‘Şükrü Erbaş, kitabı duyduğunda “Beni ölmeden mezara koyacaksınız’ dedi’
BirGün gazetesi kültür sanat editörü Burak Abatay, "Bir Dünya Şarkısı Şükrü Erbaş" adlı kitabını Medyatava'dan Canan Kaya'ya anlattı...
Türk şiirinin en önemli isimlerinden Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya yıllarca yarenlik eden şair ağabeyim Ertan Mısırlı, Dağlarca ile olan dostluğunu anlatırken “Gramofonlar birbirini tamir eder” demişti bana birkaç yıl önce… ‘Neden’ diye sorduğumda ise “Yenisi üretilmediğinden parçası da bulunamaz, o yüzden bozulan bir gramofon bir diğerinin parçasıyla onarılır” yanıtını vermişti. Senelerce bu sözün sihirli derinliğine sarılmışken, geçtiğimiz ocak ayında bir başka mucize çıktı karşıma…
Gazeteci dostum Burak Abatay, bu topraklarda görmeye pek de alışık olmadığımız bir vefa örneğini kitaplaştırdı. Çok sevdiği şairi Şükrü Erbaş’ın hayatını 40. sanat yılında yakın dostlarının yazdığı öyküler üzerinden anlattı. Alışık olmadığımız bir durum diyorum çünkü ülkemizde genellikle öldükleri zaman hatırlanıyor, anılıyor o güzel insanlar… Sevgili Burak bu kitapla; hem okurun şairine olan sorumluluk duygusunu, hem de Erbaş’ın “İnsanın acısını insan alır” sözünün sayfalar dolusu manasını aktarıyor bizlere...
İşte, “Bir Dünya Şarkısı Şükrü Erbaş” kitabının ortaya çıkış hikâyesi ve bizlere fısıldadıkları:
Canan Kaya / Medyatava
canankaya@medyatava.com
Fotoğraflar: Kadir İncesu
Aşina olduğumuz bir durum değil birilerinin hayatta iken anılması, onure edilmesi… Birbirinden kıymetli Şükrü Erbaş hikâyeleri var hazırladığın bu kitapta. Peki kitabın hikayesi nasıl başladı?
1 Nisan 2018’de Ülkü Tamer’i kaybettik. O gün aynı zamanda benim doğum günümdü. Ülkü Tamer’le ilgili hep büyük efsaneler okumuş ve dinlemişimdir. Onunla çok uzun bir röportaj yapmayı ve tanışıp arkadaş olmayı hayal ederdim hep. Ancak bunu gerçekleştiremeden hayatını kaybetti. Dolayısıyla bana da gazetede Ülkü Tamer öldükten sonraki günün sayfasına haber çıkarmak sorumluluğu düştü. Yakınlarında olan insanları aradım o gün ve eşinden, dostundan Ülkü ağabeye dair çok güzel laflar duydum. Sonraki günlerde de hep ‘keşke bu kadar güzel lafları Ülkü ağabey de okusaydı’ diye düşündüm hep. Çünkü insanların bu topraklarda yaşarken de bir şeyler hak ettiğini düşünüyorum.
Ancak ülkemizde genellikle ya ölüm ya da doğum yıldönümlerinde hatırlanıyorlar…
Geçtiğimiz günlerde müzisyen Hakan Yeşilyurt’u kaybettik biliyorsun. Yeşilyurt’un ölümünün ardından yine bir haber hazırladım. O haberde Onur Akın çok can alıcı bir laf söyledi ve “Hakan Yeşilyurt yalnızlıktan, sahipsizlikten, sıkıntıdan öldü” dedi.
Çok genç öldü…
45 yaşında bir adamdı… Dolayısıyla bu olay ilk olarak Ülkü Tamer’le ilgili düşündüğüm şeylerin sağlaması oldu. Kimselerin aramadığı ve sormadığı çok önemli düşünce insanları bunlar. Bir benzerini Sennur Sezer ve Refik Durbaş’ta da düşünmüştüm. Ne yazık ki onları yakalayamadım. Belki de bir gazetecilik refleksi bu… Ancak bu düşünce insanlarını yaşarken onure etmenin anlamlı olduğunu düşünürüm hep. Öte yandan edebiyat ve sanat tarihini de çok önemsiyorum. Dolayısıyla edebiyata dair de bir tarih bırakmak istedim. Şükrü Erbaş’ın arkadaşı, dostu olan ve onunla aynı masayı paylaşan insanlar da ona dair bir şeyler söylemeli, o söyledikleri şey de yıllar sonra başka bir çalışmanın dipnotu olabilir diye düşündüm.
Şükrü Erbaş nasıl bir tepki verdi bu kitabı duyunca?
Bu fikri ilk oluşturduğumda Şükrü ağabeye gitmedim aslında.
