Medyatava arşivinden bir Arman ve Mağden röportajı! Tarih 25 Ocak 1998
Medyatava arşivleri karıştırdı ve Ayşe Arman'ın Hürriyet Pazar için yaptığı Perihan Mağden röportajını buldu. Tarih 25 Ocak 1998. İşte, Arman'ın soruları Mağden'in cevapları.
Arman'ın 3 Mart 2010 tarihli yazısında Mağden'in "Ali ile Ramazan" kitabından köşesinde övgüyle söz ettikten sonra yazısını "Ama tabii bu Perihan Mağden’in insan olarak beş para etmez biri olduğu gerçeğini ne yazık ki değiştirmiyor" cümlesiyle bitirmişti.
Bunun üzerine Mağden, Arman aleyhinde 'basın yoluyla hakaret' davası açmış, ancak dava mahkeme tarafından reddedilmişti. Mağden davadan vazgeçmedi ve avukatı aracılığıyla temyize gitti. Yargıtay, Mağden'in başvurusu üzerine Mağden'i haklı bularak, mahkemenin red kararını bozdu ve Arman'ın 'basın yoluyla hakaret' suçuyla yargılanmasının yolunu açmış ve Mağden'i haklı bulmuştu.
Medyatava oturdu ve arşivleri karıştırdı, sonunda Ayşe Arman'ın 25 Ocak 1998'de Perihan Mağden ile yapmış olduğu röportaja ulaştı. İşte Ayşe Arman'ın 1998'de Perihan Mağden ile yapmış olduğu "Eğlence için Kariyer yakarım" başlıklı röportajı.
Ayşe Arman / 25 Ocak 1998 / Hürriyet Pazar
"Eğlence için kariyer yakarım"
38 yaşında. Robert Lisesini ve Boğaziçi Üniversitesini (Psikoloji Bölümü) bitirdi. Beyaz tenli. Bir çocuk sahibi. Evli. Halen annelik görevlerini ifa etmekte. İdeali altılı ganyan bayiliği. Kendi deyimiyle tembel biri. Kitapları: Haberci Çocuk Cinayetleri, Refakatçi, Mutfak Kazaları, Hiç Bunları Kendine Dert Etmeye Değer mi? Halen Radikal Gazetesi'nde köşe yazıyor ve herkesi kendisinden bolca söz ettiriyor.
Uzakdoğu'da dolaştın, Tokyo'da ve New York'ta yaşadın. "İnsan New York'ta yapınca her yerde yapar" derler ya. Peki sen yaptın mı New York'ta?
- New York'ta yaptığım hiçbir şey yok! Bazen kendimi başarısızlığın doruklarında görüyorum. Bir başarısızlık şahikasıyım ben. New York'ta bir eve kapandım. Üstümde beş kat eşofman, bütün gün sinemaya gidiyor, oto biyografi okuyor ya da uyuyordum.
Kapağı New York'a atma sebebi neydi?
- Çünkü acayip sıkılmıştım. Yani reklamcılıktan. Başarıyla transfer olmuş filan değilim! Fenalık geldi içime. Evimi kapadım. Kaçtım. Ben zaten bir dolu kez yaptım bunu. Önce televizyonumu satıyordum, evimi kiraya veriyor ve gidiyordum...
Peki ya Uzakdoğu?
- Oraya da öyle gittim. İlk üniversiteyi bitirince tüydüm. Master yapacaktım ya da iş bulup bir baltaya sap olacaktım. Yapamayacağımı anlayınca, annem bir sene Hindistan'a gitmişti, odur benim ilham perim, ben de onun izinden yürüyeyim dedim. Bir otobüse atlayıp Hindistan'a gittim. Lale Pudding Shop diye bir yer vardır ya efsane, orada board'da bir ilan görmüştüm. Almanların hipi otobüsüyle 14 günde Yeni Delhi'ye ulaştım. Epey zaman Asya'da dolaştım. Annem para vermeyi reddetmişti, babam da. Anneannemden aldım. İnanılmaz az parayla, fakir koşullarda oralarda dolandım durdum. Döndüm sonra tekrar gittim. Japonya'ya ve sonra Amerika'ya. Bunlar kaçış yerleri. Yoksa ne seyahat etmeyi severim ne bir şey...
Neden kaçış?
