'Seyirci filmleri algılıyor, vasati yazar çizer takımı algılamıyor'

Son günlerin en çok koşulan filmlerinden biri İftarlık Gazoz... Film konuşuladursun, yönetmeni Yüksel Aksu da Medyatava'dan Çevrim Çeviren'e konuştu.

Dondurmam Gaymak’ı izlediniz mi? Entelköy Efeköy’e Karşı’yı? İzlediyseniz, Ege’li yönetmen Yüksel Aksu’nun filmlerine aşinasınız, demek ki.



Aksu’nun, küçük bir tatil kasabasında geçen son filmi İftarlık Gazoz’u izledikten sonra Maslak’ta gökdelenler arasında büyük bir otelde buluşuyoruz.  Filmi konuşacağız.



‘İftarlık Gazoz’ Aksu’nun Muğla’da çekilmiş 3. filmi: yine sevimli, sıcak ve yine şiveli. Diğer filmleri gibi sosyolojik bir derdi var. Fenomen olabilecek nitelikte amatör oyuncular bu filmde de yer alıyor. Ama bu filmde ayrıca bir star (Cem Yılmaz), bir usta (Macit Koper), bir jön (Yılmaz Bayraktar) ve birçok profesyonel başarılı oyuncu da (çocuk oyuncu Berat Efer Parlar, Ümmü Pütgül, Mustafa Alabora, Sümer Ezgü) izleyici karşısına çıkıyor.



Prodüksiyon’un büyümesi filmin tanıtım olayını da büyütmüş belli ki; Aksu, bir etkinlikten diğerine koşturuyor. Tanıtım stresinden biraz hasta düşmüş ama filmi hiç yorulmadan, heyecanla anlatıyor.



İftarlık Gazoz, askeri darbe görmemiş, 9 yaşında cep telefonu sahibi olan, çocukluğunu sokakta koşturmak yerine evde bilgisayarda savaş oyunu oynayarak geçiren bir nesle, siyah önlük giyen, gazoz içen, o gazoların kapaklarıyla ‘yılan’ oynayan büyüklerinin darbe öncesi ve darbe sonrası dönemini anlatıyor.



Filmlerin sonradan reklendirildiği, TRT’den başka kanal tanımayan, sıcak sulardan soğuk sulara bir sabah (12 Eylül) aniden dalan bir nesle de nostaljik bir duygu yaşatıyor.



İftarlık Gazoz, keyifli bir film olmuş ama Cem Yılmaz ismini görüp, kahkahalara boğulacağınızı düşünerek gitmeyin. Mendiliniz bir yerde hazır olsun.



Nasıl gidiyor gösterimler?



Bu biraz 40 yaş üstü filmi; anlayış, telakki itibariyle ama birkaç tane genci ben ağlarken gördüm çok rahatladım mesela. Filmle empati kurmuş gençler, bu hoşuma gitti. Bir de 100 dakika içerisinde, babalarının, teyzelerinin ya da büyüklerinin yaşadığı Türkiye’nin bir dönemine vakıf çıkıyor.



Şu aralar açlık grevleri gündemde değil. Ramazan zaten değil…



Ama işte, konumuz açlık grevi de değil, Ramazan da değil. Filmdeki hikaye, açlık grevi, ölüm orucu vesaire’yi anlatmak değil. Ölüm orucunu anlatmak bir filme sığmaz. Burada anlatılan şey saf inanç. Bir çocuğun saf bir inançla, prüten inançla oruç tutmaya niyet etmesi ve bunu bütün çevresine karşı gizlice yapması. Traji komik bir şey. Herkes çocuklarının kamil olmasını, ibadet etmesini istemez mi? İster. Ama, filmdeki çocuk “Sen küçüksün. Sen çocuksun yapamazsın” üzerinden gizlice karar veriyor ve demek ki anne babaya, topluma yaranmak, hocaya yaranmak için değil. Tam tersine gizlice tutuyor. Buradaki saf inancın, çocuk ve inanç meselesinin peşine düştüm ben. Biraz da kendimden yola çıkarak…





Siz de çocukken  oruç tuttunuz yani?