Kime gittin?
Kırmızı Kedi Yayınevi’ne. Önce kitabın bir yayın karşılığının olup olamayacağını öğrenmem gerekiyordu. Yayınevinin sahibi Haluk Hepkon’u aradım ve kitap fikrinden bahsettim. Sağ olsun hemen kabul etti ve ikinci bir görüşme dahi yapmadan dosyayı hazırladım ve teslim ettim. Ben ne istediysem yaptım, o da neyi konuştuysak hepsini kabul etmiş bir vaziyette yerine getirdi. Bu süreçten sonra Şükrü ağabeyi aradım.
Yayınlanmama kaygısı mı taşıyordun?
Olmasaydı, yayınlayabilecek bir yer bulamasaydım belki de Şükrü ağabeye karşı mahcup olacaktım.
Neden böyle bir kaygı taşıdın?
Neden insanlar böyle bir kitaba ihtiyaç duysun ya da böyle bir şeye ihtiyaç var mıdır gerçekten sorularıyla bir yayıncının bunu tartmasını istedim açıkçası. Bu beni çok büyüleyen bir fikirdi ama acaba bunun yayıncılıkta bir karşılığı var mıydı… Çünkü orası benim hiç bilmediğim bir alan.
Yayıncılık bir yönüyle de ticari amaç güden bir alan…
Elbette, kağıt fiyatlarının geldiği noktada ortada. Ancak Haluk bey bunlarla ilgilenmedi. Paranın hesabını yapmadı yani. Şükrü ağabeyi çok sevdiğini ve elbette böyle bir kitabı yayınlamaktan mutluluk duyacağını belirtti. Sonra ben Şükrü Ağabey’i aradım. Komik olan kısım da burası…
Merak ettim.
Aslında trajikomik… Ona fikrimden bahsettim, uzun uzun anlattım telefonda. Heyecanlı bir ses tonuyla bütün ayrıntılarını anlattım kitabın.
Ne cevap verdi?
“Sen beni ölmeden mezara koyacaksın” dedi…
Senin tepkin ne oldu peki?
Herhalde olmayacak bu iş diye düşündüm. ‘Fikrin ne peki’ diye sordum. Biraz düşünmek istediğini ve bana dönüş yapacağını söyledi. 1-2 gün sonra da arayıp, “Yapalım” dedi.
Katkısı oldu mu hazırlık sürecinde?
Evet. Çok önemli tüyolar verdi. Açıkçası benim de buna ihtiyacım vardı. Ama “Beni ölmeden mezara koyacaksınız” sözü çok önemliydi.
Aslında o da senin dikkat çekmek istediğin konuya vurgu yapmış bu sözle.
Şükrü Ağabey, “Bu kadar insan neden benim hakkımda yazı yazsın” diye bir mahcubiyet taşıyordu aslında. Diğer taraftan “Bu kadar insanı boşu boşuna yormak istemem. Sen niye böyle bir şeyle uğraşıyorsun ki” gibi şeyler söyledi. Şükrü Ağabey de insanların öldükten sonra hatırlanmasına tatlı bir ironiyle cevap vermiş oldu aslında. Ama en sonunda ikna oldu ve yola koyulduk.
Şükrü Erbaş’la ilk tanışman ne zaman oldu?
Melih Cevdet Anday Şiir Ödülleri’ne layık görüldüğünde röportaj yapmak için aramıştım. Sonra da sık sık görüştük zaten.
Lise yıllarındaki hayranlığından bahsetmiş miydin?
Çok sonraki görüşmelerimizde kendisini ilk okumaya başladığım dönemleri anlattım. Şiiri ilk keşfettiğimde Şükrü Erbaş ilk şairlerimden birisiydi.
Peki kitaptaki yazarlar nasıl dahil oldular projeye? Birbirinden değerli isimler ve hikâyeleri var kitapta…
Ben dahil 29 kişi var bu kitapta. Toplamda 50’ye yakın kişiden oluşan bir liste hazırlamıştım. Bir bölümü çeşitli sebeplerden dolayı dahil olamadı. Mesela Refik Durbaş çok hastaydı, o yüzden yazamadı. İsmail Küçükkaya yoğunluğundan dolayı dahil olamadı. Yine Hicri İzgören’in annesi çok hastaydı…
İsimleri neye göre belirledin?
Şükrü Ağabey’le çok fikir alış verişi yaptık. Ona çok daha uzun bir liste göndermiştim. O da bazı önerilerde bulundu. Kitaptaki 29 ismin hepsi öğrendiklerinde çok heyecanlandılar ve tek kalemde kabul ettiler..
