Aslı Aydıntaşbaş: Türkiye'de gazetecilik madencilik gibi!
Akif Beki ile nasıl başladı, nasıl bitti? Milliyet'i neden tercih etti? Cumhurbaşkanı adayı kim? Aslı Aydıntaşbaş Medyatava'dan Eylem Yılmaz'ın sorularını yanıtladı.
Milliyet gazetesi yazarı Aslı Aydıntaşbaş'la, Türkiye'de yaşanan siyasi gerilimi, bunun medyada yarattığı kutuplaşmayı, burada kadın bir gazeteci olarak var olmanın zorluklarını, CNN Türk'te Akif Beki ile yaptığı programını, bu programın yoruculuğunu, Deniz Ülke Arıboğan'ın Türkiye'ye yakışabilecek bir Cumhurbaşkanı olacağına kadar birçok şeyi konuştuk.
CNN Türk’le başlamak istiyorum. Akif Beki ile bir programınız oldu. İkiniz de birbirinize politik olarak çok zıt bir konumdasınız. Birlikte program yapma fikri nasıl doğdu? Teklif kimden geldi?
Akif’in fikriydi ve birbirimizi uzun süredir tanıyoruz. Açıkçası bu kadar çok kavga edeceğimizi başında öngöremedik. Yorucu oldu, zor oldu ama aynı zamanda da keyifli oldu.
Sonra neden bitti?
Akif’e CNN Türk’ten başka bir program teklifi geldi. İkisini bir arada götürmek zor olacaktı. Hem Cuma günü bir program, hem de her sabah bizim programımızı yapmak çok zor bir mesai olacaktı. O nedenle Cuma akşamları yaptığı programı tercih etti. Böylece ben de sürekli konuk almaya başladım.
Siz sonra çok farklı konuklar aldınız. Star gazetesinden, Türkiye gazetesinden, Zaman gazetesinden birbirinden farklı isimleri konuk ettiniz…
Evet, Karşı Gündem olduğu için program, tartışabileceğim konuklar seçtim. Fehmi Koru da geldi. Bu insanları çoğu beni kırmadılar. Her kanala çıkmıyorlar ve tartışma programlarından da çekiniyorlar. Mesela Mustafa Karaalioğlu, Kanal 24 dışında pek fazla programlara çıkmıyor. Kaliteli bir tartışma olacağına ve başlarının etini yemeyeceğime söz vermiştim. İnsanlar meseleleri daha temelden konuşmak ve tartışmak istiyor. Ben de birçok kişinin gelmesine şaşırdım. Yıldıray iki kere geldi, Oral Çalışlar geldi yani neredeyse davet ettiğim ve gelmeyen insan olmadı.
Peki, neden sürekli sabit biriyle programa devam etmediniz? Mesela programa çağırdığınız konuklarınızdan biriyle devam etmek istediniz mi?
Program neden bitti?
Şöyle oldu, bir seçim yapmak durumda kaldım. Milliyet’teki görevlerim ve CNN Türk’teki işlerim de çok ağırdı. Yerel seçimler sonrasında gazeteye ve köşe yazarlığına dönmek istedim. CNN Türk’te hafta 5 gün bazen 4 gün program yapıyordum. Bu başlı başına bir işti ve ağırdı. Bu nedenle gazeteye çok adapte olamıyordum.
Medyaya televizyon ve gazete arasında bir seçim yapmak zorunda olduğunuza yönelik haberler yansıdı. Aynı zamanda Kadri Gürsel ve Nagehan Alçı’dan da aynı seçimi yapmalarının istediğine, bir tebliğ gönderildiğine yönelik haberler oldu ama bir şey çıkmadı. Fakat sizin programınız bitti, Kadri Gürsel ve Nagehan Alçı ise CNN Türk’teki programlarına devam ediyor, bir tek siz ayrıldınız. Bu neden böyle oldu? Neden sadece siz ayrıldınız?