Tuttum. O çocuğun hikayesi benim kendi hikayem zaten. Dondurmacı çırağıyken, yine herkesten gizli niyet edip akşama kadar dondurma sattım. Karşımda dondurma yalayan çocuklar… Sahile gidip satmalar… Bikini turistleri görünce yutkunmalar…



O zamanlar bikinili tursite alışık değildi herhalde oralar…



Türkiye’de özellikle yurtdışı turizmi yeni başlıyor, iç turizm Bodrum’da filan Cevat Şakirler’le başladı ama Türkiye’de turizm denilen şey 80’lerde patladı esas olarak. 70’lerde daha çok Hippiler vardı.



Marmaris, Bodrum vardı… Zeki Müren koyu filan meşhurdu…



Silifke vardı. Zeki Müren Koyu filan 80’ler sayılır. 80’lere kadar Cevat Şakir ya da Balıkçı, 80’den sonra Zeki Müren’le anılır o dönemin turistik yerleri. 90’lardan sonra da paparrazilerle. Dolayısıyla, Cem Yılmaz ve Berat Efe’nin turistlere karşı tepkisi yalan değil. Şaşırmayla birlikte arzu da duyuyor aynı zamanda. Ayrıca şu da vardı: Oranın sahillerdeki tatil beldelerinde yerel halkın denize gidip, güneşlenme gibi bir kültürü yoktu. Ankara’dan, İstanbul’dan ve yurtdışından gelen turistler vardı. İzmir’den filan.



Siz n’apıyordunuz çocukken? İyi yüzme bilir misiniz mesela?



Ayıp ettin. Birkaç kilometre atarım yani. Çocukken biz, bisiklete binip, rampa aşağı denize gidiyorduk. Anadan babadan habersiz. Dönüşte de bir kamyon veya traktöre tutunup yokuş yukarı dönüyorduk. Yine filmdeki o saçma sapan mayolar vardı üstümüzde. Yıllara yayılmış kompleks yarattı. Milletin tokalı mayoları varken sizde saçma sapan çakma birtakım şort ve mayolar… Ayıptır söylemesi tramplenden o kadar güzel atlardım ama tedirginlikten atlayamazsın. Çünkü lastik bozuk…



Ailenin durumu neydi?



Memur çocuğuydum. Postanede memurdu babam, PTT’de Annemde ev hanımı. Birkaç şehir dolaştık ama esasen orada büyüdük.



Ne kadar kaldınız orada?



Üniversiteye kadar. Yazları muhakkak en az birkaç ay geçirmeye çalışıyorum orada. Akrabalarım var. Çocukluk arkadaşlarım var. Babamın ayrı bir köyü, annemin ayrı bir köyü… Ben de kasabada büyüdüm.  Çocukluk ve gençlik yıllarında esnaflık, çıraklık filan… Ciddi muhitim vardır orada yani.



Açlık grevine girmiş tanıdıklarınız var mı?



Kendim girdim. Açlık greviydi ama, ölüm orucu değil.





Kaç gün?



4 gün.



Neden girmiştiniz?



Öğrenci eylemleri. YÖK’e karşı protestolarda Emniyet’e alınırdık İzmir’de. Öyle durumlarda da, “biz buraya haksız yere getirildik. Getirdiğiniz simiti ve Karper peyniri yemiyoruz” diye kendimizce protestolar yapardık. Çocukken o orucu tuttum ben ama sonraki yıllarda o kadar radikal siyasi bir angajmanım olmadığı için ve bir de bir tür 12 Eylül kuşağı sayılırım. 12 Eylül’e yakalandığımızda 15 yaşındaydım. Dolayısıyla daha çok tanıklık, gözlem ve sonradan okumalarla enformasyon sahibiyim. Yazılama mazılama gördüm tabii. Uyandığın zaman duvarın boyanmış oluyordu. Halkevlerine takılıyorduk. O tür siyasal iklimdeki abilerimizi, tütün tarlalarındaki propaganda çalışmalarını o çocuk gibi dinliyorduk. Onların verdiği kitapları, romanları okuyorduk. Mesela Maksim Gorki’nin Ekmeğimi Kazanırken romanını bana komşumuz, basın yayında okuyan bir abim vermişti. Hasan karakterine feyz veren... Ama aynı anda, Gorki’nin Ekmeğimi Kazanırken varken, Kemalettin Tuğcu da yanındaydı. Kuran da yanındaydı. Teksas Tommiks de bonusuydu. Hocaya gidiyorsun Kunut duasını öğreniyorsun. Öğlen vakti bir romanı biriteyim diye uğraşıyorsun, iflahın kesiliyor yani…





Oruç tutan bir çocuğun hikayesinin açlık grevindeki bir gencin hikayesine dönüşmesinin amacı ne?



