Çağla Ural son kitabı “Sultanla Son Dans”da sürgünde büyüyen Şehzade Cem’in hikâyesini anlattı
Türk Edebiyatı kategorilerinde eserler yazmış Çağla Ural ile son kitabı "Sultanla Son Dans'ı" konuştuk. Pandemi döneminde ailesine ve yazılarına kendini veren Ural, "Yazmak ve Sultanla Son Dans’a odaklanmak pandeminin karanlık günleri ile baş etmemde bana güç verdi." dedi.
MEDYATAVA ÖZEL - Betül Yiğit
MedyaTava'ya konuşan "Sultanla Son Dans" kitabının yazarı Yeşim Çağla Ural; kitaba hazırlık sürecinden duyduğu endişeleri, pandemi sürecinde kitaba nasıl odaklandığını, kitabı yazmakta ilham aldığı olayları konuştuk. Yazar Ural, 'Sultanla Son Dans' ile ilgili, hazırlık sürecinin pandeminin karanlık günleri ile baş etmede güç verdiğini ifade etti.
Çağla Hanım merhaba! Sohbet havasında başlayalım isterim, pandemi nasıl geçiyor? Neler yapıyorsunuz, bu süreç sizi, özellikle yazarlığınızı nasıl etkiledi?
- Merhaba! Evet, pandemi bizim de yaşantımızı tüm dünyayı etkilediği gibi çok etkiledi ama en kötü günleri artık geride bıraktık. Pandeminin en zorlu dönemi diyebileceğim bir yıl öncesini bizler burada New Jersey’de ve New York’ta evlerimize kapanarak geçirdik. Piyasada maske bulamadığımız dönemlerimiz oldu, sokağa çıkmamız imkânsız hale geldi. Ben o zorlu dönemi bir yandan evde eşim ve iki oğlumla geçirdim bir yandan da Sultanla Son Dans’ı bitirmeye odaklandım. Yazmak ve Sultanla Son Dans’a odaklanmak pandeminin karanlık günleri ile baş etmemde bana güç verdi. Cem ve Sofia ile tarihi bir yolculuğa çıkmak, onlarla birlikte aşkın ve maceranın içinde kaybolmak, birlikte denizleri, çölleri geçmek, birlikte ağlamak, sevilmek ve bunları satırlara dökebilmek, günde birkaç saat için bile olsa düşüncelerimin pandemiden uzak tuttu ve romanımı bu şekilde bitirebildim.
Dediğim gibi, New York bölgesinde pandeminin en kötü günleri geride kaldı. Burada nüfusun çoğunluğu aşılandı. Öğrenciler okullarına döndü, New York’ta restoranlar, kafeler, spor salonları açık, aşı kâğıdı olmadan kimseyi içeri almıyorlar. Bu da yaşamı bizim için kolaylaştırıyor doğrusu. En azından biliyoruz ki, kapalı bir mekâna gittiğiniz zaman etrafınızda aşısız kimse yok, böylece herkes kendisini daha rahat hissediyor.
Sultanla Son Dans adlı romanınız yeni çıktı. Yine bir tarihi roman. Hemen sormak istiyorum: O kadar içten bir anlatı okudum ki, anlattığınız aileyle bir bağınız var mı, merak ettim?
- Osmanlı hanedan ailesi ile doğrudan bir bağlantım yok, ama kitabı yazmama bana ilham veren bir olayı sizinle paylaşmak isterim.
Eşim bundan üç yıl kadar önce iş sebebiyle Avrupa’da bir kongreye katılmıştı. Kongre sonrası Amerika’ya dönerken, orada toplantıda tanıştığı yabancı isimli genç bir iş adamı ile uçakta yan yana düşmüşler ve zaten tanıştıkları için sohbete başlamışlar. Eşimin Türk olduğunu isminden anlayan yabancı bey, bir süre sonra aslen Türk olduğunu, hatta bir Osmanlı şehzadesini olduğunu anlatmış.