- Düzenli bir hayata geçmek istemedim. Reklamcılıktan, iş hayatından kaçış. Bir türlü adapte olamadım. Ben burada Robert Lisesi'ni bitirip sonra Boğaziçi'ne gittim. Sanki bir tepeden diğerine. Çok klostrofobik bir yer İstanbul. Herkesi tanıyorsun. Mesela sinemaya gidince bir tanıdığa rastlıyorsun bu benim çok moralimi bozuyordu. Hiçbir şeyi yaparken bir amacım yoktu. Yani "Hindistan'a gideyim de Budizmin derinliklerinde eriyeyim" demiyordum ya da "Gideyim hiç olmazsa hikaye biriktiririm". O an acayip sıkıldığım için aklıma Hindistan geliyordu. Mesela ben yazar olacağımı da düşünmedim. Her şey bana tesadüfi geliyor. Yani, amaçla, emekle tırnaklarımla hazırlanmıyor. Dışardan bir oyuncuyum gibi. Amaç gütmedim. Gütseydim Hindistan diye beş on kitap yazardım. Oysa, bir satır not bile tutmadım.
Peki Hindistan nasıl etkiliyor insanı? Hidayete erdin mi?
- Yok be, hidayet peşinde değildim. Sprituel insanlar okuyor ediyor, ben bu konuda hiçbir kitap filan okumadım. Orada tekkelerde kalıyordum ama sadece ucuz konut diye. Yani dini duyguları da kötüye kullanıyordum. Maceraperest filan da değilim. Bende korku nosyonu yok. Hani "Zoraki turist" diye bir film vardı. Benim durumum oydu. Ama şimdi Kadıköy'e geçeceğim zaman paniğe kapılıyorum, "Allahım nasıl karşıya geçeceğim" diye. Göz doktorum orada da. Sadece buralardan bunalmıştım.
Yani zaman zaman oluyor bu sana...
- Artık değil. 30 yaşına kadar!
Peki ya evlilik?
- Bir kaç sene birlikte yaşadıktan sonra evlendik. Evlenme günümü filan bilmiyorum. Çocuğum olacağı için evlendim.
Rolünü çalıyorum: Şimdi hasta sensin, psikanaliz divanına yat ve çocukluğunu anlat. Anne, baba figürü ve çocuk figürü...
- Annem, ben ve anneannem üçümüz biraradaydık. Ben hep şöyle diyorum: Elektra kompleksimi annemle yaşadım ben. Annemle çok yoğun bir ilişkim vardı. Annemdi meselem. Annemdi ailem.
Baba figürü peki? Pazartesi Dergisi'ne yazdığın yazılardan bir tanesinde (Babasız Kızlar Balosu) babalı büyüyen kız çocuklarını anlatıyordun da...
- Psikoloji olsun, torba dolsun diye yazmıştım onu. Tamam babalı büyüyen kız çocuklarına sıkı geçirmiştim orada! Hani vardır ya "Dady Dady" Marily Monroe tripleri. Ben öyle bir şey yaşamadım. Ama var bir babam. Ben 11 yaşındayken annemle ayrıldılar. Öyle vahim bir babasızlık durumu söz konusu değil.
Annemle ilişkim dengesizdi
Peki necidir annen, ne yapar?
- Kimselerin annesine benzemez benim annem. Bazı insanların annesini televizyonda görünce "Ay şimdi ben onları anlıyorum ve affediyorum!" gibi oluyorum. O kadar inanılmaz ve korkunç geliyor ki anneleri! Annemin bir dolu alternatif arkadaşları vardı kendisi de öyleydi, bir kere çok entelektüeldir. Şukufe Teyze gibi kadınlar görmedim etrafımda, şimdi görünce ya saçma sapan bir şekilde korkunç beğeniyorum ya da onları Merih'den gelmişler gibi hissediyorum. Annemle ilişkim çok dengesizdi. Hem arkadaş gibiydik, hem kardeş, hem sevgili ama birden döner annelerin en acımasızı olurdu. Bir kere korkunç kavga ediyorduk, hala da ederiz. Ben annemin hayatının merkeziydim. İşi yoktu evde otururdu.
Babanla görüşüyor musun?
- Hayır.
Peki sen çocukluğunu nasıl hatırlıyorsun?
