Özgür Mumcu: Babam yaşasaydı hapse atarlardı!
Yazar Özgür Mumcu, babası Uğur Mumcu'nun katledilişinin 25'nci yılında dikkat çeken açıklamalarda bulundu.
Gazeteci Uğur Mumcu'nun katledilişinin 25'inci yılında Birgün gaztesinden Ece Zereycan'a konuşan Akademisyeen-Yazar Özgür Mumcu, bu dönemde babası Uğur Mumcu'nun yaşasaydı yaptığı haber nedeniyle hapse atılacağını söyleyerek, "Babamın yaptığı tarz bir gazeteciliğin bugünkü iktidar yapısının ve bu toplumsal kutuplaşmanın içersinde ayakta kalabileceğini düşünmüyorum. Yaptığı haberlere muhtemelen erişim yasağı gelirdi, yasaklanırdı ve büyük ihtimalle hapse atılırdı" dedi.
Özgür Mumcu'nun Ece Zereycan'la yaptığı söyleşi şöyle:
İçinde bulunduğumuz siyasi iklimi nasıl tanımlarsınız?
Yakın Türk siyasi tarihinin en baskıcı döneminden geçiyoruz. Hem siyasal İslam’ın örgütlenerek iktidarı uzun zamandır ele geçirmesi hem de Arap Baharı ile beraber ‘Ortadoğu’ya abi olabiliriz, ümmetin lideri olabiliriz’ heveslerinin artmasıyla buralara kadar geldik.
‘Ortadoğu’nun abisi olabiliriz’ den Afrin Operasyonu’na, medyanın rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de medyanın, bütün bize benzeyen otoriter rejimlerdeki gibi, ezici ağırlığı iktidarın kontrolünde. Arada istisnalar olmakla beraber, medya şu anda propaganda işlevi görüyor. Talimat üzerine haber yapılan birtakım propaganda metinleri var haber kanallarında. Gazete ya da televizyon denemez onlara. Hükûmet ne istiyorsa yapacak, onun için irade devşirecek birtakım organlardan bahsediyoruz.
Bu propaganda toplumsal yapıyı birebir etkiliyor. Medyanın gücü ortada. Gazeteciliğin yapılış tarzını nasıl yorumlamak lazım?
İktidara yakın medya ve eskinin ana akımı iktidarın güdümüne girmiş durumda. Bu da elbette toplumu, kamuoyunu etkiliyor. İktidarın politikalarına aykırı söz söyleyen az sayıda kanal var. Gazeteler de benzer durumda, sosyal medyada zaten herkes kendi kendini dinliyor. Herkes kendine yakın insanları takip ettiği için; diğer tarafta ne oluyor hiçbir fikri yok. Bütün bunların üzerine bir de medya üzerindeki baskıyı düşünürsek, bu da doğal olarak bir otosansür getiriyor. Bu ortamda kamuoyunun sağlıklı bilgi alması, sağlıklı bilgiler ışığında siyasi tercihte bulunmasının imkânı yok.
Bir de linç kültürü var. Bu kampanyaların başında da siyasetin başındaki isimleri görüyoruz. Son hedefleri Canan Kaftancıoğlu oldu. Tahir Elçi, Hrant Dink, Uğur Mumcu ve pek çok isim hedef gösterilmelerinin ardından katledildi.
Türkiye tarihindeki örneklere baktığımızda siyasilerin ve medyanın hedef göstermesi sonucunda ortaya çıkmış pek çok siyasi cinayet var. Bu bakımdan elbette siyasilerin ve medyanın artık daha duyarlı olmasını beklerdik ama tam tersine bir eğilim görüyoruz. Umarım bu linç kültüründen, en azından bireysel olarak insanların hedef alınmasından vazgeçilir. Fakat çok da ümidim yok. Bunun, siyasi kutuplaşmada işe yaradığı, seçimlerde işe yaradığı düşünüldüğü sürece bu devam edecek.
Peki, Uğur Mumcu gazeteciliği bu süreçte devam edebilseydi nasıl bir tablo olurdu önümüzde?