Bir kâğıda aile ağacını çizerek babasının ve dedelerinin hangi şehzadeler olduğunu göstermiş sonra da yaşadığı Avrupa ülkesine ailesinin nasıl geldiğini, iş hayatına kendisinin şehzade kimliğini açıklamadan nasıl devam ettiğinden söz etmiş. Eşim eve döndüğünde bana bu olayı anlattı, ‘Senin ilgini çekeceğinden eminim’ dedi gülümseyerek. Bu olay bana sürgüne yollanmış Hanedan ailesini araştırmam için ilham oldu. Kimler hangi ülkelere gitmiş, yaşamlarına nasıl devam etmişler, yeni nesil hanedan üyeleri bugün neredeler bunları okumaya başladım. Karşıma çıkan ve benim çok ilginç bulduğum bir şehzadenin yaşamından esinlenerek kurgu bir roman yazdım.
Bölüm başlıklarına baktığımızda roman 42-45 arası üç yılı odağına alıyor ama aslında 21 yılı anlatıyor. Bu süre içinde Osmanlı bitiyor. Mustafa Kemal ve arkadaşları Cumhuriyet'i kuruluyor. Sürgündeki Cem, uzaktan baktığı genç Cumhuriyet’e içten içe yakınlık kuruyor. Osmanlının sürgündeki diğer fertlerinde de var mı böyle bir yakınlık hissi?
- Hanedan ailesinin öncelikle Atatürk’e büyük saygı duyduklarını, ileriki yıllarda kendileri ile yapılan röportajlardan biliyoruz. Vahdettin’in Mustafa Kemal’in askeri dehasına büyük saygı ve güven duyduğunu, Hanedan ailesinin de Mondros anlaşmasının imzalanması ve ülkenin işgali ile Osmanlı saltanatının bir hükmü kalmadığını bildiklerinden Atatürk’ün vatanın kurtuluşu ve bağımsızlığı için verdiği mücadeleye minnet duyduklarını biliyoruz. Elbette sürgün kararı ile ülkeden ayrılmaları yaşamlarını alt üst etmiştir.
Uzaktan da olsa yeni Cumhuriyeti hem bir yandan gurur duyarak, bir yandan burukluk hissederek izlediklerini düşünmek sanırım yanlış olmaz. Halife Abdülmecid Efendi’nin sürgünde iken, Türkiye’ye Halife sıfatı ile geri dönmek için Atatürk’e talepte bulunduğunu değişik kaynaklardan biliyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yabancı prensler ile evlilik yapan Osmanlı Sultanları yabancı pasaportlarını kullanarak Türkiye’yi ziyaret etmeye başlamışlardır. Halife’nin kızı Dürrüşehvar Sultan, Beşinci Murad’ın torunu Nilüfer Sultan, Vahdettin’in torunu Neslişah Sultan da yabancı prensesler ile evli olduklarından Türkiye’yi ziyaret edebilmişlerdir. Saltanat ailesi üyeleri, Cumhuriyetin Türkiye’nin kalıcı yönetim şekli olduğunu ve saltanatın geri getirilmeyeceğini kabul etmişler ama bir yandan da sürgünde vatan hasreti nedeniyle de çok zorluklar çekmişlerdir.
Başında “Bu eser, gerçek olaylardan esinlenilmiş, kurgu bir romandır,” diye belirtmişsiniz. Gerçeğimiz ne kadar gerçek kurgumuz ne kadar kurgu?
- Sultanla Son Dans’ı yazarken İstanbul’da doğan ve küçük yaşta ailesi ile sürgüne çıkan, gerçek ve yaşamış bir şehzadenin yaşamından esinlendim. Şehzadenin annesi ve babası ile ilgili bilgilerin büyük çoğunluğu gerçek. Şehzade, ikinci Dünya Savaşının başında Amerika’ya geliyor ve gerçekten de Amerikan Ordusuna katılıyor. Kitabın diğer kahramanlarından olan ve New York’u yöneten İtalyan mafyasının babası Şanslı Luciano gerçek bir karakter ve savaşın gidişinde kitapta da belirttiğim gibi önemli bir rol oynuyor. Sofia ise tamamen kurgu bir karakterdir, Şehzade Cem ile Sofia’nın aşkı, savaş sırasında ve sonrasında yaşanan olaylar, burada fazla ipucu vermek istemiyorum, kurgu hikâyenin parçasıdır.
