiliriz.



Türkiye’de sosyalist olmak her şeyden önce bu dünya görüşüyle mücadele etmekten geçer.



Barıştan ve eşitlikten yana, devlete ve milliyetçiliğe karşı olmaktan geçer.



Dört yıldır bu köşede yazdığım her şeyin özeti bundan ibarettir.



Haydi şimdi bana eyvallah.



OYA BAYDAR: TARAF DERSLERİ



Taraf macerasının ikinci bölümü en azından benim için sona ererken, sık sık karşılaştığım “Neden ayrıldınız” sorusuna cevap vermem bu defa daha güç. İlkinde; genel yayın yönetmeninin sosyalist soldan gelen yazarları için kullandığı, eril iktidar kokan, nobran, üsttenci, en hafifinden özensiz “pavyondaki namuslu kadın” benzetmesini kaldıramadığımdan ayrılmıştım. Nasıl bir pavyona geldiğimi biliyordum ama bu ülkenin halklarının geleceğini karartan darbeci-vesayetçi rejimin yıkılması misyonu vardı. Hataları, günahlarıyla da olsa bu misyonu yerine getirdiğine, basın tarihimize de böyle geçeceğine o gün de inanıyordum, bugün de inanıyorum. Darbeci- vesayetçi- seçkinci zihniyete karşı kaynatılan çorbada tuzum bulunsun istemiştim. Kendi mahallemden çok eleştiri aldım ama tercihimden hiç pişman olmadım. 21. yüzyıl başında dünyanın ve Türkiye’nin geldiği noktada, vicdani ve etik olarak (kendimce) durmam gereken yerdeydim.



Öyle çıtkırıldım birisi değilimdir, olmam gerektiğini düşündüğüm yerde zamanı gelene kadar direnmeyi, zamanı gelince de zırlanmadan ayrılmayı bilirim. Buna rağmen, pavyondaki namuslu kadın benzetmesine gülüp geçemedim, çünkü başka bir mahalleden (sosyalist- komünist soldan) gelenlere karşı ayrımcılığı içeren bir özü vardı. “Pavyondaki Namuslu Kadının Vedaı” yazısıyla bu macerayı noktaladım.





Şimdi Taraf’ta neler oluyor?



Hemen söyleyeyim: bilmiyorum. Gazetenin patronundan başka bilen olduğunu da düşünmüyorum. Genel yayın yönetmenliğine Oral Çalışlar getirilince gazetede yeniden yazmaya başlamamın nedeni, yine çorbada tuzum bulunması “maydanozluğu”ydu; çünkü barış süreci başlamıştı ve son on iki yıldır, barışçı çözüm diye diye dilinde tüy bitmiş (bir hanım yazarımızın deyişiyle kafa ütülemiş) biri olarak yine elimde bir avuç tuzla koşturmuştum. İkinci Taraf maceramda, ilk yazının yayımlandığı günün hemen ertesinde, şu ironiye bakın, bugün gazeteden birlikte ayrıldığımız iki yazardan eleştirel tepki geldi; o yazıda barış sürecinin başlamasından duyduğum coşku ve mutluluğu anlatırken, endişelerim de olduğunu, kalıcı barışın ancak Kürt halkının gasp edilmiş haklarının iadesi ve demokratik açılımlarla sağlanabileceğini dilim döndüğünce ifade etmeye çalışmıştım. Her zamanki saftirikliğimle tepkilere şaşırdım. Öyle ya, hepimiz barış sürecini desteklediğimize, bu süreci başlatan Tayyip Erdoğan’ın tarihsel cesaretini ve attığı adımın önemini kavradığımıza, sürece destek olduğumuza göre, bu tepkilerin anlamı ne ki! Sonra yavaş yavaş kavradım: Kimi yazarlar (Genel Yayın Yönetmeni arkadaşım Oral Çalışlar da aynı grupta yer alıyormuş) haklı, köklü, temelli de olsa bu aşamada en küçük soruyu, eleştiriyi, hatırlatmayı, acabayı, özetle AKP’ye yönelik her eleştiriyi sürece zararlı sayıyorlardı. Barış sürecinin demokratikleşme ile tamamlanması zorunluluğunun hatırlatılmasının bile süreci zedeleyeceğini düşünüyorlardı. Şimdi anlayabildiğim kadarıyla; gazetenin patronu, genel yayın yönetmeni ve genel koordinatör üzerinden bu kesime karşı bir operasyon gerçekleştirdi.





