Cumhurbaşkanı Erdoğan Sabah Gazetesi'ne yazı yazdı
Erdoğan, İstanbul'da bugün başlayacak 13. İslam Zirvesi öncesi Sabah Gazetesi'nde bir yazı kaleme aldı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, dünyanın içinden geçtiği bu sıkıntılı dönemde omuzlarında taşıdıkları yükün ağırlığının bilincinde olduklarını belirterek, "Önümüzdeki 10 yıl için hedefler koyan İslam İşbirliği Teşkilatı'nın 2025 Eylem Planı Belgesi'nin, İstanbul Zirvesi'nde kabul edilmesi çok önemli bir adım olacak. Teşkilatın dönem başkanı olarak programın başarısı için elimizden geleni yapacağız" ifadelerini kullandı.
Erdoğan, liderler zirvesinin uzun süredir çekişmelerden bitap düşmüş ümmetin barış ve adalet umutlarını güçlendirmesi temennisinde bulundu.
İşte o yazı:
Adalet ve barış, siyasi görüşleri, milliyetleri, dini inançları ve kültürleri ne olursa olsun tüm insanların ortak arzusudur. İnsanlık tarihi, bir yönüyle adalet ve barış arayışlarının da tarihidir. "Silm" yani barış kökünden gelen İslam, toplumun çekirdeğini oluşturan aileden başlayarak siyasi, ticari, sosyal ve ekonomik hayatın her alanında adaleti tesis etmeyi, adaletli davranmayı emretmiştir. 1400 yıllık İslam tarihi boyunca Afrika, Asya, Avrupa ve Ortadoğu'da kurulan devletlerin en göze çarpan özelliği adalet ve barışa verdikleri önemdir.
Ancak bugün, adalet ve sulhun sembolü olması gereken İslam beldelerinin, bu iki kavramın kıtlığının en çok çekildiği mekânlar haline geldiğini görüyoruz. Suriye'den Irak'a, Orta Afrika'dan Libya'ya, Filistin'den Yemen'e kadar milyonlarca kardeşimiz huzura, sükûna ve insanca yaşamaya hasret bir şekilde hayatlarını sürdürme mücadelesi veriyor. Her biri İslam medeniyetinin eserleriyle dolu kadim şehirler, kütüphaneler, camiler, türbeler ve diğer tarihi emanetler terör örgütleri ve eli kanlı rejimler tarafından gözlerimizin önünde yıkılmakta, harabeye çevrilmektedir. İslam dünyası bugün, Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana karşılaştığı en ciddi sorunların ağırlığı altında adeta ezilmektedir. Silahlı çatışmalar, iç savaşlar, çökmüş devletler, köhnemiş siyasi yapılar nedeniyle pek çok İslam ülkesinde huzur ve emniyet kalmamıştır. Bu sorunlar sadece bölgesel istikrarı değil, dünya barışını da tehdit eder hale gelmiştir. Suriye örneğinde olduğu gibi, bölgenin sosyolojisine, kültürüne, değerlerine ve tarihine yabancı ülkelerin, kendi çıkarları doğrultusunda hadiselere silah kullanmak ve gayri meşru yönetimleri desteklemek suretiyle müdahale etmeleri, sorunları içinden çıkılmaz hale getirmektedir.
Bunun yanında mezhepçilik fitnesi, Müslümanlar arasında giderek daha büyük bölünmelere yol açmaktadır. Avrupa'nın 17'nci yüzyılda geride bıraktığı bu sorunun, 21'inci asırda İslam dünyasını hala esareti altında tutuyor olması, üzerinde dikkatlice düşünmemiz gereken bir husustur. Dini temellerden ziyade politik sebeplere dayanan bu fitne, iktidar hırsı ve kısa vadeli çıkarlar adına körüklenmektedir. Yüzyıllardır bir arada yaşamış farklı mezhep mensuplarını, etnik ve dini grupları bir birine düşüren, düşman eden politikaların en büyük kazananı ise terör örgütleri ile İslam'a düşmanlıkları bilinen güçler olmaktadır. Mezhebi ve sosyal gerilimlere tepki olarak yeni arayışlara giren kesimler, özellikle de gençler, DEAŞ ve El Kaide gibi terör örgütlerinin istismarına açık hale gelmektedir. İslam ülkeleri bu duruma seyirci kalamaz, kalmamalıdır.
Bugün terör sorunu, birkaç ülkenin ve bölgenin sorunu olmaktan çıkmış, küresel bir boyut kazanmıştır. Avrupa'dan Güney Asya'ya, Batı Afrika'dan Amerika kıtasına kadar tüm dünyayı etkileyen terör dalgasının en büyük mağduru ise yine Müslümanlardır. Adları ve ideolojileri farklı ama hedefleri aynı olan bu şer odakları, Müslümanların hafızasını, birikimini, bugününü ve geleceğini yok etmeye çalışmaktadır. Özellikle Batı toplumlarında ırkçılık, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi gibi akımların giderek daha fazla taraftar bulması, tüm Müslümanları rencide ve tedirgin etmektedir. Bugün Avrupa'nın pek çok şehrinde camiler, mescitler, Müslümanlara ait iş yerleri ve binalar kundaklanmakta, saldırıya uğramaktadır. Müslümanların hiçbir dahlinin olmadığı, hatta en büyük bedeli ödedikleri bir meselede töhmet altında bırakılmalarının önüne mutlaka geçmeliyiz.
