Emin Alper'i bir de Bağış Erten'den okuyun: 'Bir genç yönetmenin arkadaş olarak portresi'

İlk filmi Tepenin Ardı'yla ödüle doymayan genç yönetmen Emin Alper, Radikal için yakın dostu Bağış Erten'e röportaj verdi, ortaya ilginç bir söyleşi çıktı!

Emin neden sanat, neden sinema? 

Neden sen? Radikal’de başka kimse yok mu da seni gönderdiler? 



Var da onlar senin gerçek yüzünü bilmiyor. Ben kamuoyunu aydınlatmak için buradayım. 

O zaman beni ne kadar yanlış tanıdığını itiraf ederek başlayabilirsin. 



Tamam, buradan başlayalım. Malum, memlekette erkek arkadaş grupları ‘hayalleri gerçekleştirme’ fikrine soğuk yaklaşır. Biz de öyleydik. Sen de ‘zanat’ için film yapmaya çalışan, hiçbir zaman başaramayacak olan, sürekli yakınan biriydin. Meğer bildiğin doğum sancısıymış. 

Yaa yaa, inanmadınız bana, ama ben haklı çıktım. 



Haksızlık etme. Bizim de katkımız oldu. Bu filmden önceki kısa filminin bir yapımcısı sensen diğeri kimdi? Açıkla bunu kamuoyuna? 

Üç kuruş para verdin. Onore edelim dedik. Geldiği yere bak. 



İyi de o film olmasaydı bugün bu filmler olmazdı diyemez miyiz? 

Diyemeyiz... Ne alakası var? 



Bak aklıma geldi, sen bizden daha önce de para toplamıştın. N’oldu o paralar? Ortaya film falan da çıkmamıştı. 

10 sene önceydi o be! Hâlâ mı unutamadınız? Nasıl bir travmaymış arkadaş ya... ‘Ön-prodüksiyon’ aşamasında harcandı o paralar. 



Biraz açar mısın? İnsanın kendine yatırımı mı bu ‘ön-prodüksiyon’? Rakı, balık, tatil falan?.. 

Yok estağfurullah. Mesela bir oyuncuyla konuşmaya gidiyorsun. Biliyorsun, bugün ulaşım pahalı. Akbili basıyorsun, oyuncuyla buluşuyorsun, ona bir şeyler ısmarlıyorsun... Velhasıl, o projede ön-yapım tamamlandı, fakat filmi çekemedik. Ama hayır dualarımı aldınız. 



Öyle olsun bakalım. Tamam, iyi bir film yaptın. Bize günümüzü gösterdin. Peki yılın en çok ödül alan filmlerinden biri olmasını bekliyor muydun? Biz pek beklemiyorduk da... 

Biz de bu kadarını beklemiyorduk. İyi bir film olduğunu biliyorduk. Ama ödül başka şey. Hiçbir zaman kestiremiyorsun. Çünkü bir sürü iyi filmin pek çok festivalde görmezden gelindiğini görüyorsun. Veya tam tersi, çok vasat bulduğun filmler ödül alabiliyor... 



Hangi ödülde hakikaten böyle bir “vay be bunu da aldım” psikolojisine girdin? 

Üç ödül çok önemliydi benim için. Berlin, İstanbul ve Asya Pasifik. Berlin ilk olması açısından kritikti. Katılmak önemli derken iki ödülle dönmemiz iyi bir başlangıç oldu. Sonuncu Asya Pasifik ise gerçekten büyük bir festival. Bir ilk filme ödül vereceklerini pek beklemiyordum doğrusu. İstanbul Film Festivali de Türkiye ’de olması açısından ayrıcalıklıydı. Çok iyi filmler vardı. Malum, üstelik yarıştığımız isimlerden biri de pirimiz Zeki Demirkubuz’du. 



İyi para geldi mi peki? İkinci film için bir şeyler birikti mi? 

Neredeee? İkinci film için para lazım. 



Bizim kapımızı gene çalacaksın yani? 

Tabii ki. Artık gördünüz, bir şeyler yapabiliyorum. 



Bugüne kadar arkadaş yardımıydı, artık ‘sanata katkı’ diyorsun. Başka bir konuya geçelim. Ben spor yazarı olarak filmde futbolumuzun sorunlarını da buldum. Ne dersin? 