- Düzgün bir çocukluk yaşadım. 60'ların düzgün evleri olur ya. Annem tipik bir ev kadınıydı, ama mesela beni Sinematek'in filmlerine götürürdü. O çok kitap okurdu, bana da çok okuttu. Ben hiç şiir okumadım mesela. Ama çok şiir bilirim. Çünkü annem durduk yerde üç satır Atilla İlhan'dan Cemal Süreyya'dan patlatırdı. İlkokulda eve dönerdim evin içinde Burhan Uygur, bütün ressamlar şunlar bunlar, bizim evde bir ara kabile gibi yaşanırdı...
Annen gurur duyuyor mu şimdi yaptığın şeylerden?
- Ne yapsam beğenmez! Gerçi şiirlerimin, kitaplarımın iyi olduğunu düşünüyor. Ama mesela gazete yazısı yazmaya başlayınca çok ama çok bozuldu. Onun için bu bir düşüş. Bir tarafıyla ağır entel ama bir yandan da çok tutarsız ve çocuksu. Woody Allen filmlerindeki kadınlar gibi. Anneannem ben ve annem biz geçimsiz kadınlar kabilesi gibi bir şeydik.
Yazılardaki ironinin kaynağı ne?
- Nereden bileyim, normal hayatımda da böyleyim. Benim saçma bir kafam var, durmadan orasından burasından ayrıntılarla uğraşıyorum. Manyak bir kelebek koleksiyoncusu düşün, adam nasıl kelebeklerin etrafında koşmadan duramıyor benim de öyle. Bu da şahane bir durum değil.
İnsanlardan ayrı uçlara savrulduğun oluyor mu bu yüzden? Kendini kötü hissettiğin, yanlız hissettiğin?
- Ben zaten hep kendimi yalnız hissettim. Tek çocuktum. Annemin konkenci arkadaşlarının çocukları olsa belki arkadaşlarım olurdu. Hazırlık 1'de Panait İstrati'leri Jack London'ları okursan zaten yalnızsındır. Boyalı Kuş'u 11 yaşında okudum. İlkokul sonunda Suç ve Ceza'yı okudum. Hem de dünyanın en normal şeyiymiş gibi.
Şimdi dönüp aileni suçladığın oluyor mu, sizin yüzünüzden ben böyleyim diye?
- Yok canım.
Peki ya kendi çocuğun için böyle bir yaşam öngörür müsün?
- Çocuğum için çok daha normal bir anne olmaya çalışıyorum. Onu sıradan bir hayata doğru itmeye çalışıyorum. Ama diyor ki annem, "Sen sakın çocuğunu Kral TV'yle yetiştiren anne pozuna girme. Bu da palavra. Şimdi yaşı küçük olduğu için. Göreceksin, ileride sen de aynı şeyi yapacaksın".
Kendimi aptal buluyorum
Başkalarıyla mı daha çok alay ediyorsun, kendinle mi?
- Kendimi çok çok eleştiriyorum. Her şeyimi. Kendimi aptal ve başarısız buluyorum. Ama sözel zekam var. Kavrama hızım kuvvetli. Mesela fıkra dinleyemem, ikinci satırında neredeyse sonunu tahmin edebiliyorum. Film seyrederken de öyle. Ama bir yandan da hayatın pratik kısmıyla ilgili o kadar sakatlıklarım ve salaklıklarım var ki! Mesela yemeğe misafir geleceğinde bana felç iniyor. Melek'in oyun oynayacağı bir çocukla annesi geldi geçenlerde, sonradan o kadar kötü oldum ki! Sosis az olmuş. Makarna korkunç. Tatlıyı çıkarmayı bile unutmuşum, onlar gidince gördüm. Oysa ben de iyi bir ev kadını olmak isterdim.
Bir yere ait hissediyor musun kendini?
- Hayır hissetmiyorum. Ama ait olduğum bir kimlik de var. Ben ve arkadaşlarım biraz son Oğuz Atay kuşağıyız gibi.
Ufff amma iddialı bir şey...
- Yok. Tutunamayanlar'daki aşırı başarısız insanlardan söz ediyorum. Biz aşırı başarısız bile olamadık. Birkaç tane çok sıkı görüştüğüm kadın arkadaşım var. Çok eğleniyorum onlarla. Benim için eğlence çok önemli. Ama hayat yeteri kadar eğlenceli değil artık. İnsanların her şeyi bu kadar ciddiye alması bana çok tuhaf geliyor. Ben bir eğlence için bir kariyeri yakarım.