Öyle iri kıyım siyasi analizler yapmak istemiyorum. Alanım da değil. Sonuçta biz birer sanatçıyız. Karakterlerimizi bir öykünün içerisine yerleştiriyoruz. Muhtemelen Dostoyevski de Raskolnikov’u yazarken oturup cinayet işleyip de yazmadı. Kurmaca karakter. Ama kendi tanıklıklarından kendi tartışmalarından dönemin kültürel ikliminden yararlanarak yazdı bunları. Orada demeye çalıştığım şey; biz hep bu coğrayaya ait çocuklarız. Eski propogandalardaki gibi bunlar Rusya’da imal edilip birileri tarafından kullanılan adamlar değil, bir inanış, bir gelecek tasarımı için bir takım angajmanlara giriyorlar. Çocukken oruç tutmaya çalışan çocuk kaderin garip bir cilvesiyle, bir 12 Eylül cilvesiyle, travmasıyla, mukadderat, orada yine insanlık onurunu korumak için, tek tip elbiseye karşı ya da neyse, açlık grevine giriyor. O argümanlar zaten filmde çok fazla yok, sadece spikerin ağzıyla anlatıyor: görüşme hakkı, kitap okuma hakkı, işkence görmeme, tek tip elbise giymeme gibi tamamiyle temel insani hak ve sorumluluklardan dolayı o dönem yapılabilecek en etkili eylemi yapıyorlar. Başka çareleri yok. Kamuoyu oluşturmak için. Aslında belki de son çare olarak o protesto biçimini geliştiriyorlar. O protesto biçiminde çok tanıklığım ve hakimiyetim olmadığı için birazcık dönemi okumalar ve dönemin tanıklarıyla, dönem danışmanıyla çalıştık.





Dönem danışmanınız kimdi?



Dönem danışmanımız bu konuyla ilgili bir kitap yazdı. Ufuk Bektaş Karakaya ve gençliğini 70’li yılların o tansiyonlu döneminde geçirmiş politik donanımı olan Aziz Karadağ. Tabii filmin ölüm oruçlarına ya da açlık grevlerine bağlanmasındaki asıl mesele benim için şu: Bir insan 7’sinde ne ise 70’inde de odur diye bir laf vardır ya… Çocukken saf inancı, temiz inancıyla bir oruç tutmaya çalışıyor ve o gün de cezasının 61 gün olduğunu öğreniyor. Bunun üzerine bozamaz hale geliyor ve kendisiyle inanılmaz bir mücadeleye giriyor. İftara tam 30 saniye kala da kabusla uyanıp dayanamayıp içiyor, ağlıyor. Çok zoruna gidiyor.  Ondan sonra da rol modeli olarak sevdiği, konuşmalarından çok etkilendiği bir abisinin öldürülmesine vesile oluyor. Muhtemelen bunun travmasını  yaşıyor. Bu konuda da psikiyatri danışmanım vardı filmde – o aradaki 10 yılı görmüyoruz. O 10 yıl çok kabus bir dönem. Baya karmakarışık bir dönem.  Gazeteci değilim, araştırmacı yazar değilim, sosyolog değilim… O nedenle hikayeyi ordan 80’li yıllara sıçratıyorum.  Ve o dönemin baskı, zulüm ve acılarını karakter üzerinden, bu travma ve trajedi üzerinden anlatmaya çalışıyorum. Kurgu olarak biraz Cinema Paradiso gibidir o. Orada ara süreci anlatmaz yönetmen. Başarılı bir yönetmenin flashback’iyle başlar, komple çocukluğu anlatır. Kısaca gençlikten dem vurur, sonra da biz onun 40’lı yaşlarda olgunlaşmış dönemini görürüz. Burada benim anlatmaya çalıştığım şey, siyasal tezler, senin inancın mı iyidir benim inancım mı kötüdür gibi şeyler değil. Yargı değil, saptama değil, tez de değil… Tanıklıklarım. 70’li yılların başları hasebiyle topluca Türkü söyleyerek çalışma kültürü.