“3 Mart 1924 tarihinde hilafetin kaldırılması ve Osmanlı hanedan üyelerinin bir daha dönmemek üzere Türkiye’den sürgün edilmesi kararı almıştır. Ülkeden ayrılan Osmanlı hanedan üyeleri, farklı ülkelerde hayat yolculuklarına devam ettiler,” diye başlıyor roman. Şehzade Cem’in gerek savaş gerekse aşk hikâyesini odağınıza aldığınız bu romandaki aşkın içinde Cem’i nasıl tanımlarsınız? O nasıl bir karakter?
- Esinlendiğim gerçek Şehzade’nin savaşçı ruhlu ve cesur olduğunu düşünüyorum, aksi takdirde savaşa yollanmak üzere Amerikan Ordusuna girmezdi. Ben kendisi ile yapılmış birkaç röportajı dinledim, zeki ve başarılı bir asker olduğu belliydi. Ancak elbette duygusal karakteri hakkında bir bilgim yok. Benim romanımda yarattığım ‘Cem’ karakterine gelince, cesur, ve dürüst bir genç erkek. Ama duygusal olarak, ruhunda büyük fırtınalar kopuyor, kendisiyle büyük bir savaş veriyor ve yaşadığı ikilemler onun Sofia ile aşkını özgürce yaşamasına engel oluyor. Sürgünde yaşayan ama sürgünde olmayı bir türlü kabullenemeyen, bir yandan Osmanlı olmaktan çok gurur duyan ama öte yandan zayıf ve korkak bir babanın oğlu olmaktan ölesiye utanan bir şehzade.
Hem Osmanlı’nın geçmişteki büyük başarıları ile övünüyor hem de uzaktan izlediği yeni Türkiye Cumhuriyeti ile gurur duyuyor. Yaşadığı ikilemler, Sofia ile istediği gibi bir ilişki yaşamasına engel oluyor. Kendini, gerçekte kim olduğunu bulmak uğruna zorlu bir yola çıkıyor. Ancak çıktığı yolda, dünyanın neresine giderse gitsin yüreğindeki acıdan kurtulamayacağını anlıyor. Sofia’ya duyduğu aşk onu dünyanın değişik yerlerinde, zor savaş şartlarına dayanmasına ve yıkılmamasına yardımcı oluyor.
Romanda da anlattığınız gibi, New York’ta kulüpler, restoranlar hep İtalyan mafyasının elinde, tabii Alman casuslar da buralarda fink atıyor. Oysa o yıllarda savaş henüz New York’a ulaşmamış bile. Bu halde dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan savaşın etkisinin bütün dünyaya yayılmasına örnek oluyor diyebilir miyiz?
- Amerika’nın İkinci Dünya Savaşına resmen katılması Japonya’nın Amerika’ya Pearl Harbor limanında saldırması ile oldu. Ancak bu saldırıdan önce, Amerika zaten İngiltere, Rusya ve Avrupa’daki müttefiklerine Nazi Almanya’sına karşı destek veriyordu, pozisyonu belliydi. Alman denizaltıları Atlantik okyanusunda Amerikan gemilerine saldırıyor, hatta New York kıyılarına kadar yaklaşıyorlardı. Alman casusları Amerika’ya altyapıyı yıkacak sabotajlar düzenlemek amacıyla New York’a yollanıyordu. İkinci Dünya Savaşı en başından beri sadece orta Avrupa’yı meşgul eden bir savaş olmadı, tüm dünyayı içine çeken hem askeri, hem politik ve tabii ekonomik bir savaş oldu.
Şimdi bunu konuştuktan sonra şöyle bir soru sormak istedim: Tarihi roman yazmanın sorumluluğunu hissediyor musunuz? Araştırma süreciniz ve sonrası nasıl geçiyor?
- Tarihi roman yazmanın üzerime büyük sorumluluk yüklediği doğru. Tarihi romanda her ne kadar yarattığım karakterler ve işlediğim olaylar, yaşanan aşklar kurgu da olsa, tarihi gerçeklere bağlı kalmak, olayları tarihsel akışını doğru ve eksiksiz yansıtmak gerekiyor çünkü tarihsel gerçekleri değiştirmeniz mümkün değil. Bu nedenle hikayemi yazmaya başlamadan, öncelikle olayın geçeceği dönemi iyice anlayıp incelemem gerekiyor.
