Albüm filminin başrol oyuncusu Murat Kılıç, Medyatava'ya konuştu!

Cannes'tan ödülle dönen ve 4 Kasım'da vizyona giren 'Albüm' filminin başrol oyuncularından Murat Kılıç, Medyatava'dan Canan Kaya'nın sorularını yanıtladı.





Sinema sektörü bu yıl siyasi çalkantılar, patlamalar, operasyonlar, darbe girişimi ve ardından hayatımıza giren OHAL döneminin gölgesinde kendine yer edinmeye çalışan zorlu bir yıl geçirdi. Yine de tüm bu gerginliğin ortasında beyazperdede çok değerli yapımları görme şansını da bulabildik. Seneye bu şansı yakalayabilir miyiz bilinmez ama bu filmlerin en ilgi çekici olanlarından biri de genç Yönetmen Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk uzun metrajlı filmi “Albüm”dü…



Murat Kılıç ve Şebnem Bozoklu’nun başrolünü paylaştığı film, çocuğu olmadığı için evlat edinmeye karar veren ve bu süreci yakın çevresinden gizlemeye çalışan bir ailenin dramını mizahi bir dille anlatıyor.



Sosyolojik açıdan pek çok öğeyi bir arada barındıran film, dünya prömiyerini gerçekleştirdiği 69. Cannes Film Festivali’nden “Yılın En Yenilikçi Yönetmeni” ödülüyle döndü. Aynı zamanda bu yıl 23’ncüsü gerçekleştirilen Uluslararası Adana Film Festivali’nde de “En iyi Yönetmen” ve “En iyi Senaryo” ödüllerini toplayan Albüm, Kudüs ve Saraybosna Film Festivallerinde de ödüle layık görüldü.



4 Kasım’da Başka Sinema’da vizyona giren Albüm, bu yıl Antalya ve Adana film festivallerinin en çok konuşulan filmlerinden biriydi. Fransa, Almanya ve Türkiye ortak yapımı olan filmin ‘Türkiye’yi kötülemeye çalıştığını’ söyleyenler de oldu, genç bir yönetmenin sinemaya kazandırdığı yenilikçi bakış açısını konuşanlar da… Bu tartışmalar hâlâ tazeliğini korurken, filmin başrol oyuncularından Murat Kılıç da Medyatava’ya konuştu. İşte, önümüzdeki günlerde Antakya’da yarışacak olan filmin senaryo aşamasından, Cannes, Adana, Antalya ve Başka Sinemaya’ya kadar uzanan yolculuğu…





Albüm 10 gün önce vizyona girdi. İlk tepkiler nasıldı?

 


Başka Sinema’ya giden izleyicilerin tepkisini bilmiyorum açıkçası. Filmin ön gösterimini ilk kez 2 Kasım’da yaptık ve halka açık bir gösterimdi. En azından oradaki izlenimlerimi aktarabilirim. Çok fazla insan olmamakla beraber 100-150 kişi vardı ön gösterimde. Tepkiler çok iyiydi. Filmin anlattığı konuları yermek adına değil de neden ve nasıl anlattığımız üzerine çok güzel sorular geldi. Bir de açıkçası insanlar soru sormaktan çekiniyorlar sanırım. O gösterimde bütün oyuncular oradaydık ve film sonrası bir soru-cevap oldu. Birisi ilk soruyu sorduktan sonra genelde açılır insanlar. Burada da öyle oldu. İnsanlar açılıp soru sormaya başladıktan sonra gayet güzel tepkiler aldık.

 

Ne gibi eleştirilerde bulundular?

 

Bizim filmimizin eleştirileri çok iki uçlu. Ya çok sevenler var, ya da nefret edenler…



Peki filmi sevenler neden seviyor, sevmeyenler neden sevmiyor?



Bir filmi izlerken yaşamınızı bir kenara bırakıp sinemaya gitmiyorsunuz.Yaşamınız ve

kafanızdaki her şeyle, duygularınızla, düşüncelerinizle ve sosyal bütün etkilerinizle beraber sinemaya gidiyorsunuz.Dolayısıyla gittiğinizde bir şeyi izlerken kendi değer yargılarınıza göre değerlendiriyorsunuz.Eğer bir sanat eserini değerlendireceksek tarafsız ve objektif bakış açısına sahip olmamız gerekiyor. Beğenenler, anlatım dilini, hikâyeyi ve “oyunculukları” beğeniyorlar.



