Gazeteci Füsun Erdoğan’ın son mektubu...

"Karar okundu ve hukuk cinayetinin, adaletsizliğin altına imzalar atıldı. Gebze’deki hücreme döndüğümde, dillerimiz ayrı 11 kadın tutukluyla sabaha kadar sarılıp öyle kaldık."

PINAR TÜRENÇ 



Koşarcasına içeri girdi. Upuzun saçlarını savurdu, kucaklaştık birlikte. Sonra, cezaevi müdürünü selamladı.



Cezaevlerindeki açık görüşlerimizde, bana en zor gelen soruyu zorunlu, ona da sordum:



”Füsun, nasılsın?”



Hüzünlü bakışlarını üzerimden kaçırdı. Uzaklara baktı. ”İyiyim, iyiyim” dedi.



”Burası her şeye rağmen iyi. 12 kişilik kadınlar koğuşunda kalıyorum. Pek sıkıntım yok. Daha doğrusu konuşuruz onları da.”



Elindeki dosyaları açtı, zamanı iyi kullanmanın telaşındaydı. Ara vermeden konuşuyordu. Kelimeleri peş peşe sıralıyor, nasıl yargılandığını, 2006 ‘dan bu yana tutuklu kaldığı yıllarda yaşadıklarını, 4 Kasımda  Avrupa’nın en büyük adliyesi Çağlayan’daki 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, hakimin ”son sözünüz nedir?” sorusuna verdiği yanıtı özetlemeye çalışıyordu.



Basın Konseyi olarak onun ve diğer tutuklu gazetecilerin duruşmalarını hep izlediğimiz için, anlattıklarına yabancı değildik.



Ancak yine de Yüksek Kurul üyemiz avukat Turgut Kazan’la birlikte, sanki bu gerçekleri ilk kez dinliyormuşçasına şaşkınlıklar içindeydik. Bir radyocu-gazetecinin çırpınışlarıydı hepsi:



”Son sözümü soran hakime tabii ki, beraatımı ve tahliyemi istiyorum dedim. Çünkü hiçbir suçum yok. Ben örgüt üyesi, yöneticisi de değilim. Polis komplosu ile bu dosyaya dahil edildim. MLKP dosyasının içine konuldum. Ben sadece radyocuyum, gazeteciyim, anneyim, eşim.”



Gebze Kadın Kapalı Cezaevinin müdür odasında yaptığımız açık görüşte, sekizinci yılına girdiği hapis hayatının ondan çok şeyler götürdüğü kesindi. Yaşamının en güzel yılları hücrelerde beton-demir yığını içinde geçmişti. Artık 50 yaşına gelmiş bir yorgun kadındı.



Bir torba delille gelen müebbet mahkumiyet



O, en uzun geceyi anlatırken, ”yaşadıklarımıza inanamazsınız,” diyor, soluksuz  anlatmaya devam ediyordu:



”Son sözlerimizi aldılar ve Adliye’nin yedi kat altındaki tutsaklar yerine gece 23′de indirildik. Hücreyi üzerimize kilitleyip gittiler. Sandalye üzerindeydik. Geceyarısı 01.30′da yeniden yanımıza geldiler ve gerilim içinde duruşma salonuna yeniden aldılar. Ailelerimizle bizim aramızda polisten etten duvar örülmüştü. İkinci etten duvar da askerlerle sağlanmıştı. Polis komplosuyla dahil edildiğimiz iddianame, nihayet sonuçlanıyordu. Karar okunduğunda iki ablamın çığlık dolu gözyaşlarını, isyanlarını duyuyordum. İyi ki oğlum yoktu o  Ceza netti:  Müebbet + 789 yıl, 7 ay + 1.263.320 lira para cezası.  7 yıllık tutukluluktan  sonra, yaşam boyu hapis..



Karar okundu ve hukuk cinayetinin, adaletsizliğin altına imzalar atıldı. Gebze’deki hücreme döndüğümde, dillerimiz ayrı 11 kadın tutukluyla sabaha kadar sarılıp öyle kaldık. Bir torba içine doldurdukları çakma delillerle, toptancı mantıkla ceza verilmişti. Ve iki haftayı aşkın süredir, bu hükümle yaşamaya devam ediyorum.”



Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek



Son duruşmada, Füsun’un ablası Şengül hanımla karar öncesinde konuşmuştuk.O, kararı beklerken, umudunu yitirmeden 7 yılda yaşadıklarını bir çırpıda özetlemişti:



”Ben Hollanda’da öğretmenlik yaptım, şimdi emekliyim. Oradaki avukatlara Füsun’u anlatırken, inşallah  ömür boyu vermezler. Bizde bir söz vardır, ölümü gösterip sıtmaya razı ol derler, dedim. Anlamadılar. Neden sıtma? diye sormuşlardı. Biz de sıtmaya razı olduk şimdi. Keşke örgüt üyeliğini kabul etseydi Füsun. Daha az verirlerdi o zaman. Dinletemedik. Örgütle ilgim yok dedi yıllarca. Ve dinletemedi.”



İzmir’de gözlerimi bağladıklarında tüm dünyam karardı



Özgür radyo’nun koordinatörlüğünü yaptığı sırada bir ihbarla MLKP dosyasına sokulup operasyonla İzmir’de radyodan çıktığı sırada polis arabaya zorla sokmuştu onu.