Filmdeki gibi miydi gerçekten? Tütün tarlaları, ışıklar…



Öyleydi. Bizde Ula’da Bozyer diye bir ova vardı, yukarıdan gece baktığın zaman Las Vegas gibiydi. Kıpır kıpır, ışıl ışıl böcekler gibi… Herkesin elinde fenerler, 2’de gidersin tütün kırmaya öğlen 11’e kadar. Hatta ve hatta sahuru da orada yaparsın. Domates, biber, bir iki çökelek peyniri… Birisi türkü söyler diğerleri dinlerdi, atışmalar olurdu.





*CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibi röportaj yaptığımız alandan geçerken bir hatıra fotoğrafı çektirildi.



Şimdi?



Şimdi yok artık. Tütün olmadığı gibi tarımsal üretim de yok artık. İmece olayı kalmadı. Kültürel erozyonda gitti onlar. Topluca sinema seyretme, hep beraber ağlama. Hep beraber öfke nöbeti geçirme. Ben Erol Taş’a taş atan hatırlarım… Topluca teravihe gidip, gün boyu korkunç sıcaklarda orucunu tutmuş insanlar teravihe gelir, bir de 32 rekatın üzerine inanılmaz terler. Arkasından içilen soğuk gazozlar, oreletler, çaylar… Sahura kadar bitmeyen sohbetler. Çocukların sahura kadar bitmeyen özgürleşme anı… Bir dönemin karnavalesk kasabasını anlatarak, dindarla dini inancı olmayan ya da dünyadan hiçbir haberi olmayan insanların birbirlerine kıymet vererek yaşamalarını resim etmeye çalıştım. Bu toplumsal önerme de değil, tez de değil. Sadece ben böyle gördüm.



Siz normalde amatör oyuncularla çalışıyorsunuz. Bu defa hem bir çocuk hem de bir star yönettiniz hangisi daha zordu?



Valla açıkçası ikisi de kolaydı. Çünkü çocuk inanılmaz yetenekli bir çocuktu. Büyümüş de küçülmüş gibi. Ama öyle itici değil.



Nasıl buldunuz Berat Efe’yi?



Mehmet Özüm diye bir asistan arkadaşımız var, o tavsiye etti. Tanıştım. Ondan önce de bir ikibine yakın çocuk baktım, içime sinmedi ve geçen sene erteledim bu filmi. Kışın da Berat Efe’yle tanıştım. Hafif topluydu, bir iki audition çektim, biraz sohbet ettim. Gözlerinin iriliği, çakırlığı,Ege’li resmi. Yüzündeki nur… Ben normalde böyle daha karaca, daha çopar, daha kavruk daha böyle rüzgarın, güneşin ezdiği kepçe kulaklı çocuk hayal etmiştim fakat çocuktaki aura benim resmimi değiştirdi. Zaten çocuk birkaç ay önce gelip uzunca bir süre orada çalıştı. Bisiklet binme, şive çalışma… Cem de… Starlarla çalışmayla ilgili bir tecrübem var benim daha önceden. Yasemince’yi çektim, Yılan Hikayesi çektim… Dizilerde starın ne menem bir şey olduğuyla ilgili bir tecrübem var.



Ne menem bir şey? Zor mu?



Zordur da kolaydır da. Kaldı ki asistanlık dönemini çok starla asiste ettim. Cem Yılmaz’a gelince… Starlık yapmadı adam. Kolaylık orada. Hani nerede karavanım, nerede kahvem, nerede şemsiyem… “Saat kaç ben bir gitmek zorundayım” gibi stara özgü - her star öyle diye söylemiyorum  sohbetlerimizden ve daha önceki tanışıklıklarımızdan söylüyorum -  tripleri yok.





Niye Cem Yılmaz düşünüldü bu rol için?