30 yıldır bölücü terör örgütü ile mücadele eden, 40 bin vatandaşını terör saldırılarında kurban vermiş bir ülke olarak terörün hedefini, gayesini ve yol açtığı tahribatı çok iyi biliyoruz. Uluslararası toplumun bu konuda ortak bir duruş sergilemesi için büyük gayret sarf ediyoruz. Ancak üzülerek belirtmek isterim ki, tüm insanlığın düşmanı olan terör yapıları karşısında gereken hassasiyet ve ilkeli tavır bugüne kadar gösterilememiştir. Terör örgütü PKK'nın Suriye kolu olan PYD/ YPG, Arap ve Türkmen kardeşlerimizi bin yıldır yaşadıkları bölgelerden göçe zorlamasına, etnik temizlik yapmasına, kendisi gibi düşünmeyen Kürt nüfusa zulmetmesine rağmen, birçok ülke tarafından muteber bir ortak olarak kabul edilmekte, hatta desteklenmektedir. Her ne sebeple olursa olsun terör örgütleri arasında ayrıma gidilmesi, sözde "iyi teröristler" eliyle "kötü teröristlerle" mücadele edilmeye çalışılması büyük bir hatadır. Bu tarz çifte standartlı yaklaşımlar terör örgütlerine cesaret kazandırmakta, terörle mücadeleye zarar vermektedir. Terör örgütlerini mağlup edebilmenin yegâne yolu, Müslümanlar başta olmak üzere uluslararası toplumun işbirliğini ve dayanışmayı daha da güçlendirmesinden geçiyor. İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi ülkelerin bu konuda öncü rol oynayacaklarına inanıyorum.
Müslümanlar olarak, zulüm kimden ve nereden gelirse gelsin karşı çıkmamız, mazlum kim olursa olsun yanında yer almamız şarttır. Zalimin de, mazlumun da kimliğinin önemi yoktur. Türkiye olarak, bu anlayışla Suriye ve Irak'taki çatışmalardan kaçan sığınmacılara kapılarımızı açarak, onları terör örgütlerinin ve devlet terörü uygulayan rejimlerin insafına terk etmedik. Bugün 3 milyonu aşkın Suriyeli ve Iraklı kardeşimiz, milletimizin misafiri olarak, ülkemizin çeşitli şehirlerinde ve kamplarda ikamet ediyor. Çatışmalar bitene, ülkelerine huzur gelene kadar bu kardeşlerimize sahip çıkmaya devam edeceğiz.
İstanbul'un ev sahipliğinde 13'üncü Liderler Zirvesi'ni icra edeceğimiz İslam İşbirliği Teşkilatı, kuruluşundan bu yana geçen yaklaşık yarım asırlık sürede, üye ülkelerin gayretleriyle, İslam dünyasının meselelerinin tartışıldığı, istişare edildiği ve önemli kararların alındığı en büyük platform haline gelmiştir. Teşkilat'ın teşekkülüne kaynaklık eden Filistin ve Kudüs davası, İstanbul Zirvesi'nin de en öncelikli gündem maddeleri arasında yer almaktadır. Suriye ve Irak başta olmak üzere, bölgemizdeki pek çok yerde yaşanan sorunların da, Teşkilat'ın asli görev alanına girdiğine inanıyoruz.
Şunun altını çizerek belirtmek isterim ki; İstanbul'da, Şii-Sünni, Afrikalı-Asyalı, Doğulu-Batılı, siyahbeyaz, zengin-fakir, şu veya bu etnik grubun mensubu olarak değil; 1,7 milyar Müslümanın ve tüm insanlığın sorumluluğunu taşıyan liderler olarak bir araya geliyoruz. İnsanı "eşrefi mahlûkat" olarak gören, "insanı yaşat ki devlet yaşasın" diyen bir medeniyetin mensupları olarak, içinden geçtiğimiz bu sıkıntılı dönemde omuzlarımızda ağır bir yük bulunduğunun bilincindeyiz. Ümmetin maslahatını bireysel menfaatlerimizin önüne koyarak, 21'inci yüzyıla damgasını vuracak; sadece koruyan, muhafaza eden değil, aynı zamanda kuran, inşa eden, yön veren bir anlayışla meselelerimize yaklaşmamız gerektiğine inanıyorum. Zira bu, dünya nüfusunun 4'te 1'ini oluşturan Müslümanların küresel sistemde hak ettikleri yeri alması açısından da hayati öneme sahiptir.
Önümüzdeki 10 yıl için hedefler koyan "İİT-2025: Eylem Programı" belgesinin İstanbul Zirvesi'nde kabul edilmesi, inşallah bu doğrultuda atılmış çok değerli bir adım olacaktır. Teşkilat'ın Dönem Başkanı olarak programın başarısı için elimizden geleni yapacağız.
13'üncü İslam İşbirliği Teşkilatı Liderler Zirvesi'nin, uzun süredir çekişmelerden bitap düşmüş ümmetin barış ve adalet umutlarını güçlendirmesini temenni ediyorum. Toplantımızı şereflendirecek tüm liderlere ve misafirlere şükranlarımı sunuyor, Zirve'nin tüm insanlık için hayırlara vesile olmasını Rabbimden niyaz ediyorum.