Bu senin ilk kitabın ve çoğu kişi ilk kitabında kendi yazdığı şeyleri duyurmak ister, o heyecanı taşır. Sen bunu yapmak yerine sevdiğin bir şairin yaşamına dokunmayı tercih etmişsin. Neden?
Elbette duyarlılık bilinciyle ama gazeteciliğin getirdiği bir refleksle de ilgili sanırım. Şiir yazıyorum ama hâlâ yayınlamadım onları.
Yayınlamayı düşünüyor musun?
Elbette. Parça parça dergilerde yayınlıyorum. Hatta kabarık bir dosyam oldu ve inşallah yakın bir zamanda kitap olarak da yayınlayacağım.
Hepsi çok değerli senin için ama en sevdiğin Şükrü Erbaş şiiri diye sorsam?
"Yaşıyoruz Sessizce" adlı kitabı benim için çok önemli.
Neden?
Eşi Hatice Hanım’ı kaybettiği dönemin hemen sonrasında yazdığı şiirlerden oluşuyor o kitap. Şiirler, duyurmak istediklerimizi bulduğumuz haller olabiliyor bazen. Yaşıyoruz Sessizce de benim öyle bir dönemime denk gelmişti. 2013’te annemi kaybetmiştim. Şükrü Erbaş ise o kitabı 2015’te yazmıştı. Hikâyesi babamla çok benzeşiyordu. Babam yaşlıydı, yalnızdı ve bir erkekti… Çok tehlikeli. (Gülüyor)
Sonrasında babamın o uzun uzun yalnız yürüyüşleri, kendi haline kalışları beni çok düşündürmüştü. 2 yıl boyunca devam etti bu böyle. 2015’de “Yaşıyoruz Sessizce” kitabı gelince, babamın bir duygudaşı da varmış, herhalde yaşlı, yalnız erkekler düşündükleri zaman böyle düşünüyorlar, yazdıkları zaman böyle yazıyorlar ya da böyle hareket ediyorlar dedim.
Aslında kitabı babanın gözünden okumuşsun. Bu çok ilginç geldi bana…
Neden?
Çünkü anne özlemi de duyuyorsun bir taraftan. Annene olan özlemle değil de, babanın annene duyduğu hasret üzerinden okumuşsun şiirleri…
Şiir, özlemleri biraz da askıya asma işidir. Babam okusa belki de başka bir şey düşünürdü…
Baban okudu mu o kitabı?
Evet.
Ne hissetti?
Bir Dünya Şarkısı Şükrü Erbaş’ın giriş yazısını ilk okuduğunda, “Annenden bahsetmişsin” dedi. Sonra o yazıda söz ettiğim Yaşıyoruz Sessizce kitabını okumaya başladı. Bitirdikten sonra da “Adam da yaşamış ha” dedi. (Gülüyor)
Tanıştırdın mı Şükrü Erbaş’la?
Henüz değil. Şükrü ağabey o kitabı gerçekten kendi duygularıyla yazmıştı. Dolayısıyla benim o duyguları anlayabilmem için karımı kaybetmem ya da yalnız kalmam lazımdı. Orada bir anne figürünü ele almaktan ziyade, insanın babasının karısı figürünü daha net bir şekilde anlayabiliyor insan. Bütün okurlarla aynı şeyi düşünmüş olabiliriz.
Buna katılmıyorum. Örneğin benim babam da eşini kaybetmiş bir adam ve ben o kitabı okuduğumda zihnimde babamın anneme olan özlemi canlanmadı. Çünkü benim babam öyle bir adam değildi. Bunu babamı rencide etmek için söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Sadece şahit olduğumuz ya da yaşadığımız duygular bazında gezinebiliriz bir başkasının hisler evreninde diye düşünüyorum.
Çok haklısın. Bu söylediğine katılıyorum...
Kitap ve Şükrü Erbaş üzerine sorulacak çok soru, söylenecek çok söz var... O nedenle şimdilik sona geldik diyorum ve seni tekrar tebrik ediyorum Burak… Böylesine önemli insanların, hele hele bir şairin yaşarken onure edilmesi çok değerli gerçekten ve bu akımı sürdüreceğine de yürekten inanıyorum.
Teşekkür ederim… Bu tarz çalışmalar yapılıyor aslında, ben sedace devam ettirenlerden biriyim. Mesela Aslı Uluşahin, yine çok benzer bir konseptle “Celal Üster İçin / Çeviri Uğraşında 50. Yıl” adlı bir kitap hazırlamıştı. Hatta o kitap yayınlandığında yapmak istediğim şeyi yapmış demiştim. O da çok kıymetli. Çünkü bir çevirmenin hikâyesini arkadaşları üzerinden anlattığı bir kitap. Bu çalışmayı, Ahmet Telli, Cevat Çapan ve Haydar Ergülen gibi değerli isimlerle devam ettirmeyi çok isterim.