Ben onun oldum olası oyunculuğunu çok beğeniyorum. Cem Yılmaz’ın bazı filmlerinde şehir tutunamayanı anlatılır. Benim karakterlerim de aslında öyledir. Dondurmacı aslında bir kasaba tutunamayanı. Entelköy Efeköy’e Karşı’da o entellektüeller, ekolojist anarşistler şehir tutnamayanı, şehir kaçkını. Yersiz yurtsuzlar. Coğrafyasız kalmışlar, göç ederler. Gittiğimiz yerde köylüler de kendi coğrafyalarının loser’ıdır aslında. Kendi kültürel değerlerinden uzaklaşmış, üretimini yapamayan filan. Dolayısıyla Cem’in gerek filmlerinde, gerek stand-up’larında ve gösterilerindeki sosyolojisinde ele aldığı arızalı kahramanlar, natamam mahlukatlar, insanlar benim de ilgi alanım. Komedi zaten oradan beslenir. Bunu ya çok abartarak yaparsınız, ya da kıvamını kendiniz tutturursunuz. O anlamda Cem’le biz akrabayız. Niye? Yaptığı mizah hep bir sosyolojiye tekabül ediyor. Benim mizahım da bir sosyolojiye tekabül ediyor ve arızadan besleniyoruz, eksikliklerden. Çünkü, tragedya kahramandan beslenir, komedya ise anti-kahramandan ya da natamam insandan. Geğiren, yalan söyleyen, tutarsız. Ama iyi. Bir şeyin komik olabilmesi için karakterin aynı zamanda iyi olması lazım. Dolayısıyla akraba olduğumuz için… Bir de oyunculuğunu çok iyi buluyorum. Yüzünü çok sinematografik buluyorum. Gördün işte, bir anda 60 yaşında. İki tane makyaj çalmadık yani yüzüne. Bİr iki efektle. Bir anda da 30 yaşında birisini oynayabiliyor. Bir de çok kafa dengi herif. Ayrıca çok da yardım ediyor. Hayatında kamera görmemiş bir oyuncuyla sahne alıyor. Kadının bir dediği bir dediğini tutmuyor. Hiçbir devamlılığı tutmuyor. Her master’da, bütün yakın çekimlerde bile tek tek oynadı. Hatta o terlik sahnesi öncesi kafasına taş yiyor ya… Koşmaca. Muhtemelen tekrarlarla 4-5 km koşmuştur o arada.



Yine sevimli, yine Ege’li bir film çektiniz. Ama bu defa Cem Yılmaz’ın olması bütçeyi çok artırdı mı?



Doğal olarak artırıyor. Cem Yılmaz’ın ismi ve Cem Yılmaz isminin temsiliyeti benim de standart üstü bir görsellik yapmamı gerektiriyor. Sana emanet edilmiş bir star var ve emanet edilmiş bir lojistik var. Oradan daha yüksek ve kıymetli bir estetik çıkartmanız lazım. Daha iyi plan ve sekanslar çekmeniz lazım. Görselliğinin daha iyi olması lazım. Planlarının daha iyi bir titizlikle ve işçilik daha iyi olması lazım. Ekstra bir külfette bir starı kullanıyorsunuz, bir coğrafya ve sosyal bir grubun içine gömmeniz lazım. Mesela tütün tarlasını ben kendi olanaklarım olsaydı 20 kişiyle çekerdim, şimdi 400 kişiyle çektim.





Bakanlık’tan iyi bir yardım aldınız mı?



Bakanlıktan gelen yardımlar devede kulak. Bakanlığın yardımı olarak yüksek olabilir ama Bakanlık zaten bir bütçenin yüzde 30’undan fazlasını veremiyor. Benim Bakanlığa verdiğim bütçenin yüzde 30’u 600 bin liraydı. Ama film benim Bakanlığa verdiğim bütçenin 3 katına çıktı. Çünkü Bakanlığa verdiğim bütçede bu kadar kalabalık tasarlanmamıştı. Ortalama bir gazozcu bir çocuk bir miktar halk ve doğal mekanlarda çekmek… Oysa biz bütün mekanların çoğunu dekor veya dekor giydirme yaptık. Işık ve doğru zamanda çekmek için saatlerce bekledik. Bu tabii Cem Yılmaz’ın oynuyor olmasının da bir konforu. Bir de sağolsun Muzaffer Yıldırım ve Elif Dağdeviren, ikisi sürekli “Sakın korkma. Görsel standardı yüksek olsun. Üç kuruşun hesabını yapma, dünya çapında uluslararası bir film olsun” diye motive ettiler ve bunu yaparken en önemli özelliklerini de söylemek istiyorum: Bir Cem Yılmaz filmi olsun, sadece komik bir film olsun üzerinden de baskılamadıkları için kendi duygumun samimiyetini de hiç kaybettirmediler. O kadar ekipman ve lojistiğe rağmen. “Stres yapma, biz senin duygularını istiyoruz “ dediler.  Öyle olunca bana yönetmen olarak iyi bir top alanı çıktı. Cem de tamamiyle oyunculuğuna vurdu. Reji olarak da ben ondan çok istifade ettim ortaya bir tür yapımcılarıyla, yönetmeniyle, senaristiyle, halkıyla, amatörleriyle ve Macit Abi gibi bir duayen oyuncuyla, hayatında ilk kez sahne gören bir kadın oyuncuyla iyi bir kollektif bir çalışma çıktı. Herkes egosu yerine, projenin kıymetine çalıştı. Hal böyle olunca, kibirlik olarak algılanmasın, çok sevdiğim bir film oldu.