Araştırmalarımı yapıyorum, o dönem ve mekân ile ilgili öğrenebileceğim her detaya ulaşmaya çalışıyorum. Dönemin politik gündemini iyi anlamaya çalışıyorum, arşivlerden gazete yazıları okuyorum, giyim modası inceliyorum, o zaman mevcut hangi mağazaların, restoranların olduğunu bulup yemek menülerine ulaşıyorum. Gerek görürsem hikâyenin geçtiği yılın tüm uçak, gemi, tren seferlerinin inceliyorum. Yani kısaca bir yazar olarak kendimi romanın geçtiği döneme yerleştiriyorum ve tarihin sayfalarında kaybolurken karşıma çıkan her detayı bir dantel gibi işleyip romanımla bütünleştiriyorum.
Şöyle bir alıntı yapmak istiyorum: “Bir başka eksiğim daha vardı... O da soyadım! Okulda soyadı olmayan bir tek ben vardım.” Şehzadelerin vatansızlığı anlaşılır bir şey de soy isimlerinin olmaması ilginç doğrusu. Bu konuyu açıklar mısınız?
- Burada iki önemli nokta var. Türkiye’de soyadı kanunu zaten 1934 de çıktı, ondan önce Türkiye’de kimsenin soyadı yoktu, doğal olarak Hanedan ailesinin de soyadı olmamıştı. Buna ek olarak, Osmanlı hanedan üyelerinin zaten soyadı kullanmalarına gerek de olmamıştı zira isimlerinin sonuna Sultan, Efendi, Hazretleri ekleniyordu. Hanedan ailesi sürgüne çıkınca, erkeklere ekselansları denmeye başlandı. Dolayısı ile hikayemizde Cem Amerika’da yaşarken, kendisine Cem ekselansları deniyordu ama bu elbette bu bir soyadı değildi ve bu durum modern dünyada Cem için büyük bir sorun teşkil ediyordu.
New York’ta Cem, aşkı Sofia’dan ayrılırken, “Sana evlilik teklif ederek ‘Bekle beni, savaş bitince evlenelim,’ diyemem. Bu tür büyük sözler verip ardından planlar yapmayacak kadar çok şeyler yaşadım ve hayatın planladığın gibi gitmeyebileceğini küçük yaşta öğrendim” diyor. Cephede geçen iki yıldan sonra Paris’e döndüğünde, yıllar sonra bulduğu ablasının oyunuyla karşılaşıyor. Sizce burada tecrübeli Cem nasıl yanılıyor? Bu aşkın karanlık yüzünün bir yansıması mı?
- Kimse aslında tamamen masum veya tamamen suçlu değildir, bazen buz dağının tepesine bakmak yetmez, derinine de inmek gerekir. Ben romanda bunu işlemeye çalıştım. Cem’in ablasını yargılarken olaylara bir de onun gözüyle bakmak gerekir. Gerçekten kardeşine oyun mu oynuyor, yoksa yüzyıllar boyunca hanedan ailelerinde artık kurallaşmış bir geleneği yerine getirip kardeşi adına en doğru kararı mı almaya çalışıyor? Hanedan ailesi kendisi hakkında da benzer bir karar almış mıydı? Onu böyle davranmaya iten nedenler neler, bunlara bakmak gerekiyor. Peki Cem daha farklı davranabilir miydi, olayların akışını değiştirebilir miydi? Sanmıyorum. Çok zorlu geçen uzun bir dünya savaşının sonunda, artık kimsenin olayları çok net olarak yorumlayamadığını, iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın birbirine karıştığı bir ortamda Cem’in yanılmasını doğal karşılıyorum. Herkes kendine göre biraz haklı, biraz haksız. Yaşamda ikilemlerimiz her zaman vardır.