Gazeteyle alınmış ortak bir karardı. Gazetede kendi açısından, kendi elemanlarının bu kadar yüksek görünürlüğünün olduğu bir yerde olmasının çekincesini taşıyordu. Benim gönlüm yazılı basından, gazeteden yana oldu. Kadri ve Nagehan Alçı’nın durumuyla ilgili bir bilgim yok. Ben de dedikoduları okudum ama herhangi bir malumat sahibi değilim.
“İKTİDAR MEDYASININ KARİKATÜRİZE EDECEĞİ BİRİ OLMAK İSTEMEDİM”
Televizyon daha kitlesel bir araç, daha fazla insana ulaşılabiliyor. Gazeteye göre daha etkili. Neden gazeteyi seçtiniz?
Programın çok etkisi vardı. Ankara’ya gittiğimde bütün siyasetçiler, bakanlar, iktidar olsun, muhalefet olsun hepsi seyrettiğini ifade ediyordu. Programda ettiğiniz bir cümlenin orada bir etkisi oluyordu. Bu doğru. Diğer yandan televizyon çok yıpratıcı oluyor. Televizyondaki siyaset, tartışma ortamı Hacivat-Karagöz tartışmasına dönüşmüş durumda. Bir ringe çıkıyorsunuz ve sizden çok şey götürüyor. Her gün böyle yaşamak, tartışmak insanı bir süre sonra aptallaştırıyor. Şunu demek istiyorum, bir seviyeden gittikçe daha çok düştüğünü hissediyorsun. Her gün laf yetiştirmekle uğraşıyorsun ama laf yetiştirmek zorunda kaldığın durumlar gerçekten incir çekirdeğini doldurmayacak konular. Şimdi ben televizyonda olsam Başbakan’ın danışmanının bir vatandaşa tekme atmasının ne kadar dehşet, korkunç, antidemokratik bir şey olduğunu günler, geceler anlatmak zorunda kalacaktım. Bunun anlatılacak bir şeyi yok. Türkiye’de demokrasi açığı günden güne büyüyor ve bunu gün be gün anlatmak bile bir noktadan sonra zül gelmeye başlıyor. Başbakan’ın danışmanı bir vatandaşa tekme atamaz, demokrasilerde bunun hesabı sorulur, hesap verilir bunu anlatmak için çırpınmak Türkiye’de artık anlamsızlaştı. Gezi sürecinde olsun, 17 Aralık yolsuzluk sürecinde olsun kendimi sansürlemeden bütün eksikleri söyledim ve sonucunda artık televizyonun karikatürize bir varlığı olmak istemedim. İktidar medyasının, bu da işte muhalif bir karakter olarak sunabileceği bir karakter olmak istemedim.
“PROTESTOLARIN SOKAĞA AKMIŞ OLMASI MEDYAYI BASKI ALTINA ALMASINDANDIR”
Ama televizyonda muhalif seslerin çok az olduğu bir dönem içinde yaşıyoruz. Sizin tutumunuzu seven, dinlemek isteyen de birçok insan var.
Evet, sokaklarda insanlar, nefes alabiliyorduk, neden bıraktın diye boynuma sarılıyorlar. Medyanın, bu şekilde çok az muhalif sese izin veren, çok az gerçek tartışmaya imkân veren bu medya düzeninin çok fazla sürdürülebilir olduğunu da düşünmüyorum. Bu işler değişecek, bu alan genişleyecek. Tek program, iki, üç program olmayacak. Gittikçe insanların seslerini daha fazla duyurabileceği programlar oluşacak ve oluşturacağız bunları, bundan eminim. Medyadaki bu tek seslilik ilelebet sürmeyecek.
Nasıl olacak bu?