Filmde konu edindiğim bütün dertler, en kötü, en kaba haliyle futbol camiasına da sirayet etti. “Arkadaşlar bu işte bir problem var ve biz bu işi kendi evimizi düzelterek başlayalım” dediğin zaman otomatik olarak hain ilan edildiğin bir ruh hali oluştu. Bütün bahsettiğimiz şeylerin bence keskin haliyle görüldüğü, en iyi temsil edildiği yer futbol camiası. 



Peki filmin böyle bir göndermesi var mı? Seyreden futbolseverler kesin bağlantı kuracak bence. 

Özel bir gönderme yok tabii, ama pek çok şeye değdiği için sevildi film. Benzer şeyleri mahallede görüyorsun, ailede, futbolda görüyorsun... 



Hayatımızın her alanını kesen bir film yaptın yani. Helal olsun be... 

İstemezdim böyle olsun... 



İyi de Japonlar pek beğenmemiş galiba. 

Gerçekten de filmi Tokyo festivaline kabul etmediler. “Bu ne ya? Niye bu insanlar yalan söyleyip duruyorlar? Biz anlamadık” dediler. Biz de “Siz anlamazsınız” deyip geri çektik. 



Peki abartılı yorumlar geldi mi? Bu çok olur ya, bir şey yazarsın, çekersin, ona binlerce anlam atfedilir... 

Olmaz mı? “O kurbağa neyi sembolize ediyordu?” gibi sorular geliyor. 



Kurbağa var mı ya filmde? 

Sen anlamadın mı o kurbağanın neyi sembolize ettiğini? Sen bir daha izle o filmi. Zaten filmde her izleyişte yeni bir anlam var... 



Peki neyi sembolize ediyor kurbağa? 

Zıp zıp zıplamasından ötürü özgürlüğü simgeliyor. 



Bir de yengeç vardı galiba? 

O da kıstırılmışlığı simgeliyor. Köpek sadakati, keçiler de inatçılığı... 



Vay maşallah! Emincim seni ilk tanıdığımda bir takım karanlık ortamlarda geçen filmlere meraklıydın. ‘Character’ miydi, neydi, oradaki Katadreuffe tiplemesini tartışırken filmi ‘grotesk’ bulmuştun. Biz de sana ‘Grotesk Emin’ demeye başladık. Neredeyse 15 yıl öncesinden bahsediyorum. Yani, evet, o zaman da sinemayla ilgilenen biriydin. Ama film çekme hevesi başka bir şey. O nereden çıktı? 

Film çekmek hevesi tam olarak ne zaman başladı bilmiyorum. Ama kurmaca bir şeyler yapma ortaokulda falan başladı. Hani biraz yazma-çizme, her Türk genci gibi şiir yazma, tiyatro falan... 



Beş yaşındayken mikrofonu alıp sahneye çıkardım diyenlerdensin yani? 

Öyle demeyelim, ama klişe de olsa vardı bir şeyler. Piyesler sergilerdik, Akrabaları örgütler, müsamereler yazardım. Hikayeler uydururdum. Küçük çocukları karşıma geçirip korku hikayeleri anlatırdım. Fakat lisede kurudum, kaldım. Çünkü fen lisesiydik. Afedersin, eşek gibi çalışıyorduk. 



Yatılı okudun. O bir esin kaynağı olabilir mi? Sonuçta ben de yatılı okumuş biri olarak hakikaten küçük toplum modeli gibi gelir bana. Bütün otoriterliğiyle, ama bir yandan da ‘olgunlaşma enstitüsü’ haliyle. Tepenin Ardı’nda yatılı okulun izlerini gördüm sanki. Baba bir müdür, etüt öğretmeni tavrı, çocukların ezikliği... Var mı bir gönderme? 

Kesinlikle var. Ben de karakterimin ciddi şekilde ezildiği ve bu ezmeye karşı bir direniş stratejisi olarak da kendi karakterimi oluşturduğum dönemin lise olduğunu söyleyebilirim. İç ilişkileri ayrı bir gariptir. Birinci sene ezilirsin, acı çekersin, ağlarsın, sürünürsün. Ama aynı zevkle sen de bir sonraki sene yaparsın. Bir Allah’ın kulu da “arkadaşlar biz de yaşadık, artık yapmayalım” demez. Bunu dersen dalga geçilirsin... Yatılı okul bir erkek cemaatidir, filmde de var bu. Ama yatılı okul bir röportaja sığacak mevzu değil. Çok verimli bir alan. 