"FİLMDE GERÇEKLİK BULUYORLAR"

 

Hikâyeyle ilgili ne gibi yorumlar yapıyorlar?


 

Türkiye’deki insanların içinde bulunduğu yargılamaları, önyargıları, bütün bu sosyal çevremizdeki o dışlama durumunu ya da günlük hayatımızı çok iyi ele aldığını söylüyorlar. Gerçeklik buluyorlar…





Bu gerçeklik durumuna filmden bir sahneyle örnek verebilir misiniz?



Örneğin çocuğunun yanında sigara içen anne gerçek bir tiplemedir. Buna itiraz edecek bir şey bulmak mümkün değil. Bugün her ortamda karşılaşabilirsiniz bu durumla. Seyirci bunu gördüğünde “aaa evet” diyor.



"BAZI KESİMLER FİLMİN TÜRKİYE'Yİ AŞAĞILADIĞINI SÖYLEDİ"

 

Peki ya filmi beğenmeyenlerin yorumları neler?

 

Biraz muhafazakâr kesim olmak üzere, filmin Türkiye’nin gerçeğini yansıtmadığını ve Türkiye’yi aşağıladığını söylüyorlar.



"HATTA 'FRANSA'DAN PARA MI ALDINIZ TÜRKİYE'Yİ KÖTÜLEMEK İÇİN' DEDİLER"

 

Hangi açıdan?

 

Bir kere filmi çok ukala buluyorlar. Çok üstten bir yerden konuştuğunu düşünüyorlar. Hatta “Fransa’dan para mı aldınız Türkiye’yi kötülemek için” gibi abuk sabuk eleştiriler bile geldi.

 

Başka ne gibi eleştiriler aldınız?

 

Film, çocuğu olmayan bir ailenin evlat edinerek ve bu işlemi gizli yaparak, sonrasında bu durumu saklamak için başka bir şehre gidip, orada sanki çocuğu kendileri doğurmuşcasına yaşama katılmaları ve hayatlarını orada geçirmeleri üzerine kurulu. Lakin bütün bu planları evlerine bir hırsız girmesi ve adamın karakola düşmesiyle beraber açığa çıkan bir sürece doğru gidiyor. Dolayısıyla bu çiftimiz de tüm bunların insanlar tarafından öğrenileceğini ve yine en başta kendilerine yöneltilen o yargıların ve daha da fazlasının yeniden başlayacağını düşünerek bir çözüm arama yoluna gidiyorlar. Aile, aynı zamanda zaman zaman çocuk esirgeme kurumuna gidip bebek bakıyor ve evlat edinmek istiyor.



Baktıkları bebeği beğenmeme hali olabilir insanlarda. Mesela bir sahnesinde şöyle bir konuşma var ve anne baba bebeğin başında konuşuyor: “Bu bize benzemiyor. Suriyeli gibi , Kürt gibi duruyor” diyor ve sonra çıkıyorlar. Burada verilmek istenen şey esasında ne Kürt ne de Suriyeli... Kendi dünyanızla bakarsanız, “aaa siz Kürtleri de Suriyelileri de yeriyor musunuz, onlar da insan değil mi” dersiniz.





"MEVZU, TOPLUMUN ÇOCUĞU OLMAYAN AİLELERE GENEL BAKIŞI"

 

Anlatılmak istenen şey ne peki?

 



Filmin derdi zaten bu bakış açısını dile getirmek. Çocuğu olmayan bir annenin sosyal hayatta çektiği sıkıntıları annenin dışında en yakını olan kocası bilir. Bu çok zor bir şey. Herkes acıyarak bakar bir kere çocuğu olmayan bir kadına. Eksik gözüyle bakılır… Öte yandan çocuğu olmayan bir baba zaten yarım demektir toplumun gözünde. “Neden çocuğu olmuyor, yetmiyor mu, erkekliğinde bir sorun mu var” gibi sorgulamalara maruz kalır ve bu o kadar üst boyutlara gidebilir ki kadına bile başka türlü bakabilirler. Şimdi bunu açık bir şekilde söylemezseniz ve filmi buradan okumazsanız, “aaa  böyle mi olaylar” dersiniz.