Bence, bizim hiç tahmin etmediğimiz yerlerden değişik sesler çıkacak. İnternet siteleri, bloglar, Twitter gibi ki Twitter bile, başlı başına muhalif düşünen insanların seslerini dile getirebildiği bir alan haline dönüştü ve engellenemez, kısıtlanamaz bir şeye dönüştü. İşin doğası itibariyle su yatağını bulur. Yeni televizyon kanalları çıkacak, yeni sesler çıkacak, yeni gazeteler çıkacak ve bunlar oluyor da zaten. Buna inancım sarsılmadı. Ne kadar bastırsanız da, ne kadar köşe yazarlarını attırtmaya çalışsanız da, ne kadar insanları televizyonlardan sürmeye çalışsanız da, televizyonlar da kara listeler oluştursanız bile itirazlar duymak isteyen vatandaşa ulaşıyor. Türkiye’yi demir perde ülkesi gibi yönetmek 2014 yılında, bu teknolojiyle mümkün değil nitekim de bunu görüyoruz. İktidar kaliteli bir muhalefete, medyanın özgür olmasına izin verseydi sokaklarda bu kadar protesto olmazdı. Protestonun, itirazın sokağa bu kadar çok inmiş olmasının bir nedeni de medyayı bu kadar bastırmış olmasıdır. Dediğim gibi bu sürdürülemez, kendi ayağına kurşun sıkan, dünyaya rezil olan bir iktidar var, varsınlar yapsınlar ama tarih doğruları yazacak. Soma’da, 17 Aralık’ta çıkan muhalif sesleri 12 Eylül’ün yasaklarıyla susturmaya çalışıyor ama susturamayacak.
“ALO FATİH BAŞARILI OLSAYDI HÜSNÜ MÜBAREK HALA İKTİDARDA OLURDU”
Yeni televizyonlar, yeni alanlar oluşacak dediniz. Mesela Artı 1 TV kuruldu ama yine son zamanda orada istifalar yaşandı. Eskiden çok ortada olan birçok gazeteci bugün yok. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Artı 1’in hikâyesini çok bilmiyorum. Arkadaşlarım vardı orada ayrıldılar. Tam sorun neydi, ne oldu bilemiyorum. Televizyon çok para gerektiren bir alan ve zordur.
Ben Artı 1’i örnek olarak verdim. Sizin dediğiniz gibi yeni alanlar, yeni televizyonlar oluşacak ifadeniz nedeniyle verdiğim bir örnek. Böyle bir oluşum vardı ama istifalarla neticelendi…
17 Aralık yolsuzluk soruşturması süresinde bir sürü tape yayınlandı. Türkiye’nin gündemini yayınlanan tapeler oluşturdu. Onlardan biri de Erdoğan Demirören ile Başbakan arasında geçtiği iddia edilen bir konuşmanın kaydıydı. Bu kaydı dinlediğiniz de ne hissettiniz?
Ben bu soruya cevap veremem çünkü çalıştığım müessesenin iç işleriyle ilgili ya da patronuyla ilgili bir telefon dinlemesiyle ilgili yorum yapmam çok uygun olmayacak.
“TÜRKİYE EL KAİDE’NİN REHİNESİ”
Türkiye’nin gündemi çok hızlı değişiyor. Bir sürü gazetecinin eskiden olduğundan bugün daha farklı bir tutumda olduğu bir dönem yaşıyoruz. Örneğin sizin de Suriye ile ilgili düşüncelerinizde de bir değişim oldu. Neden değişti fikriniz?
Evet, ben Suriye tutumumdan bir değişim yaşadım bu doğru. Suriye meselesinde ilk anda Beşar Esad yönetime olan isyan çok haklı geldi. Bu nedenle bir diktatöre karşı Suriye’de yaşanan halk isyanın desteklenmesi gerektiğini düşündüm. Ancak sonra isyanın mahiyeti değişti ve isyancılar da kendi içlerinde bir güç haline geldiler. Masumane olan halk ayaklanmasının bir El Kaide yapılanmasına dönüşmüş olması kabul edilebilir bir şey değil. Bu masum bir halk isyanından çıktı, vahşet dengesi üzerine kurulu bir iç savaşa dönüştü. Rejimin kendisini kesinlikle tasvip etmiyorum ama buna karşı mücadeleyi halka da zülüm ederek yürüten El Kaide ve El Kaide türevi grupları da tasvip etmiyorum. Türkiye’nin sınırı Peşaver’e dönüştü. Korkutucu bir durum.