Peki, bana ne oluyor?



Bana olan açık ve basit: Barış nereden gelirse gelsin, mimarları kimler olursa olsun makbulümdür diye düşünen ama’sız, fakat’sız bir barışçı olarak (ki bugünün işi değil on iki yıl önce kurduğumuz Barış Girişimi’nin ilkesi, motto’sudur ama’sız barışçılık) yürümekte olan süreci mimarlarıyla, âkil insanlarıyla, bütün adımlarıyla destekliyorum. Bu destek, demokrasi süreciyle barış sürecinin art arda değil iç içe yürümesi gerektiği düşünceme aykırı değil. Bu noktada, sürece hiçbir şekilde köstek olmadan, Kürt halkının hak ve özgürlük mücadelesinin hepimizin özgürlük ve demokrasi mücadelesi olduğunu unutmamayı ve unutturmamayı da, kendi payıma, gerekli buluyorum. AKP iktidarını demokratik açılımlara özendirme ve gereğinde zorlamanın kalıcı barışın önünde engel değil, aksine sürece destek olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncelerimle, Taraf’tan birlikte ayrıldığımız kimi yazar ve yönetici arkadaşlardan farklıyım. Peki, neden bırakıyorum yazıları?



Çünkü: patronun/ patronların gazeteye yetkili kıldığı insanları çiğneyerek yaptığı müdahaleleri, görevden almaları, işten çıkarmaları etik bulmuyorum. Tıpkı gazete yetkililerinin yazarların fikirlerine, yazılarına kendi siyasal yönelimleri ve tercihleri doğrultusunda müdahalelerini etik bulmadığım ve gelecekte kendime de uygulanmasını istemediğim için.



Çünkü: bir evin içinde kavga gürültü varsa, orada huzur ve bağımsızlık olamayacağını, kavgaya istemeden bulaşacağınızı ya da bir köşeye sinip yazar kimliğinizden fedakârlık etmek zorunda kalacağınızı bildiğim için.



Çünkü: müflis bir yayın organına sermaye koyacakların meşrebinin gazeteye yansıyacağını bildiğim ve bu meşrebin ne olacağını ise hiç bilmediğim için.



Çünkü misyon yayınlarının misyonları sona erdiğinde kapanın elinde kalacağı ya da sönüp gideceği tecrübelerle sabit olduğu için.



“Ha bu da sana son ders olsun” diyorum kendi kendime. Ve her ikisi de arkadaşım olan Oral’a geçmiş olsun, Neşe Düzel’e de hayırlı olsun diyorum.



Kalıcı barışın sağlanması ortak kaygımız, bunu biliyorum. Özde, yani barışın gerçekleşmesinde anlaşanların siyasal tarafgirliklerin etkili olduğu ayrıntılar yüzünden bölünüp dağılmalarını bir kadermişçesine yaşamanın burukluğu var içimde. Barışçılar barış için bile uzlaşamıyorlarsa, aralarındaki özde değil yöntemde veya bakış açısındaki farklılıkları aşmayı başaramıyorlarsa nasıl yürüyeceğiz ufukta görülen aydınlığa doğru? Kürt siyasal hareketinin ve Kürt halkının barış için gösterdiği yapıcı birlik ve olgunluk tek başına yetecek mi “bizim taraf”ın tepişmesinin yarattığı zafiyeti gidermeye? Tasam bu benim.


Gören herkes aynı yorumu yapıyor! Narin Güran cinayetinde yeni ayrıntı Fenerbahçe Beko, Partizan'a şans tanımadı Nefes borusuna üzüm kaçan bebek kurtarılamadı Göl çekildi, ortaya çıkanlar herkesi şoke etti MasterChef'te inazılmaz kaza