Mevzu, toplumun çocuğu olmayan ailelere genel bakışı ve içinde yaşadığımız bu sosyal durumlarla beraber, bürokrasinin insanlar üzerindeki etkileri ve bunlar hepimizin çektiği sıkıntılar. Bugün her yerde karşımıza çıkan en büyük engel bürokrasi değil mi? Levent Kırca’nın parodilerindeki gibi bir tane evrak alıyorsunuz oradan oraya, oradan oraya koşturuyorsunuz.



E-devlet şifremizin olması bizim her şeyimizin kolaylaştığı anlamına gelmiyor. Hala evraklarla uğraşıyoruz. Filmin amacı devlet dairelerinde çalışan insanların halini kötü göstermek değil ki… Örneğin ben tarih öğretmeniyim filmde ve okulda öğretmenler odasında herkesin deli gibi sigara içip bahis oynuyor olması hayal ürünü değil.



Filmde her şey gerçek yani…



Evet.



Muhafazakâr kesimden gelen eleştirileri konuşurken ufak da olsa bahsettiniz. Film, Fransa, Almanya ve Türkiye ortak yapımı. Bu ilişki nasıl kuruldu?

 

Yönetmenimiz Mehmet Can Mertoğlu ve yapımcılarımız Yoel Meranda ile Eytan İpeker’le

birlikte Köprüde Buluşmalar’a başladık.



“Başladık” dediniz. Bu süreçte de onların yanındaydınız o halde…



Evet. Bana rol teklif edildikten sonra başladı bu süreçler. Yoel Meranda ve Mehmet Can

Mertoğlu, Köprüde Buluşmalar’da yurt dışı bağlantısı saylayabilecek yabancı yapımcılarla tanışma fırsatı yakalıyorlar ve ardından çeşitli bağlantılar kuruldu ve bu noktaya geldik. Aslında burada en önemli olan şey elinizdeki senaryonun o insanlar tarafından beğeniliyor olması. Anlatım dilinizle onları ikna ediyor olmanız. Esasında proje almak için yurt dışından çok fazla yabancı yatırımcı geliyor Köprüde Buluşmalar’a ya da festivallere… Biz biraz şanslıydık diyebilirim. Ya da ilişkileri çok düzgün kurdu Meranda ve Mertoğlu…





"MEHMET CAN MERTOĞLU'NUN EVLAT EDİNME MESELESİNİ ELE ALIŞ BİÇİMİNE ŞAŞIRDILAR"

 

Peki nasıl tepki verdiler hikayeyi okuyunca? Türkiye’de evlat edinme süreçlerinin bu kadar sıkıntılı olduğunu görünce şaşırdılar mı?

 


Filmin nerelere gidebileceğini gören ve ona yatırım yapabilecek kapasitede yıllardır bu işlerin içinde yer alan yatırımcılar. Evlat edinme meselesine şaşırmadılar ama senaryonun bunu ele alış biçimine şaşırdılar. Zaten filmin içindeki espri de bu.



"BİZİM FİLMİMİZDE EPİK YABANCILAŞTIRMALAR VAR"



Evet. Sosyolojik açıdan oldukça trajik olan bir durumu mizahla anlatıyorsunuz…



Yönetmenimiz Mehmet Can Mertoğlu sıkı bir film izleyicisidir. Yılda 1000 tane film izleyen bir insan. Bu anlamda dünya sinemasının çok iyi filmlerini izlemiştir ve pek çok yönetmen ya da oyuncu hakkında bilgisi var. Eğer bu filmi dramatik olarak vermek isteseydik arasındaki farkı şöyle değerlendirirdim; bizim filmimizde epik yabancılaştırmalar var.



"BU FİLM KENDİNİZİ SORGULAMANIZA YOL AÇIYOR"

 


Nedir o epik yabancılaştırmalar?

 

Epik yabancılaştırmalar seyirciyi filmin içine almayan unsurlardır. Eğer seyirci filmin içine

girerse, filmde gösterilen şeyi kendi hayatına çevirip eleştirmektense, kahramanlarla

özdeşleşerek tamamen kahramanın çektiği acıyı da kendi içinde çekerek, filmden çıktığında acılı bir insan olarak çıkar. Oysa bu film, hem izlerken hem de çıktıktan sonra kendinizi ve toplumu sorgulamanıza yol açıyor. Dolayısıyla epik öğeler koymazsanız komedide sadece gülersiniz.





Seyircinin filmi daha geniş bir açıdan ele almasını sağlıyor yani…

 

Kesinlikle.