Türkiye’nin El Kaide ile ilişkisi olduğu iddiaları hakkına ne düşüyorsunuz? Doğru olabilir mi?
Türkiye’nin doğrudan El Kaide’ye yardım ettiğini düşünmüyorum. Başka gruplara, kimi zaman radikal gruplara yardım ediyor. Türkiye’nin El Kaide tehlikesini zamanında göremediğini, buna göz yumduğunu ve şu noktadan sonra artık El Kaide tarafından rehine alınmış bir durumda olduğunu düşünüyorum. Buradaki tek kabahat sadece Türkiye’de de değil. Amerika’nın fikir değiştirmesi önce Esad’ı devirmek için muhaliflere gaz vermesi ardından bu muhalifler de çok İslamcı çıktı diyerek tavır değiştirmesi de asıl sebeplerden biridir. Türkiye de Suriye’yi doğru okuyamadı, kendi gücünü abarttı.
Peki, sizin Suriye tutumunuzdaki bu değişim de eleştirildi ve genellikle gazetecilerin fikri değişimleri olduğu zaman çok tepki çekiyor. Sonuçta, somut durumun somut tahlili diye bir şey var ama fikri değişimler genellikle tepki çekiyor bu eleştirilerin muhatabı da gazeteciler oluyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Gazetecilerin her hangi bir tutum değişiminin ardından eleştirilerin hedef noktası olması normal mi?
Türkiye’de herkes çok kızgın, bu anlaşılabilir durumdur. Kamuoyu önünde bir iş yapıyorsanız çok da ince derili olma lüksünüz yok. İnsanların eleştirilerini de kabul etmek, dinlemek ve duymak zorundasınız. Suriye meselesinde çok ağır laflar işittim. Daha iki gün önce beni tutuklu gazeteciler konusunda alkışlayanlar en ağır lafları kaleme aldı. Ben eleştiriden gocunmuyorum. Fikirler değişebilir, durumda değişiyor. Az önce dediğim gibi, Suriye’de ilk başta masum başlayan isyan da sonra değişti.
“DİKTATÖR DEĞİL TEK ADAM REJİMİ”
Siz daha önce Erdoğan’a diktatör denmesini de fazla buluyordunuz. Hatta Ertuğrul Özkök’le böyle bir tartışmanız da olmuştu. Şimdi Gezi olayları, Berkin Elvan’ın annesinin meydanlar da yuhalatıldığı, medyadaki baskısı, tapelerle ortaya çıkan ‘Alo Fatih’ diye hepimizin aklına yerleşen müdahalesi, Soma faciasında, müşavirinin vatandaşı tekmelemesi, kendisinin bir vatandaşı tokatlaması gibi birçok şey var. Erdoğan’a şimdi de diktatör denmesini fazla buluyor musunuz? Bu fikrinizde bir değişim oldu mu?
İsteyen istediğini desin. Benim açımdan demokrat olmadığı ve ülkede tam teşekküllü bir demokrasi olmadığı kesin. İktidar Türkiye’yi otoriter bir zihniyetle yönetmekten memnun. Tek adam rejimi lafını Cengiz Çandar kullanmış, bu lafı çok rahatlıkla kullanmak mümkün. Madencilik haklarından tutun da, kimin hangi gazetede yazacağına kadar, Yargıtay’ın hangi davasında ne karar çıkacağına kadar her şeye başbakan karar veriyorsa buranın artık bir demokrasi olmadığını yüksek sesle söylememiz lazım. Ertuğrul Bey’in diktatör lafına o zaman itiraz ettim çünkü bu bir nüans ve terminolojiyle ilgili bir şey.
Ne olursa birine diktatör denir peki?
Bilmiyorum. Bu tartışmayı Ertuğrul Bey’le de yaptık. Ama Hitler benzetmeleri filan abartılı ve işin vahametini de azımsatıyor. Diktatör lafını hala ağır buluyorum ama otoriter diyorum. Demokrat olmadığını söylüyorum, Türkiye’nin demokrasi çıtasının iyice düştüğünü söylüyorum ama terminoloji üzerinden polemik yapmak istemiyorum.