Sen bunu film yap. 

O zaman sen bir liste yap, nelerin filmini yapmam gerektiği konusunda... Ben de birer birer çekeyim. 



Hakikaten ya, çevrenden böyle teklifler gelmiyor mu? Zaten Atilla Lök gibi arkadaşlarını oynatıp bu kapıyı aralamışsın sen. Devamı gelmedi mi? Misal ben sanat için şapkamı çıkarırım istersen... 

Valla bir sürü var. Kameranın arkasına geçmek isteyen de var, kalabalıkta yürümek isteyen de. Onları değerlendireceğiz, sonuçta maliyetleri düşük bu arkadaşların. 



Bir ara sinemaya küsmüştün. Kendini tarihe vermiştin. Akademik hayatta adımlar atıyordun mazbut mazbut. Ümitsizliğe kapılmış mıydın gerçekten? 

Kapıldım tabii. Başta şöyle bir hayal kuruyorsun. İyi bir senaryo yazarsan birileri elinden tutar. Ama öyle olmuyor. Kağıt üstünde projeyi beğenen çıksa da buna yatırım yapmak istemiyor, sonucundan emin olamıyor vs. Dolayısıyla bu işte büyük ölçüde bir çaba harcamak lazım. Bu edebiyat gibi değil. Oturup bir roman yazıp bir yayınevine postalayarak bir şey bastıramıyorsun. Çevre şart. Ben de, karakter olarak çok girişken, cevval vs. bir insan değilim, biliyorsun. Akademiye devam ettim bir ara. Ama bir noktada, ‘Bu benim kaç yıllık düşüm, bu işi yapmazsam mutlu olamayacağım’ dedim ve ondan sonra çok büyük emek harcadım. 



Filme dönelim. Niye gidelim ‘Tepenin Ardı’na? Ne var bu filmin içinde? 

Şimdi bu filmde bir kere seks var. Macera var, aksiyon var. Heyecan, gerilim, gizem... Yani arayıp da bulmak istediğin her şey var bu filmde. 



Ya bana hiç öyle gelmemişti 

Bir daha düşün sen. 



Şaka maka, hakikaten bu kadar çok ödül alınca Türkiye’de sinema izleyicisinin şöyle bir refleksi oluyor: “Biz bunu anlamayız. Bu bir ‘zanat’ filmi.” Bu önyargıları beslemek zorunda değiliz ama senin filmin aslında hikayesi olan ve giderek artan bir gerilim üzerine kurulu. Ki sen de ekol olarak hikâyecisin. Öyle değil mi? 

Hep şunu söylemek istiyorum, ama ayıp olacak diye söylemiyorum. “Ya bu film sıkıcı değil gerçekten.” Böyle deyince sanki diğer filmlere sıkıcı demiş gibi oluyorum. Bunu söylemek istemiyorum. Ben ‘sıkıcı’ denilen filmleri de severim, aksiyonu, polisiyeyi de. Ama hikayenin seyirciyi bir şekilde sürüklemesi gerektiğine inanan bir yönetmenim. Yazarken de, tasarlarken de buna dikkat ederim. Bir şekilde seyircinin ilgisini ayakta tutma isteği bu. Bunu da hiçbir zaman seyirciye bir taviz vermek olarak görmedim. Dert anlatma kaygısı bu. Hem bir sürü film var ödüllü olup sıkıcı olmayan. Sadece Türkiye sineması değil, dünya sinemasında da. Geçen sene İran filmi ‘Bir Ayrılık’ Türkiye’de oynadı. Nefes nefese izlediğim bir filmdi. İran’da zaten 1 milyon kişi izlemiş. Türkiye’de ise 5 bin kişi. 3-4 salonda anca gösterildi. 



Uzaydan bir insan gelse ve “Neden iki kişiden biri AKP ’ye oy veriyor” dese ben iki film önerirdim: ‘Çoğunluk’ ve ‘Vavien’. Barış Bıçakçı senin film için “Bu da o pakete girer” demişti. Bu tanıma ne diyorsun? 

Kültür Bakanlığı’na bir dahaki proje için başvuracağımdan bu konuda yorum yapmak istemiyorum. Başımı belaya sokma. 



Bravo ya. Bu mudur yani? Emin Bey lütfen, sorulardan kaçmayın. Daha cesur bir yönetmen olduğunuzu düşünüyorduk... 