Box Office nedir?



194 bin ilk üç gün. Bu belki popüler filmler için düşük görülebilir ama bu tarzdaki filmler için iyi bir rakam.



Filmde bir teyze var, çocuğa yemesi için ısrar ediyor, o kim?



O Muğla’nın köyünden bir teyze. Hayatının da ilk filmi.



Doğaçlama mı oynuyor?



Doğaçlama değil. Hepsi diyalog. Tekstleri tıkır tıkır ezberledi ve tek planda çektik.



Filminiz politik bir film mi?



Babam ve Oğlum politik bir film mi? Evet, politik bir film ama melodram, trajik. Politik film öznesi veya konusu itibariyle politik argümanlarının olması yani paradigmasının çıkması. Baader Meinhof politik bir filmdir. Ken Loach’un filmi de, karakterleri politiktir. Benim atmosferim politik olabilir ama karakterim ve öyküm politik değil. Ama politikliğe bağlanıyor. Bir argümanın peşinde değilim ben. Yan karakterimin bir politikliği var; Hasan. Politik bir figür. İmam var, politik değil, dinsel bir figür. Hasan’ın babası, tırnak içinde o da politik bir figür. Dönemin Adalet Parti geleneğinden gelen. Usta, kendiliğinden Halk Partili. Ne diyor orada: “Allah dünyayı yaratmış, Atatürk vatanı kurtarmış. Siz neyin peşindesiniz.” Atmosfer politik. Ama politika esas meselesi değil. Esas meselesi karnaval. Topluca yaşama kültürü. Bizim asıl meselemiz insan olma süreci, adem olma süreci. Beni esas motive eden şeyler teoloji ile teleoloji. İkisi akrabadır. Birbirine de içkindir. Yani ilahiyatla gelecek bilimi. İlahiyat da bir gelecek tasarımı kurar. İyi insan ol ki, sana tanrı cennet vaadetsin. Teleoloji de şu gün iyi çalış, iyi ol, insan haklarına aykırı davranma, dünyayı onaralım, güzelleştirelim ve dünyada bir cennet kuralım, der. Dolayısıyla bu ikisi benim ilgimi çeken iki alandı. Bu filmde biraz öyle gittim geldim, elleştim.





Nasıl tepkiler aldınız peki?



Şu ana kadar aldığım tepkilerden memnunum. En çok istediğim şey, filmin kamusal alanda konuşulması ve kavranmasıydı. Kanaat önderleri ve kamusal alandan sınavı geçtik. Şimdi geniş kitlelerden beğeni almak istiyorum ve bu anlamda da iyi gidiyor. Böyle okur yazar, çizer takımı dışında…



Olumsuz eleştiriler de geldi mi?



Geldi geldi. Zaten herkes beğenirse ben kendimden şüphe ederim. Öyle bir hayat yok.



Star gazetesinde mesela oruçla açlık grevinin bir tutulduğunu öne süren, bunu da eleştiren bir yazı çıktı…