Başbakan Soma faciasının ardından yaptığı grup toplantısında sokağa çıkanları eleştirerek, “Benim milletim böyle durumlarda duasını eder, sessizce vakar duruşunu korur” dedi. Gezi’den beri sürekli bir ayırım yapıyor. Bu sefer çapulcu demedi ama sokağa çıkanlarla çıkmayanlar diye ayırmış oldu…
Başbakan toplumun bir bölümünü sürekli ötekileştirerek, bölerek, Türkiye’deki gerilimi kışkırtarak kendi siyasi pozisyonunu sağlamlaştırmak formülü üzerinde ilerliyor. Başbakan itiraz eden vatandaşlarına uygulanabilecek maksimum baskıyı ve maksimum nefret söylemini kullanarak kendi iktidarını perçinlemek peşinde. Soma faciası başından beri kötü yönetildi. Facianın baş sorumluluğu iktidardadır. O madenin iznini kim verdi? O maden neden bu kadar ucuz kömür üretebildi? O holdingin TÜRGEV’e veya siyasi partilere yapmış olduğu bağışlar var mı? Kimin seçim kampanyalarına bağışta bulundu? O maden nasıl denetlenmesi? O madeni neden Enerji Bakanı gidip örnek maden olarak anlattı, açılışlarına katıldı? Hükümette sorumluluk olduğu yüzde yüz, sistemin çarklarının dönmesini vatandaştan daha çok önemseyen, vatandaşı adeta görmeyen ama her konuşmasında milli irade diyen bir siyasi zihniyetin sonucu.
Sizin sivil darbe diye bir sözünüz var. Eskiden askerin silahla yaptığını şimdi iktidar aldığı oyla mı yapıyor diyorsunuz?
Biraz öyle. Demokrasinin en temel taşlarından biri yasama, yürütme, yargı bağımsızlığıdır. Şu anda yargının iktidarı denetlemesi gibi bir seçenek söz konusu değil. Şimdi bir savcının Enerji Bakanı’yla iktidara haber veremden ya da Başbakan’la ilgili bir soruşturma başlattığını düşünebiliyor musunuz? Mümkün değil. Anında sürülüyor o savcı. Demokrasinin olmazsa olmazı olan kuvvetler ayrılığı biz de yok.17 Aralık sürecinden bu yana yargının bu kadar tahakküm altına alınmış olması adeta bir sivil darbe görüntüsü veriyor. Hükümet yargıyı kontrol altına almış durumda ve bu başlı başına sorunlu bir durum.
“TÜRKİYE’DE GAZETECİLİK MADENCİLİK GİBİ”
Sizin yine bir darbe girişimi içinde olan örgüt olarak nitelendirilen Ergenekon davasına, Oda TV davasında hatta Soner Yalçın’la konuşmalarınız iddianameye girmişti. Tanık olarak dinlenmiştiniz. Size gelen bir Ergenekon belgesi de vardı. O süreçte de eleştirildiğiniz zamanlar oldu. O süreçte neler yaşadınız?
O belgeyi yazmıştım. Doğu Perinçek’e de vermiştim. O belge bana posta üzerinden gelmişti, Doğu Perinçek beni yazının ardından ziyaret etti. O belgeyi istedi, ben de belgeyi verdim. Bunları yazmıştım da ama savcılar o kadar yalapşap araştırıyorlardı ki, o yazıyı bile görmezden geldiler. O belge zaten internette de olan, Can Dündar’ın da, Fehmi Koru’nun da yazmış olduğu bir belgeydi. Ergenekon davasında hukuk hatalarının yanı sıra müthiş bir cahillikte söz konusudur. Ben tanık olarak dinlendiğimde de bunları anlattım, yazdım. Belki de savcılar o zaman belgeyi sadece Doğu Perinçek’in üzerine yıkmak istiyorlardı, bunun da tam öyle olmadığı ortaya çıktı.