Peki yazı senin için ne ifade ediyor?
- İyi kıvırdığım bir şey. İyi bir roman yazmak istiyorum ölmeden önce. Ama yapabilir miyim bilmiyorum. Çok çok eziyetli bir şey roman yazmak. Tekrar romana başlayacağım diye akım bokuma karışıyor. Korkuyorum. Gerçek bir düello o.
Yazı bir açığı kapatmak için midir?
- Elbette. Kafadan sakatlar yazar. Kim yazacak? Normal insanlar mühendis olur, mimar olur, sakat olacaksın ki takacaksın! Takıntılılar yazar.
Kızın Melek bir yana her şey bir yanaymış...
- Herkes için böyledir. Öyle değilse yapmasınlar çocuk! Evet, iyi bir anne olmak için kıçımı yırtıyorum. Ben doğurunca şunu anladım: Annelik suç üzerineymiş. Suçluluk duygusu. İnanılmaz bir suçluluk duyuyorum. Mesela yürürken birden şu aklıma geliyor: Ben yeterince iyi bir anne miyim? Yeterince ilgileniyor muyum? Doğru mu yapıyorum? Bu beni mahvediyor! İnsanın hayatında başına gelebilecek en ağır en vahim durum annelik. O yüzden çok çabuk ve çok gamsız çocuk yapan insanlara nefretle bakıyorum. Birileri "Ay çocuk yap, çok kolay, büyüyor işte!" diyorsa, bil ki onlar çocuklarını kendileri büyütmemişlerdir.
Feminizmin hareketi içinde ne işin vardı...
- İşim var mı, yok mu bilmiyorum. Feminist miyim, değil miyim onun da cevabını veremem çünkü hiç feminist yazar okumadım. Kadıncı bir kadın olduğumu düşünüyorum. Ama Pazartesi Dergisi'ni soruyorsan, oraya yazmak beni rahatsız etmedi. O dönem herşeyin üzerine balıklama atlayabilirdim.
Neden "Habaset Yazıları"?
- Habaset kötülük demek. Bir de "hamaset"le bir kelime oyunu var. Hoşuma gitti. Zaten ben daha kötücül bakmıyor muyum her şeye?
Neden öyle bakıyorsun?
- Eee galiba bu benim tabiatım.
Sen kendini ne zaman iyi hissediyorsun, hangi durumlarda?
- Ben kendimi çok kötü hissedeceğim konuları didikleyip sorgulamıyorum. Mesela politik bir kadın değilim. Olduğum zaman aşırı üzgün ve aşırı harap oluyorum. Çünkü yapabileceğim hiçbir şey yok! Benim müthiş magazin merakımı snobe edenler var. Niye ilgilenmeyim? Çok eğlenceli bir kere. Bir sürü ağır entel adam futbolla ilgili. Ben de bununla ilgiliyim.
Bazı yazıların için "Elitist bir tavırla alay mı ediyor yoksa beğeniyor mu anlaşılmıyor" diye düşünenler var. Mahsun Kırmızıgül üzerine yazdıkların mesela...
- Hiç öyle değil. Bir kere onu çok beğeniyorum. Onun için gittim. Ben şefkatle yaklaştım ona. Bir kere sevmediğim insanlara asla gitmiyorum.
Acaip deliriyorum
Radikal yazıların için önce "Anlaşılmıyor, karışık", sonra "Yok yok yerine oturdu, muhteşem, bayılıyorum" gibi yorumlar var. Sen bunları nasıl değerlendiriyorsun?
- Hiç birinden haberim yok. Yemin ederim. O kadar kadir bilmez bir çevrede yaşıyorum ki! Bir kere bir sürü arkadaşım gazete okumuyor. Bir tanesi okur ağzına açıp bir şey söylemez, diğerine yalvarırım "İyi miydi söyle" diye cevap vermez. O kadar ağır entelektüeller ki, ya ilgilenmiyorlar ya beğenmiyorlar. Annem de gazete okumuyor. Anlayacağın, hiçbir feedback yok elimde. Kimse okumuyor diye düşünüyorum. Gerçekten.
Kocanla ilişkinin akoru ne? Sol major, sol minor...