Babamın yaptığı tarz bir gazeteciliğin bugünkü iktidar yapısının ve bu toplumsal kutuplaşmanın içersinde ayakta kalabileceğini düşünmüyorum. Yaptığı haberlere muhtemelen erişim yasağı gelirdi, yasaklanırdı ve büyük ihtimalle hapse atılırdı. Bugün kim yolsuzluk haberi yapabilir? Kim Türkiye’de silah kaçakçılığı ve silah transferleri üzerine haber yapabilir? (Babamın çalıştığı konulardan bahsediyorum). Bugün kim mafyayla siyasi odaklar arasındaki yakın irtibatlardan bahsedebilir ve bunu delilleriyle ortaya koyabilir? Babamın yaptığı gazeteciliği bugüne yansıtsaydık çok büyük ihtimalle yapılması engellenirdi.
Bu noktada medya-siyaset ilişkisini konuşmalıyız sanırım…
İktidara yakın medya, normal şartlarda serbest piyasa koşulları içerisinde ayakta duramaz. Bu gazete ve televizyonlar devlet kaynakları tarafından sübvanse ediliyor. Doğrudan değil belki ama iktidara yakın işinsanlarının iktidarla iş ilişkileri var ve bunun bedeli olarak da bazı gazete ve televizyonları ayakta tutma zorunlulukları var. Bu da iktidara verdikleri bir hizmet aslında. Normalde reklam verenlerin iktisadi kaygılarla verdikleri reklamlar değil bunlar. Destek için veriyorlar.
Bir yazınızda “Milleti bölerek büyümenin de elbette bir sınırı vardır. İktidar o sınıra dayanmışa benzemektedir’’ diyorsunuz. Bir kırılma mı yaşanacak sizce?
Sadece bizim rejim için geçerli değil, bizimkine benzeyen bütün rejimler aynı şeyi yapıyor. ‘Biz’ ve ‘diğerleri’ olarak toplumu ayırıyor. ‘Biz milletin gerçek temsilcileriyiz, geri kalanı milletten değil’ deniyor. Bölerek iktidara gelebilirsiniz ama bir süre sonra bölerek yönetemezsiniz. Çünkü bir noktadan sonra bu böldüğünüz toplumu birleştirmeniz gerekir ki meşruiyetiniz olsun. Bu birleşme hamaset üzerinden, milli davalar üzerinden yapılmaya çalışılıyor. Askeri operasyonlar üzerinden milleti tekrar kaynaştırma çabası var. Ve yüzeysel bir Atatürkçülük söylemiyle de diğer tarafa uzanmaya çalışıyorlar. AKP, MHP’yi de yanına aldı. Çünkü artık yüzde 50’yi tutamaz oldu tek başına. MHP’yi yanına aldığı zaman bile ancak %50’yi tutmaya başladı. Siyasetin sağındaki diğer unsurları da bir şekilde absorbe etmeye devam etmesi gerekiyor. Bu kısa vadede iktidarın el değiştireceği anlamına gelmez ama bir erime olduğu da açık. Bu sebeple AKP’nin meşruiyetini devam ettirmek için bişeyler yapması lazım.
Bölme politikasının bir sonucu olarak ‘Birinci sınıf’ ve ‘İkinci sınıf’ vatandaş tanımlaması yapıyorsunuz. Bu ortamda kendinizi hangisinde hissediyorsunuz?
Şu anda iktidardan yana olmayan herkes ikinci sınıf vatandaş pozisyonunda. Mesela bir AKP’li siyasetçi ile, CHP’li ya da HDP’li siyasetçiler hakkında yazılanları düşünün. O bireylere karşı yazdıklarınızı AKP’liler için yazsanız herhalde hapse girersiniz ya da hakkınızda soruşturma açılır. Ama çok daha ağırını CHP’li, HDP’li ya da İyi Parti’li bir siyasetçi hakkında yazdığınız zaman başınıza bir iş gelmez. Aksine övülürsünüz, takdir edilirsiniz. Bu bile başlı başına bir gösterge.
Böyle bir ortamda seçimlere gidiyoruz…
AYM’nin ‘OHAL KHK’lerini incelememe’ kararından sonra zaten Türkiye’de anayasal bir sistem yok, hukuk devleti de yok. Tamamen keyfi biçimde yönetilen bir devletiz şu anda. Bu şekilde girilecek seçimlerde de, referandumda da gördük, bütün bir devlet aygıtı bir siyasi partinin propaganda aracına dönüşecek. Valiyle parti il başkanı arasında bir ayrımın kalmadığı, kaymakamla ilçe başkanının bir ayrımının kalmadığı bir sistem içerisindeyiz. Bu da çok büyük bir haksız rekabet yaratıyor elbette, seçimler açısından… Bir meşruiyet sorunu da ortaya koyuyor.