Başbakan Ergenekon sürecini kendi siyasi iktidarını perçinlemek için, güçlendirmek için kullandı. Ergenekon’da kendi siyasi muhaliflerini de Ergenekon’a eklemleme çabaları vardı. Ergenekon’un içinde suçlu da var, suçsuz da var. Ama torba bir dava halinde her şeyi onun içine atmak yanlıştı. Bunu en iyi bilen insanlardan biri de bence Tayyip Erdoğan’dır. Çünkü o süreçte soruşturmayı yürüten polis ve emniyet müdürleriyle çok yakın çalıştı. Ergenekon’u kendi işine yaradığında kullandı, bugün de işine yaramadığı için kumpas diyebiliyor.
Sizin çok ciddi bir eğitiminiz ve Washington temsilciliğiniz var. Türkiye’de tüm bu yaşananları Washington tecrübenizle, oradaki habercilikle karşılaştırdığınızda Türkiye medyası nasıl görünüyor?
Türkiye basınının standartlarıyla yabancı basının arasında maalesef çok büyük farklar var. Maalesef ki fark, Türkiye siyasetiyle başka ülkelerdeki siyaset arasındaki farktan kaynaklanıyor. Bunun sebebinin medyada çalışan insanların olduğunu düşünmüyorum. Bu farkın sebebi medya sahiplerinin insanlara yatırım yapmıyor oluşudur. Gittikçe kademeli olarak, aynı madenlerdeki gibi bir durum var. Habercilik çok geriye itilmiş bir vaziyette. Örneğin, bazı olan biten şeyleri medyadaki herkes biliyor ama yazmıyorlar. Bu tabi Batı medyasının gözünden bakınca, Türkiye’deki medya ortamı çok amatörce gözüküyor. Biz de çok iyi gazeteciler var, çok iyi editörler var ama maalesef insanlar çok seri üretime zorlanıyorlar. En önemlisi haber, gazeteciliğin en önemli unsuru haber çok geri plana itilmiş vaziyette.
Siz Washington muhabirliği yaptınız, o döneminizi özlüyor musunuz?
Ben Ankara’da muhabirlik yaptığım, temsilcilik yaptığım dönemde çok verimli olduğumu düşünüyorum. Yurt dışında muhabirlik yaptığım dönemimi özlüyorum. Habercilik, sokakta olmak özlediğim bir şey, bu yüzden de bundan sonra ki aşamada daha çok sokakta olmak, daha fazla habercilik yapmak niyetindeyim.
Böyle bir program yapma gibi bir projeniz var mı yoksa gazeteden mi devam edeceksiniz?
Şu an için gazete istiyorum. Gazeteciliğin özü aslında gazete demektir. İyi habercilik kendisini her yerde gösteriyor.
Türkiye’deki medyaya bakınca başka bir mesleği seçseydim dediğiniz oldu mu hiç?
Hiç olmadı, olmuyor. Başka bir şey yapmak istemezdim.
Peki, Türkiye’de en çok beğendiniz kadın gazeteciler kim? 5 isim sayabilir misiniz?
Ezgi Başaran’ı çok başarılı buluyorum. Nevşin Mengü’yü CNN Türk’te çok başarılı buluyorum. Şirin Payzın ahbabımdır o da çok başarılıdır. Muhabirlere çok dikkat ediyorum. İsim isim saymam zor ama çok başarı genç, daha adı sanı çok duyulmamış, başarılı muhabirler var. Nuray Mert’in yazıları çok vurucu ve ağırlığı olan yazılar.
Bir isim daha kaldı…
Kadın deyince kilitledin beni… (gülüyor)
Bunu şunun için soruyorum, bir ara hem sizin gazetenizden Mehveş Evin yazmıştı, sonra Ezgi Başaran da yazdı. Bıyıklı adamlar medyası diye… Medyada daha çok erkeklerin egemen olması, kadınların daha az yer bulması gibi bir sorun var diye. Mesela kadın yayın yönetmeni bile çok az bir Taraf’ta Neşe Düzel var bir de BirGün’de Ece Temelkuran var. Bu bir sorun değil mi?