Bak arkadaşım, benim kimseye eyvallahım yok. Ama işte sinema pahalı bir sanat... Şaka bir yana, gerçekten bunu AKP’yle sınırlamak istemem. Çünkü en çok oy olan üç parti de aslında muhafazakar ve benzer problemlerle malul. 



O zaman ‘redakte’ edip soruyorum. Muhafazakarlıkla güven ilişkisi arasında ciddi bir çelişki var. Türkiye’nin ciddi bir bölümü kendisini daha muhafazakar, daha milliyetçi, daha içe kapanık tanımlıyor. Ama ben filmi izledikten sonra, yalanla ilişki açısından memlekete dair bir dolu sonuç çıkarıyorum. 

Daha geçen gün öğrencilerle muhafazakarlık dersini işlerken şöyle bir zorluk oldu. Avrupa tarihinde liberaller ve muhafazakarlar, sosyalistler ve muhafazakarlar diye bir ayrım yapabiliyorsun. Türkiye’de ise cumhuriyetçi muhafazakarlar, İslâmcı muhafazakarlar ve milliyetçi muhafazakarlar diye bir ayrım yapmak durumunda kalıyorsun. Bu çok boğucu bir şey. Herkes değişmeye engel olmak istiyor. Bir şeylerin tehlikede olduğunu, onları korumak gerektiğini düşünüyor. Bu çok hastalıklı bir şey. Özgüven eksikliğini gösteriyor. 



‘Türkiye Değerler Atlası 2012’ araştırmasından yola çıkalım. Türkiye’de kendisini dindar, muhafazakar olarak tanımlayanlar yüzde 70’ten fazla. Ama insanların birbirine güven oranı yüzde 10’larda geziniyor. Tam da filme uygun değil mi? 

Gerçekten de öyle. Türkiye yıllardır istikrarlı bir şekilde insanların birbirine en az güven duyduğu ülkelerden birisi çıkıyor. Bir taraftan milliyetçiliğin, muhafazakarlığın, cemaat hissinin bu kadar çok övüldüğü bir yerde güven hissinin yerlerde sürünmesi aynı zamanda bizim yalan üzerine kurulu bir toplum olduğumuzu da gösteriyor. Bu aslında, toplumun çözülmesi demek. Güven olmadığı zaman da paranoya, şüphecilik artıyor. Paranoya şu an artık Türk’ün milli karakteridir diyebiliriz. Her yerde karşımıza çıkıyor. 



Yeri gelmişken, madem memleket meseleleri için bu kadar açıklayıcı filmin, neden sinemacılar ilgi göstermiyor? Bu az salonda gösterilme meselesi nedir ya? 

Çünkü kendileriyle yüzleşmekten korkuyorlar. 



Vay be. Alkışlayayım mı? 

Fena olmaz. Biz sinemacılar alkışsız yaşayamayız. Yok o tiyatroculardı. Neyse, tabii ki bunlarla hiçbir ilgisi yok. Zaten çoğu filmi izlemedi, bilmiyor, görmedi. Çoğu değil, hiçbiri izlemedi. Türkiye’de böyle yürümüyor çünkü iş. Çok daha garanti gördükleri filmler var. Bunların bir kısmı Hollywood yapımları. Bizim gibi filmler boş haftaya denk gelirse, o hafta birileri film sokmazsa yer bulabiliyorlar. Otomatikman biz listenin en arkalarındayız zaten. Ne oyuncumuz flaş isimler, seyirci çekecek isimler. Artı bir de ödüllüyüz. Oradan da kaybediyoruz. 



Her filmde nazar boncuğu kabilinden ufak hatalar vardır. Seninkinde de bir şey dikkatimi çekti. Mehmet karakteri evin önünde konuştukları sahnede herhangi bir şey taşımıyor ama bir sonraki sahnede belinde fişeklik var. 

Terbiyesizlik yapma bunu sana ben söyledim. 



Yo dostum yo, ben kendim fark ettim. 

Vay be, bunu da yaptın ha! Dikkatli izleyiciyim ayaklarına harcadın bizi. Bir kere onu bilerek yaptık. Yabancılaştırma efekti o! Kurguyu bilinçli olarak süreksizleştirdik ki, seyircinin dikkati şey etmesin. 