Gözlerinin bağlandığını ve bir daha da özgür kalamadığını anlatıyordu:



”İzmir’deki radyo binasından çıkmış, Kipa’dan alışveriş yapacaktım. Yanımda duran araç kapıyı açtı ve içeri aldı beni. Arkada araya yatırıldım. Gözlerim bağlandı. Üç saat yol aldık. Nereye götürüldüğümü bilmeden. Sonra iki katlı bir evin önünde indirdiler. Ellerim kelepçeli, slogan atmamı istediler. Bir çiftlik eviydi. Nazilli’nin bir köyündeydik. İlk kez görüyordum. MLKP operasyonuymuş. İçine monte etmişler. Evet, MLKP davası var ama ben bunun neresindeydim? Kendime güveniyordum. Gerçeğe güveniyordum. Yedi yıl bu güvenle geçti. 8. yıl suç torbasının içinde müebbet verdiler. Suçum sadece muhalif radyocu olmaktı. Hukuk katliamında bir yerde sıkışıp kaldım. Aslında bizim gibi insanlarla bir yerlere gözdağı veriliyor. Ben, 155 eylemle irtibatlandırıldım. Şaka gibi ve kurtulamıyorsunuz bundan. Sahte kimlikten de cezam var. Oysa vergi kimlik kartım, ehliyetim, nüfus cüzdanım, banka kartlarım ellerinde. Ben gerçeğim. Devlete kayıtlıyım. Gerisi muhalif olmak. Ve gazeteci olmam…”



Eşime, aşkıma 10 Şubat’ta son mektubu yazacağım



Şimdi  Gebze kadın cezaevindeki hücresinde gün sayan Füsun Erdoğan’a, ”Ya eşin, oğlun?” diye sordum:



”En güzel yıllarımız deli gibi aşık olduğum eşimden ve biricik oğlumdan uzak geçti. Şimdi eşime, Sevgiliye Mektuplar’ı yazıyorum. Ama ona son mektubumu, 10 Şubat’ta yazacağım ve bir daha da yazmayacağım. Ben aşık bir kadınım. 10 Şubat, bizim birbirimize aşkımızı açıkladığımız tarih. Ve 10 Şubat’ta kesin kararımı vereceğim. Gerçekçi olmak zorundayım. Müebbete mahkûmum. 10 Şubat 2014′de bu devlet sayesinde aşkımdan da vazgeçeceğim tarih. Aşkımı bitireceğim. O da serbest olmalı. Bir daha biraraya gelmemiz olanaksız çünkü. Şimdi o nerede bilmiyorum. Davalar sırasında kaçmak zorunda kaldı. Yurtdışında olmalı. Bir daha göremeyeceğim onu. Her ayın 10′u ve 20′sinde aşkıma mektup yazar, satırlarda buluşurduk. 20 Ekim de evlilik günümüzdü. Sekiz yıldır hep bu günlerde, iç dünyamızda buluşur, randevulaşırdık, birbirimizi düşünürdük.  Şimdi?”



Gözpınarları doldu. Sustu bir süre. Konuşmakta zorlanıyordu:



”Ben biliyorum ki, böyle devam edersek ikimiz de mutsuz olacağız. Hiç olmazsa son mektupla bitirirsem, onun için de iyi olacak.”



Koğuştaki kadınlar ve oğlu



Yeni kitap çalışmasını da paylaştı bizimle. Kadın portreleri isimli yeni kitabında koğuşunda kalan 11 Kürt kadınının öykülerini yazıyordu.:



“Onlar Türkçe, ben de Kürtçe bilmiyorum. Bazen işaretlerle anlaşıyoruz. Onları tanıdıkça ön yargılarım törpülendi. 22 yıl dağda kalan Kürt kadını, nasıl üç çocuğunu yitirmiş, anlattı. Bizi Türkiye’nin teröristi yaptılar, onlar da başka teröristler. Şimdi o annelere Türkçe öğretiyorum. Meryem ve çocukları kitabını yazarken içim eziliyor.”



Klasik müzik eğitimcisi olan oğlunu da çok özlemişti Füsun. Oğlunun klasik gitar ezgilerini unutamıyordu. Onun yurtdışındaki başarılı kariyeriyle mutlanıyordu.



Bingöl’de kazdılar, biz yandık.



Koğuştaki sorunları sorduğumda da, yine zorlandı.



”Burası beton ve demir yığını. Yerler beton olduğu için temizliği yıkayarak yapmak zorundayız. Ama son Bingöl firarından sonra koğuşlara lastik çizme yasağı getirildiği için, yıkama sırasında ayaklarımız ıslanıyor. Çizme isteyince de, yönetmelik karşımıza çıkıyor. Ayaklarımız çok üşüyor. Ayrıca içeriye sadece üç kazak alma izni var. Oysa bazı günler üç kazağı üstüste giyiyoruz. Kirlenince yıkıyoruz ve onlar kuruyuncaya kadar yine üşüyoruz.



Kısacası burada sorun bitmez. Burası tutsak evi… 



* Basın Konseyi Başkanı Pınar Türenç'in Yüksek Kurul üyesi avukat Turgut Kazan'la birlikte Füsun Erdoğan'ı Gebze Kadın Kapalı Cezaevi'nde ziyaret ettikten sonra yazdığı ''Tutuklu gazeteci Füsun Erdoğan'ın son mektubu'' yazısı Basın Konseyi web stesinde yayımlandı.



BİANET


Galatasaray, Kayseri'yi ezdi geçti Maximin, Mourinho'yu hayal kırıklığına uğrattı Türkiye'nin en zeki illeri belli oldu! AFAD duyurdu: Muğla açıklarında deprem Narin Güran cinayetine ilişkin kritik bilgi İstanbul'da polise saldırı: Şüpheliler gözaltında