- Birisi derse ki, "Yedi yıldır evliyim ve çok mutluyum" bil ki mutlaka yalan söylüyordur. Çünkü evlilik inanılmaz zor bir şey. Bizimki bir nevi ev arkadaşlığı, ev paylaşma durumu. Evliliği kimseye tavsiye etmem. Ben zaten herhalde anormalim. Normal insanları sinirlendiren şeyler beni sinirlendirmez. Normal beklentiler bende yoktur. Felaket obsesifim. Bir noktada takılıp orada leke gibi büyüyorum. Geçen gün, hakikaken intihar eşiğindeki kadınlardan biriydim, çünkü kafayı buzdolabına takmıştım.
Evden çok çıkılmadığı halde hayat nasıl takip ediliyor ve modern zamanlar sosyoloğu olunuyor!
- Belki beni Paper Moon'da görmedikleri için evden çıkmadığımı düşünüyorlar. Oysa Beşiktaş Postanesi'ne, Balıkçıya, Beltaş'a filan gidiyorum. Ama bir takım insanların gittiği yerlere gitmiyorum. Beğenmediğimden değil, ben de çok isterim Şamdan'a Arena'ya gitmek. Mesela acayip deliriyorum Dalmaz Center'a gitmek için. Tabii ki Serdar Ortaç dinlemek için. Ama arkadaşlarım o kadar kokoz ve o kadar herşeyden kopuk ki, bir tek insanı örgütleyemedim beni Dalmaz Center'a götürmesi için.
Yazılarından dolayı zaman zaman vicdan azabı duyduğun oluyor mu? Çok da geçirmişim bilmem kime diye...
- Kim için duyacağım ki! O insanlara tapılıyor, herkes onlar için deli oluyor ve Allah için birisi de onları beğenmesin. Hıncal Uluç için mi üzüleceğim, Yaşar Nuri Öztürk için mi? Yazı yazarken, "Kayahan'ın kalbini kırıyorum ben yapmamalıyım" diye düşünmem. Defenans mekanizmaları o kadar yüksek ki. Thomas'a komaz ki!
Ya Nilüfer Göle'ye dair yazdıkların.
- Benim hocam olmadı Nilüfer Göle. Benim bayıldığım hocalarım vardı, onları zaten ne kapak olarak ne son sayfada ne de bulmacada göremezsin. Zaten benim değer verdiğim insanlara hiç sataştığım yok.
Popüler olmak mı suç?
- Hayır suç değil. Ama söyledikleri de hoşuma gitmiyor, resimleri de tuhaf. On tane kıyafet değiştiriyor. Dice Kayek reklama, Deri Show'a çıktı. Ben de azıcık bir şey yazamaz mıyım? O kadarına hakkım yok mu?
Bu bir taktik olabilir mi? Üstelik işe yarayan bir şeydir. Birileri genelin aksini söylerse, "Aa bak bu da böyle bir şey diyor" denir ve başlar ona çevrilir?
- Taktik maktik değil. Bu benim tabiatım. Annem zaten der ki, "Kızım sen de artık hayatta bir şeyi beğen!" Beğendiğim şeyler var: Muhterem Nur'u beğeniyorum. Mahsun Kırmızıgül'ü beğeniyorum. Huysuz Virjin'e tapıyorum, Selahattin Duman'ı seviyorum. Ama mesela Sezen Aksu'nun şimdiki halinin tedavülden kalktığını düşünüyorum. Tarkan'dan haz etmiyorum, Mustafa Sandal'a gelince onunla çok dalga geçiyorum ama tek satın aldığım Türkçe kaset. Ama popüler olana düşman değilim. Ben popüler olanla yaşıyorum. Mesela Sibel Can'ı çok beğeniyorum. Fatma Girik, Türkan Şoray, Filiz Akın'ın mükkemmel bir sentezi. Bu kadınlar bilinçaltının tellerine giriyor, onları çok güzel ayarlayıp oynuyorlar. Böyle bir mükemmeliği niçin beğenmeyeyim? Ama ben ne Musa'ya yaranabiliyorum ne de İsa'ya. Bunlardan bahsediyorum diye enetelektüeller acayip eleştiriyorlar, "Sen iyice düştün!" diye. Öbürleri de "Bunlara neden entel bir dille yaklaşıyor, onları neden hor görüyor?" diyorlar. Ama bunlar da beni bağlamaz. İçimden geldiği gibi yazıyorum işte. Magazin merakımı şimdi paraya tahvil ediyorum.