Şimdi gelelim ikinci film mevzusuna. Biz senin arkadaş çevren olarak tek atımlık bir barutun olduğuna inanıyoruz. 

Hâlâ mı güvensizlik? Daha demin güven endeksinden bahsetmedik mi? 



Peki düzeltiyorum. Müzikten metafor araklayalım. İkinci albüm sendromu olacak mı? 

Olmayacak. Kendime güveniyorum, emin adımlarla ilerliyorum. Hiç öyle bir sıkıntım yok. 



Yemezler! Bunun baskısını hissetmeye başladın mı cidden? 

Var tabii. Olmaz mı? Allahtan daha önce cepte tuttuğum senaryolar, projeler vardı. Onlarla devam edeceğim. 



Biraz daha vurdulu kırdılı bir şeyler olsun ama... 

Var bir şeyler, aksiyon falan... 



Bombalar patlayacak mı Emin? 

Para bulursak neden olmasın? 



Sniper var mı? 

Hep para meselesi. 



İlk filmden sonra ne değişti hayatında? Tamam yakın arkadaşlarının -ben dahil- sana bakışı biraz farklılaştı. Ama sadece ‘biraz’... 

Biraz mı? Kadıköy’deyken uğramışlığın yoktur, filmden sonra Kurtuluş’a taşındık evimizden çıkmıyorsun. Bu röportajı da bizim evde yapıyoruz. 



Senden Cihangir beklerdim ben açıkçası. 

Ben de. Ama, malum, kiralar... 



İkinci filmden sonra artık... 

O da çok olası gözükmüyor. İnşallah bir dizi düşürürsek... 



Ödüller falan derken pek çok yere gidiyorsun. İmaj önemli böyle yerlerde. Bunun hakkını verebildiğini düşünüyor musun? Misal, biz arkadaşların olarak kıyafetlerinden çok memnun değiliz. 

Valla Sümerbank’ın özelleştirilmesi her Türk memuru gibi beni de çok derinden yaraladı. Bir kimlik bunalımına düştük. 



Hırka falan yok mu, şöyle güzel? 

Annem örüyor bir tane. Televizyonlarda halimi görünce o da acımış. Allahtan arkadaşlarımızın gardırobu zengin. Onlardan faydalanıyoruz. 



Ne iyi arkadaşların varmış... 

Var eksik olmasınlar. Sıklıkla bunu başımıza kaksalar da iyi sayılırlar. Kuru temizlemeden gelir gelmez vereceğim ceketini. 



Sokakta tanıyanlar çıkıyor mu bari? 

Çıkıyor arada. Az ama öz. Seninkiler gibi değil. 



Sabah Gazetesi’nde bu konuda bir hasedin olduğunu okudum. Benim gibi popüler olmak istiyormuşsun. Ama daha yiyecek çok fırın ekmek var. 

Bir gün o da olacak. Ama bak arkadaşlarımın sayısında ciddi bir artış oldu. 



Bunlar gerçek arkadaşların değil, biliyorsun. 

Tabii ki bunlar yüzüme gülüp arkamdan iş çeviren... 



Başarısız olduğun gün terk edecekler seni, ben dahil. 

Biliyorum. O yüzden başarılı olmam lazım. 



Son soru, baştaki gibi gene bir itiraf. Bugüne kadar ortak tarihimizde yollarımız kesişti. Hatta rekabet ettiğimiz anlar oldu. Aynı asistanlığa başvurmuştuk, ben girdim. Aynı yerde editörlüğe başladık, ben kaldım, sen gittin... 

Evet, yanlış bilgilerle, dilbazlıkla işverenleri hep kandırdın. 



Dur kesme... Güzel bir şey söyleyeceğim sonunda. Ama bu sefer büyük bir gol attın. Hakikaten, yıllar sonra bizim gibi arkadaşlarına “Bir zamanlar yeteneğini hor gördüğünüz o adam bakın nerelere geldi” demeyi düşünüyor musun? 

Bunun için yaşıyorum. 



(Bağış Erten-Radikal)


Galatasaray, Kayseri'yi ezdi geçti Maximin, Mourinho'yu hayal kırıklığına uğrattı Türkiye'nin en zeki illeri belli oldu! AFAD duyurdu: Muğla açıklarında deprem Narin Güran cinayetine ilişkin kritik bilgi İstanbul'da polise saldırı: Şüpheliler gözaltında