Bir röportajınızda “filmin çekilmesi için 4 yıl bekledik” demişsiniz. Neden o kadar uzun sürdü?

 

Senaryoyu 3 buçuk yıl önce okumuştum ve Türkiye’de film çekmek gerçekten zor iş. Sete

girdiğinizde filmi çekiyorsunuz ama bir filmin hakkıyla çekilmesi sürecini yakalayabilmek en azından 3 yıl sürüyor.



"FİLMİ HAKKIYLA ÇEKEBİLMEK İÇİN 4 YIL BEKLEDİK"



Ancak Kültür Bakanlığı’ndan destek de alan bir film Albüm…

 

Evet ama Kültür Bakanlığı’nın ilk filmlere vermiş olduğu destek gerçekten çok komik rakamlar. Bu paralarla film çekmek zor. Şunu da söylemek gerekir ki bakanlığın size vermiş olduğu destek, yurt dışında ortak bulmanız için bir anahtar oluyor. Siz de yurt dışına giderek orada yabancı yatırımcılar arıyorsunuz. Evet 4 yıl uzun bir süre ama tüm bu şartların oluşması ancak 3 buçuk yıl alıyor gerçekten. Biz bir kere çekim kararı almıştık ve çok da paramız yoktu. Ama bu çekim kararı filmin bu kadar hakkıyla çekilemeyeceğini gösteriyordu bize.

 

Neden?

 

Çünkü insanlara hak ettiği emeğin karşılığını veremeyecektik. Daha doğrusu yapımcılarımız ve yönetmenimiz herkese emeğinin karşılığını vermek istedikleri için ne kadar uzun da olsa o süreci beklemekten yanaydılar. Üstelik bizim filmimiz 35 mm. Dolayısıyla hem bütçesel anlamda hem de teknik anlamda bizi zorlayan bir işti.

 

Çekimler ne kadar sürdü?

 

Ortalama 5 buçuk hafta sürdü. 20 gün Antalya, 20 gün Kayseri ve 5 gün de Malatya’da çekim yaptık. Bunu hiç gocunmadan söylüyorum, Antalya’da herkes eşit şartlarda aynı yerlerde kaldı. Herkes aynı yerden yemek yedi. Aynı saatlerde çalıştık ve çalışma saatlerimiz 9 saati hiç geçmedi.

 

Halbuki film setlerinde genellikle uzun uzun çalışma saatleri olur…



Çünkü ekonomik nedenler filmin çekim süresini ve saatlerini çok bağlıyor. Yani 3 haftaya sığdırılmış bir çekim sürecinde günde 16 saat çalışmak zorundasınız. Sonra biz Kayseri’ye gittik. Ekibin pek çok kısmı uçakla gitti. Ben arabayla gittim uçaktan korktuğum için.Kayseri’de set kamyoncusunun şoförü de kamera arabasının şoförü de oyuncular da yönetmen de bütün birimler, Kayseri’deki Hilton Oteli’nde kaldı. 20 gün boyunca gayet güzel şartlarda çalıştık. Gayet güzel ortamlarda bulunduk. Yani istendiğinde herkesin hakkını vererek bir şeyler yapabiliyorsunuz.

 

Yani 4 yıl beklememize değdi diyorsunuz…

 

Değdi. Mehmet Can ve Yoel, benim çok takdir ettiğim insanlar…



"HALA ALAMADIĞIM PARALAR VAR"



Umarım bu anlattıklarınız sektör açısından bir örnek teşkil eder ve herkes hak ettiği şekilde çalışıp ücretlerini alabilirler…

 

Umarım... Benim hala alamadığım paralar var.



"MEHMET CAN NE YAPACAĞINI BİLEN BİRİ"



Peki 28 yaşında genç bir yönetmen var karşınızda ve ilk uzun metrajlı filmi… Nasıl bir

deneyimdi? Endişeleriniz oldu mu?


 

Hiç olmadı. Yoel beni aradıktan sonra Mehmet Can’la ilk buluşmamızda onuncu dakikadan sonra sizde yarattığı izlenim “genç çocuk”, ya da “ilk yönetmen” gibi bir algı oluşturmuyor. Mehmet Can gayet ne yapacağını bilen, ne yazdığını bilen, nasıl çekeceğini bilen ve sürekli araştıran bir insan. Dolayısıyla ben oyuncu olarak “ya bu çocuk şimdi ilk filmini çekecek,sıkıntı duyar mıyız” gibi hislere kapılmadım. Çekim süreci başlayana kadar herkes Mehmet Can’ı 35 mm çekmeme konusunda ikna etmeye çalışıyordu.