Şimdi orada yanlış bir okuma var. Ben bu bunla alakalıdır demiyorum. Bir karakterin başına gelen, çocukluğundaki hikayenin bir başka mukadderatla, tesadüfle – kurmaca bir karakter. Ben din bilgini değilim, müftü değilim, Yaşar Nuri değilim, Nihat Hatipoğlu değilim. Benim öyle bir şeyi salık verme gibi bir durumum yok. Ben gözlemlerim, kısmen de biyografik hikayemi o şekilde finallendirdim. Bu alaka filmin meselesi değil. Teolojinin bir alanı. İlahiyatın bir alanı. Kaldı ki Guantanamo’da ölüm orucu yapan müslümanlar var, oruç tutmaları yasaklandığı için. Oruç tutmaları yasaklandığı için ölüm orucuna gidiyor insanlar. Trajikomik. İroniye bak. Bunlar benim alanım değil. Benim alanım bir karakterin başına ne gelmiştir, bir dönem bir konjonktür içerisinde, birinci okuma bu. İkinci okuma da; bir yerde yanlış anlama var, o da şu: Bir takım kişiler gidip, silahlı insanlar, bizim yan karakteri Hasan’ı tarıyorlar. Bu Türkiye’nin ve dünyanın bir sürü yerinde yaşanmış bir şey. Orada da tırnak içinde ‘sağcılar’ diye yazmış. Filmde onların sağcı olduğunu ima edecek bir şey yok. Sağcılığı belirleyen bazı semboller, ya da solculuğu belirleyen bazı semboller vardır.  Atıyorum, dönem itibariyle o adamlar Mehteran Marşı dinliyor olur, hilal bıyıklı olabilir, arabalarında 3 hilal olabilir veya oruç tutuyorlardır da tararlarken tam, “pis komünist” derler. Bir şey söylemiyor adamlar. Geliyorlar, vuruyorlar. Belki de bir fraksiyon kavgası. Üstü örtük.





Nasıl yorumlamamız lazım?



Ben araştırmacı gazeteci değilim, tarihçi de değilim ama benim bakışıma göre dönemin gladio’su. Kontr-gerillası. Ben yaptığım o okuma ve araştırmalarda 70’lerin birinci yarısının sağ-sol çatışmasından ziyade, münferit provokasyonlar olduğunu ve bir takım organize şeyler olduğunu gördüm. Şudur da demedim. Sadece kendi halinde, kendi dinamikleriyle, gündelik yaşam dinamiklerini becerebilen vatandaşların arasına bir yerlerden birileri gelip bir tarama yapıyor. Fraksiyon çatışması için erken. Sağ – sol kavgası için de erken. Kaldı ki, ben bu konuları bilen de bir herifim. O zaman öyle Ankara’dan gelip taşrada vurma diye de bir şey yok o zaman. Onlar gelir Halkevi’ni tarar, kahve tarar. Diğerleri başka bir yere bomba atar filan. O iş toz duman işi. Benim alanım da değil. Filmin de alanı değil. Filmin alanı şu: Tarlalarda orda burda saf bir hayat hayaliyle, dünya görüşüyle ağa çocuğu olmasına rağmen amelelerle birlikte bir dünya görüşünü paylaşan prüten, saf inançlı bir abi. Nitekim, bir tür Fidel eğretilemesi gibidir. Fidel’in de ilk eylemi babasının çiftliğini yakmaktır. Küba’nın en zengin çiftliklerinden birisi Fidel Castro’nun babasınındır. Sen istersen buna psikanalizden bak, oedipus olarak bak, ister terörizm de, nerden bakarsan bak ama bu ve benzeri… Beni esas üzen şu. Bu film aslında bir tür 1. Cumhuriyet’in cenazesi. Bana göre bir ağıt.



Peki, bu ülkede de film çekilmez noktasına geldiğiniz, öyle düşündüğünüz zamanlar oluyor mu?



Vallahi oluyor. Bende şöyle oluyor: Ben de bilirim haha ha, hihi hi bir komedi çekmesini. Benim de IQ’um düşük değil. Ama sadece güldürmek için 1 milyon dolar para harcayıp, acayip paralar kazanmak isterim ama sadece güldürmek için o riske katlanmak yerine gıdıklama kampanyasını tercih ederim. Film çekiyorsan, o eserin içerisinde – empoze etmek anlamında söylemiyorum- bir duruş, bir bilgilenme, bir enformasyon, bir okuma isterim. Yok diye söylemiyorum. Ama kardeşim, iki fikir kırıntısı olduğu zaman diyaloglar didaktik diyorlar… Ya arkadaşım, didaktik diyalogla ne alakası var.



Filmlerinizi didaktik mi buluyorlar?