Umutlu olmak, yılgınlığa kapılmamak lazım!
Uğur Mumcu’nun katledilişinin üzerinden 25 sene geçti. Her sene 1 haftalık bir anma programı düzenleniyor…
Babamın ölümü; Muammer Aksoy, Abdi İpekçi, Hrant Dink, Tahir Elçi hep aynı döneme denk geliyor. Siyasi cinayetlerin olduğu bir dönem ocak ayı. Travmatik bir dönem, özellikle faili meçhul yakınları açısından ya da bu konuya duyarlı olanlar açısından. Amacımız yıllar içinde bu konuda kamuoyunun duyarlılığının eksilmemesi ve ilerde böyle durumların tekrar yaşanmaması. Bu kapsamda paneller düzenleniyor. Birçok sivil toplum örgütü de katılıyor. Buna ‘Adalet ve Demokrasi Haftası’ diyoruz. Öldürülenlerin ideallerinin unutulmaması ya da güncel siyasetin değerlendirilmesi için toplantılar yapılıyor. Bütün amacımız başkalarının da bu acıyı çekmemesiydi. Siyasetten kaynaklanan şiddetin bir an evvel bitmesini ümit ediyorum ama bunların olması için de Türkiye’nin asgari demokratik standartlara kavuşması gerekiyor ve maalesef bu tarz otoriter rejimlerde bu arzuladığımız ortamı yakalamamız çok zor.
Bir de Uğur Mumcu Gazetecilik Okulu programı var…
Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nın içinde, vakıf kurulduğundan bu yana, ki yaklaşık yirmi sene oldu, bir araştırmacı gazetecelik programımız var. Üniversiteden mezun olan ve gazetecilik eğitimi almak isteyen kişiler bir sınavla seçiliyor ve bir bedel karşılığı olmaksınız altı ay bir teorik eğitim alıyorlar daha sonra da altı ay çeşitli yayın kuruluşlarında staj yapıyorlar ve ordan da devam edenler oluyor.
Araştırmacı gazetecilik kaldı mı ülkede?
Birkaç kişiyle devam etmeye çalışılıyor. Bu koşullara rağmen bu cesaretle çalışmaya devam eden insanlar var. Araştırmacı gazetecilik yapan arkadaşlarımız gayet yetenekli insanlar, gayet eğitimli insanlar, başka sektörlerde çok daha fazla para kazanabilir ve başlarını belaya sokmadan yaşayabilirlerdi. Demek ki hâlâ bu gazetecilik dürtüsü ve tutkusu devam ediyor. Bu umut verici. Çünkü gazetecilik şu an Türkiye’de seçilecek son mesleklerden biri. Ne doğru düzgün para kazanabilirsiniz araştırmacı gazetecilik yapacaksanız; ne de başınızdan bela eksik olur. Ama buna rağmen insanların hâlâ devam ediyor olması, Türkiye’nin de her şeyi bırakmış, tamamen teslim olmuş bir ülke olmadığını gösteriyor.
Umudunuzu diri tuttuğunuzu görüyorum…
Bu yaşadıklarımız ülkelerin tarihi açısından çok uzun vakitler değil. Bizim şahsi hayatlarımızda uzun dönemler ama bundan ötürü tablo ne kadar karanlık olursa olsun, ki daha da karanlık olabilir ileride, buna rağmen yılgınlığa kapılmamak lazım. Dünya tarihine baktığımızda, Türkiye de dahil olmak üzere diğer devletler neler gördü, neler yaşadılar ama tekrar ayağa kalkmasının yolunu buldular. Şimdi iktidarın söylediği parantez meselesi vardı hani ‘parantezi kapattık, eski güzel günlerimize dönüyoruz’ diye. Bütün bu yaşadıklarımızın aslında bir parantez olduğunu düşünüyorum. AKP’nin oluşturduğu bu parantez de eninde sonunda kapanacaktır.