 

Neden?

 

35 mm sizi her anlamda zorluyor sette. O yüzden her şey çok titiz olmak zorunda. “Niye 35 mm çekiyorsun, neden böyle zorluk yapıyorsun” diyorlardı. Kimse de fikrinden caydıramadı.O kadar güzel bir şey ki bu. “En azından ilk filmimi böyle çekmek istiyorum” inancındaki biri…Çünkü 35 mm’deki pelikürün görüntü kalitesine henüz şu an hiçbir dijital kamera ulaşabilmiş değil.

 

Peki filmdeki partneriniz Şebnem Bozoklu ile daha önce çalışmış mıydınız?



Daha önce hiç çalışmamıştık ama bizim ortak yönümüz Mehmet Can zaten.



"ROLÜ OYNAMA SÜRECİM ÇOK ZORLAYICIYDI"



Uyuşmadığınız anlar oldu mu?



Uyumsuz hiçbir anımız olmadı. Bunu gayet dürüstçe söyleyebilirim. Tam tersine Şebnem’in bana çok yardımları olmuştur sette. Çünkü benİm bu rolü oynama sürecim gerçekten çok zorlayıcıydı.





 

Hangi açıdan zorlandınız?

 

Bir kere benle hiç ilgisi olmayan bir karakter. Mizacı, duruşu, temposu benimle hiç ilgili değil.



"HER TEKRARDA 1 GÜNLÜK YEMEK YİYORDUM"



En çok hangi sahnelerde zorlandınız?



Sigara içip futbol maçı izlediğimiz bir sahne var. Orada çok zorlandım. Çünkü ondan 2 gün önce bir yemek sahnesi çekmiştik. 6 dakika boyunca deliler gibi yemek yediğimiz bir sahne vardı. 3-4 tekrarda ben bitmiştim zaten. Her tekrarda 1 günlük yemek yiyordum.

 

O kadar yemeği nasıl sığdırdınız mideye?

 

Mide genişleyen bir şey. Zaten 18 kilo aldım sette.



Verebildiniz mi o kiloları sonra?



Verdim.



"GALİBA OYUNCULUĞU BIRAKSAM İYİ OLACAK DEDİM"



Sigara içip futbol izlediğiniz sahne yarım kaldı…



Deliler gibi sigara içip, deliler gibi küfürler edip futbol maçı izlemek benim mizacımda hiç yok. Ve yedinci tekrarda Mehmet Can artık “olmuyor, olmuyor, olmuyor” dediğinde ben galiba oyunculuğu bıraksam iyi olacak, bu işi başaramıyorum dedim.





Ciddi misiniz?



Evet. Kendime başka bir iş bulmalıyım düşüncesini geçirmiştim aklımdan. Bunu çok içten söylüyorum.



Oyunculuğa yeni başlayan biri gibi bu düşünceye kapıldınız yani?



Tabii. Sonra zaten ara verdik. O gün bırakıp ertesi gün çektik. Ertesi gün oldu ama.



Bu kez içinize sindi mi peki?



Benim çok içime sinmedi ama Mehmet Can gayet güzel olduğunu söyledi.



O sahneyi izlediğinizde ne hissettiniz?



Kendimden nefret ediyorum her sahnede.



Kendinizi izlemeyi sevmiyor musunuz?



Nefret ederim.



Çoğu oyuncunun cevabı aynı oluyor bu soruya…



Sesinize çok yabancısınız. Kendinizi izleyip, kendinize not vermeniz gibi komik bir şey olabilir mi… Bu yabancılaşmanın da yabancılaşması oluyor. Ben kendime çok daha acımasız oluyorum eleştirilerimde. O yüzden ben filmi Cannes’ta izledim bir kere bir de Adana’da bana zorla izlettiler. Bu bana yeter uzun süre. (Gülüyor)





"ARTIK SEYİRCİNİN BU TARZ FİLMLERE İLGİSİNİN OLMADIĞI ZAMANLARDA YAŞIYORUZ"

 

Cannes demişken, film Cannes Film Festivali’nden Yılın En Yenilikçi Yönetmeni ödülüyle döndü. Bu her şeyden önce Türk sineması açısından çok gurur verici. Türkiye’de de Adana Film Festivali’nde En İyi Yönetmen, En iyi Senaryo Ödüllerini topladı. Keza Kudüs’te En İyi İlk Film ve Saraybosna’da da En İyi Film ödüllerini aldı. Ancak Cannes ödülünün yeri çok ayrı tabii. Peki Türkiye’de bu değeri tam manasıyla hissedebildiniz mi?