Mehveş Evin’i de çok başarılı buluyorum. İstediğin beş isimi tamamladım. (gülüyor) Evet, bu doğru, bir sorun ama aslında medyada kadın çok var. Editörler ve muhabirler açısından söylüyorum. Kadın bakışı evet çok önemli ama ben kadınların medyada çok büyük engellerle karşı karşıya olduğunu düşünmüyorum. Medyada kadın var ama hırslı olmaktan korkuyorlar. Erkekler çok hırslı davranınca bir şey olmuyor ama kadınlar davranınca “aa çok hırslı kadın” diye yafta yiyorlar. Oysaki ben, genç kadın muhabirlere hep söylüyorum hırslı olmaktan korkmamak lazım. Kadınlar da talep kâr olmalı. Bir makamı istemeli. Ben burada köşe yazmak istiyorum, ben şu işe talibim gibi talepleri olmalı.
Ama az evvel, hırslı olduğu zaman yaftalanıyor dediniz. Bu bir sorun değil mi?
Bu bir sorun tabi. Türkiye’de de, dünyanın her yerinde de böyle bir sorun var ama diğer sektörlere kıyasla kadınlara yönelik ayrımcılığın daha az olduğunu düşünüyorum.
“CUMHURBAŞKANI ADAYIM DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN”
Son olarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerini konuşmak istiyorum. Sizce sonuç ne olacak? Nasıl bir seçim sürecinden geçeceğiz? Adayınız var mı?
Adayım var. Bir kadın aday olsun istiyorum. Aklıma Deniz Ülke Arıboğan geliyor. Bence çok iyi olur ama onu hangi siyasi parti aday göstermeye cesaret edebilir bilemiyorum. Deniz Hanım da akademik dünyayı bırakır mı emin değilim ama Türkiye’ye çok yakışır. Gerçekten güzel ve zeki bir kadın. Kariyerden, temsilden, iddiadan korkmayan bir kadın haliyle bence ideal bir cumhurbaşkanı olurdu ama maalesef ki, şu anda Tayyip Erdoğan’a karşı çok ciddi alternatifler tartışılmıyor. CHP’nin bu süreci daha yaratıcı yürütebilmesi gerekirdi. Aynı belediye seçimlerindeki gibi çok geç topa girdi. AK Parti’nin adayının kim olduğu belli ama karşında Erdoğan’ın her hangi bir isim daha çıkarılmadı.
Bir çatı aday olması tartışılıyor...
Bunun başarılı olacağını zannetmiyorum.
Neden?
Birinci tur için ortak aday üzerinde bir konsensüs olacağını sanmıyorum. Göreceğiz ama bana göre muhalefet zaten geç kaldı. Cumhurbaşkanı adayının çok önceden hazır olması lazımdı.
Erdoğan alır mı diyorsunuz?
İkinci tur da kazanır diyorum.
Ekşi Sözlük’ü takip ediyor musunuz? Sizi çok eleştiren de var, eleştirilere karşı sizi canhıraş savunanlar da var. Bakıyor musunuz oradaki tartışmalara?
Burada kadın olmak soruna dönersek, kadınların çok keskin fikirlerinin olması insanları zorlayabiliyor, şaşırtabiliyor ve rahatsız da edebiliyor. Kadınlara yönelik eleştiriler çok acımasızca da olabiliyor. Bana sen git evlen yazanlar var, git evde bulaşık yıka diye yazanlar da var, ama dediğim gibi, kamuoyu önünde insanlar o kadar kırıcı ki, mesela geçenler de çok sevdiğim bir Amerikalı aktris Twitter’dan “Twitter’a katlanabilecek kadar kalın derili değilim” diyerek çıktı. Biraz kalın derili olmak gerekiyor. Eleştiriler biraz sert, acımasızca yapılıyor ama bu da yaptığımız işin tuzu biberidir. Ben bunlardan çok etkilenmiyorum. Olumlu lafları da severek kabul ediyorum.
Eylem YILMAZ
eylemyilmaz83@gmail.com