Yine bir alıntı üzerinden soru sormak istiyorum. Alıntım şu: “İlk tanıştıkları günden beri Vinny ile ilgili hissettiği o rahatsız edici garip duygu, çekici gülümsemesinin altında farklı bir kişiliğinin olduğuna dair içini kemiren şüphe doğru çıkmıştı! Vinny içindeki çirkinliği, kötülüğü bugüne kadar gizlemek için çaba harcamış ama yüzüne taktığı sahte maskesini sonunda çıkarmıştı.” Bu bölümü anlatırken evlilik kurumunu da sorguladığınızı düşündüm nedense. Siz ne söylemek istersiniz?
- Evlilik kurumunu değil ama belli menfaatlere dayanarak yapılmış evlilikleri sorguladım demek doğru olur. Ailelerin zorlaması ile, belli menfaatlerin korunması veya edinilmesi, taraflara güç katılması amacıyla ayarlanmış, çiftlerin birbiri ile anlaşması, uyumu göz önüne alınmamış her evlilikte çiftlerin mutsuz olması doğaldır.
Bazı durumlarda çiftlerden biri romanda olduğu gibi maskesini bir süre sonra çıkarır ve görmekten korktuğumuz çirkin yüzü ortaya çıkar. Romanda aslında başka zorlama ilişkilerden de bahsediyorum. Hanedan ailesinin Sultanlarının, oldukça yüksek başlık paraları ve aylık ödemeler karşılığı Hindistan’a gelin verildiği konusu da var. Burada da Osmanlı Sultanlarının yüzyıllar boyu politik ve maddi menfaatlere alet edilmelerinin bir örneğini vermeye çalıştım.
Almanların Fransa’dan çekilmesi sonrasında Cem’in Sofia ile zorlukla gerçekleşen buluşmasını anlatıyorsunuz. O bölümleri yazarken neler hissettiniz, merak ediyorum.
- Karakterlerimin duygularını yazarken, kendimi adeta bir oyuncu gibi onların yerine koymaya çalışırım. Sofia’yı yazarken kalbi kırılmış, aşkını bulmak için dünyanın öbür ucuna gitmeye karar vermiş ve büyük zorluklar çekmiş genç bir kadının rolüne büründüm. Zor bir evlilik yaşamış, savaş ortasında uzun ve yorucu bir bilinmeze çıkan kalbi kırık Sofia gibi düşünmeye, hissetmeye çalıştım. Onun bitkin, kırgın, yorgun halini ama bir o kadar da yenilmez azmini kalbimde hissettim.
Cem’i yazarken ise saltanatını, ülkesini ve kendi yolunu kaybetmiş, zorlu bir savaş sonunda, yorgun düşmüş ama hala kalp yarası geçmemiş bir erkeğin duygularını hissetmeye çalıştım. Bir yandan savaşın bitmesinin getirdiği rahatlamayı hissederken aldığı haberle kahrolan ve gerçeklerle yüzleşmeye çalışan bir aşığın duygularını yansıttım.
Çağla Hanım, kitabınıza sadece tarih ya da sadece aşk romanı demek haksızlık olur gibi geliyor. Siz yazdığınız türü nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Tarihi bir dönemde geçen bir aşk hikayesini işlerken, okuyucuya tarihle ilgili biraz da farklı bilgiler aktarmayı seviyorum. Kitaplarımla ilgili araştırmalar yaparken, bir yazar olarak ben de sürekli yeni şeyler öğreniyorum. Daha önce bilmediğim, ilginç detaylar karşıma çıkıyor ve bunları olay kurgusuna işliyorum. Çünkü her tarihi kitaptan öğreneceklerimiz var, konusu aşk bile olsa. Tabii biraz politika, biraz macera, biraz aile ilişkileri, şehvet ve ihanet ve cinayet de girince hikâyenin içine, yazdığım türü sanırım ‘Hayat’ olabilir Hayat da aynı bu hikayeler gibi acı ve tatlı anların bütünüdür.
Bir sonraki romanınızı yazmaya başladınız mı, bizi neler bekliyor?
- Bir sonraki romanım oldukça iddialı olacak. Yaşanmış gerçek bir yaşam öyküsünden ilham aldığım muhteşem bir hikâye üzerinde çalışıyorum. Yakın Türkiye tarihini, aile ve arkadaşlık ilişkileri, aşk ve elbette ihaneti yine birlikte işliyorum. Ama bundan fazla ipucunu henüz veremiyorum.