Hayır... 2 tane festival gördü bizim filmimiz. Tabii ki bu 2 festivalin kendi içlerinde kendi değerleri vardır. Medyanın ve insanların ilgi göstermesinden bahsediyorsak, hem ülkenin çok karışık zamanlarında oluyor bütün bu süreç, hem de artık seyircinin bu tarz filmlere ilgisinin olmadığı zamanlarda yaşıyoruz.



"HER YERİ BÜYÜK FİLM ŞİRKETLERİ KAPATMIŞ DURUMDA"

 

Neden ilgi görmüyor?


 

Ülkenin hali ortada. Örneğin Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi de “Kış Uykusu” da Cannes’tan 2 tane ödülle dönmüş filmler. “Kış Uykusu” En İyi Film ödülünü aldı. “Bir zamanlar Anadolu’da” Jüri Özel ödülünü aldı. Seyirci sayısına bakalım: biri 170 bin, diğeri 200 küsür  bin... Oysa bir komedi filminin gişesi çok daha fazla oluyor. Buna aslında iki türlü cevap vermek lazım. İlk olarak, artık jürilerin takdiri diyorum, biz Antalya’da birkaç filmle beraber ödül alamadık. Bir de filminizin gösterim alanları çok kısıtlıysa burada yapacağınız bir şey yok. Bu mecralar o kadar kısıtlı ki nice film neredeyse izlenmeden gösterimden kalkıyor. Başka Sinema diye bir mecra var şu anda. Başka Sinema’da belli başlı salonlarda, belli başlı seanslarda gösterilen bir film ama öteki bütün her yeri büyük film şirketleri kapatmış durumda. Sizin hem dağıtım anlamında hem de gösterim anlamında bir şansınız yok.



"BÖYLESİNE ÖDÜLLER ALMIŞ BİR FİLMİN BU KADAR AZ SALONDA GÖSTERİLİYOR OLMASI ACINACAK BİR HALDİR"

 

Dağıtım sorunu en başta geliyor sanırım…

 

Dağıtım en büyük problem. Yani bir komedi filmini 1000 kopya 500 kopya ile vizyona sokuyorsunuz, ülkenin her yerinde gösterime giriyor, ama böylesine ödüller almış bir filmin bu kadar az salonda gösterilmesi acınacak haldir. Ne yazık ki durum bu ve bu kaderi paylaşan pek çok film var.





 

Adana’da En iyi Yönetmen, En iyi Senaryo ödüllerini aldı Albüm ama En İyi Film Ödülü’nü alamadı… Bu konu çok tartışıldı. Keza Antalya’dan da eli boş dönmesi çok eleştirildi. Siz ne diyeceksiniz?

 

Bu jürilerin kendi takdiridir. Bunlara bir şey diyemem. Tabii ki gönül takdir edilmek istiyor. Oysa Adana’da da Antalya’da da pek çok değerli film vardı. Ama jüriler odaya kapandıklarında, ki pek çoğunu da tanıyor olmama rağmen, ne konuştuklarını bilmiyorum. Ama En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo alan bir filmin En İyi Film ödülü almıyor oluşu sizi en iyi filme götürmüyor. Bunu 2 açıdan ben de hep sorgularım. En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ödülü verdiğiniz bir filmin neresi eksik de En İyi Film ödülü vermiyorsunuz? Ama işte yani burada başka değerlendirmeler devreye giriyor. Bunları başarmışsınız ama filmin tamamında belki sinemasal bir büyü yaratamamışsınız gibi bir algı mı var, ya da En İyi Film demek bütün her şeyin en iyi olduğu anlamına gelmiyor mu? O zaman neden En İyi Yönetmen ödülü vermiyorsunuz?

 

Peki ya Antalya?