Diyen oluyor. Entel köyde de dendi filan. Kardeşim, ben fırıncı nasıl ekmek üretiyorsa, fırıncı 10 saat ekmekle uğraşıyorsa, ben de 5 saat kitap okuyorum, o fikri paylaşıyorum. Kaldı ki karakterim didaktik de olabilir. Türkler çok konuşan bir toplum. Birbirlerine bilgisini çok aktaran bunu dillerindiren, bunu diyaloglandıran bir toplum. Raskolnikov saatlerce konuşuyor hakimle sahnelerinde. Ben bilmiyor muyum Cem Yılmaz’a, hadi bakalım abi, doğaçlama, Ege şivesi de hazır, ha ha ha nalına da mıhına da, yürü git, 4 -5 milyon. Ama biz bir kıymetin peşindeyiz.



Türkiye’deki seyirci söylediklerinizi algılayabilecek bir seyirci mi, Recep İvedikçi bir seyirci mi?



Seyirci algılıyor da vasati yazar çizer takımı algılayamıyor. O yüzden ben sıkı entellektüellerle zımba gibi cahil insanları severim. Birileri kalpleriyle okur, birileri de yüksek akıllarıyla okur. Rahat ediyorum onlarla. Ömer Laçiner’le izledik filmi. Dakikalarca ağladı. Ömer Laçiner… Aklın ve rasyonalitenin güzide temsilcilerinden… Şaşırtıcı bir şekilde, Ömer Laçiner’den Ertuğrul Özkök’e, Ayşe Böhürler’den Ali Saydam’a, Alev Alatlı’dan Mustafa Alabora’ya herkes ağladı. E, şimdi bu kıymetli bir şey çok. Çünkü barikatlarla gelmiyor onlar, okumalarla geliyor.





Filmde Sadri Alışık’ın filminden bir sahneyi kullanmanıza da değinelim. Cem Yılmaz, Sadri Alışık hayranı olduğu için o sahneyi kullandığınız söylendi. Öyle miydi?



Evet, Cem Yılmaz ve Sadri Alışık buluşturulması benim bir armağanım bir jestim idi. Ama Cem Yılmaz’dan önce Sadri Alışık’ın sahnesi zaten vardı. Cem Yılmaz olunca ben dekupaj’ımı değiştirerek aynı kareye soktum. Normalde karşı açıydı. Cem Yılmaz’la beraber onun ikisini aynı kadraja sokarak, minik bir yönetmen jesti diye düşünün. Sadri Alışık’a ben de bayılırım. Uzun süre, Yılmaz Güney’in Umutsuzlar filmindeki gazoz sahnesini mi kullansam diye çok çelişki içinde kaldım. Ama sonra sert olacağını düşündüm. Sonra Sadri Alışık’lı gazoz sahnesi geldi aklıma. O aile filmlerine daha uygun geldi bana ve yazdım. Onu da Cem Yılmaz’la eşlemek kısmetmiş. O zaman Cem Yılmaz yoktu bu sahneyi yazarken. Sadri Alışık’la onu şak diye eşlemek bana nasip oldu.



Cem Yılmaz’ın o sahneye yorumu ne oldu?



İlk söylediğimde bile çok heyecanlandı. Etkilendi ve hüzünlendi.





Yeni bir proje var mı?



Evet var. Bu film böyle birkaç ay daha sürer, gösterimler, röportajlar filan. Ondan sonra bir an önce kapanıp onu yazmak istiyorum. Kaynıyor şu anda içimde.



Bu defa hangi yöreden?



Bu sefer biraz Toroslar olacak, bir tanesi belki Kapadokya, bir tane de birkaç ülkede geçen bir hikaye. Ufak ufak Kahtalı Mıçı gibi, Muğla’dan bir çıkalım artık, müsaade ederseniz yani. Bir çocuk hikayem var, çok saf, doğada geçiyor. Öncelikle onu çekesim var.



Çok tanıtımını yaptınız. Artık Muğla’ya da bir heykelinizi dikerler herhalde?



Dövmesinler de. Yılmaz Güney de Adana’ya katkı yapmıştı… Bir hayır duası yeter bize.





Çevrim Çeviren / tw: @cevrimceviren








BİM 29 Kasım Cuma 2024 indirim kataloğu yayımlandı Narin Güran cinayetinde katil belli oldu! Para çekme ve yatırma işlemleri değişiyor Teğmenler soruşturmasında görevden almalar Bankalara dolar talimatı gitti! 9 kilo vermişti! Derin göğüs dekoltesi olay oldu