 

Antalya’da da Tereddüt gibi, “Rüzgarda Savrulan Nilüfer” gibi, “Toz” gibi bu ülkenin çok değerli insanlarının çok büyük emekler vererek yaptıkları filmler var. Tereddüt uluslararası jüriden ödüller aldı ama ulusal jüri pek ilgi göstermedi. Burada niye ödül vermediniz sorusunu ben sormam. Bu jürisinin takdiridir diyorum.

 

Jürilere yönelik lobi eleştirileri çok gündeme geldi. Bu konuşmalar daha çok kulislerde geçer ve nedense çok da öyle açık açık konuşulmaz. Hem Adana hem de Antalya sonrası çok duydum bu konuşmaları. Siz ne düşünüyorsunuz, var mı gerçekten lobi dediğimiz şey festival jürilerinde?

 

Ben bütün festivallerde buna benzer şeylerin konuşulduğuna eminim. Sadece Türkiye’ye mahsus bir şey olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bir sanat eserini değerlendirmede herkesin ayrı fikri olabilir. Siz bir filmi sevmeyebilirsiniz de. Ama bizim filmimize bugüne kadar çok az insan sinemasal anlamda eleştirilerde bulundu. Mehmet Can’ın da ısrarla söylemiş olduğu şey şu; “Sinemasal anlamda eleştirilsem ve nerede hata yaptığımı bilsem, bunu düzeltme şansına erişirim…”Lakin, “Bu film olmamış, kötü anlatıyor bizi” gibi böyle çok basit bir eleştiriyle mücadele etmek daha zor.





 

O halde ülkemizde bilgi derinliği olan film eleştirmenleri çok az diyebilir miyiz?

 

Sinemadan anlayan insanlar olduğu aşikar ama bir filmi okuma zamanı geldiğinde filmi doğru okuyamadığımızı düşünüyorum. Derinlikli okuyamadığımızı düşünüyorum. Yoksa bir elin parmağını geçmiyor belki ama çok değerli insanlar var. Onlar da zaten gerektiği gibi yazıyorlar ve siz de onları dikkate alıyorsunuz. Yoksa sağda solda çıkan öyle basit cümlelerden oluşan eleştirileri okumuyorsunuz. Ama bu lobi meselesi her yerde var ve herkes her şeyi konuşuyor. Sonuçta jürinin bir başkanı var ve konuşuyor. Öteki jüri üyeleri de konuşuyor kendi aralarında. Günahıyla sevabıyla bu onların kararı. Ama her yerde ve her zaman bu kararlar tartışılır.

 

Lafı dolandırmadan soracağım… Sinema dünyasındaki insanlar neden birbirlerine bu kadar düşmanlar?



En büyük eksikliğimiz bu…



Birbirinizi neden alkışlamıyorsunuz mesela?

 

Birbirimizi alkışlıyoruz ama içten yapmıyoruz onu… Ben Adana’da da Antalya’da da bütün yerli yapımların hepsini izledim. İyi bulduklarım da oldu, yetersiz bulduklarım da… Ama neden birbirinizi sevmiyorsunuz sorusuna gelince, sinema dünyasının içindeki bütün birimleri toplasanız 1 buçuk milyon insana denk gelir. İstanbul’da bir buçuk milyon insan bulursunuz bu işle öyle ya da böyle yakından alakalı…

 

Bayağı fazlaymış…

 

Tabii. Yani niye sinemaya gitmiyorsunuz kardeşim! Niye gidip film izlemiyorsunuz! Ben niye gidiyorum Başka Sinema’da izliyorum filmleri o zaman… Çünkü film sinemada izlenir. Her şeyi beyaz perdede daha güzel görmüyor musunuz? Yani bir filmi evde internetten sadece izlemiş olmak için izlemektense, sinemaya gitmeyi tercih etmek daha iyi değil mi? Niye gidip görmüyorsunuz? Çünkü kimsenin vakti yok. Yani geçen senenin en iyi filmlerini bile 20 bin kişi izlemiş. Acınacak haldeyiz.



Mesela Albüm vizyona gireli 10 gün oldu ancak şimdiye kadar 2000 civarında kişi izlemiş. Neden sayı bu kadar az diye soracağım ama…

 

Sinemaya gidilmiyor… Dağıtım sorunu diyoruz ama yine de Başka Sinema’nın tüm salonlarını full çekerek kapalı gişe oynamıyor filmler. Oysa sadece bu sektörde çalışan insanlar bile gidiyor olsa bu tablo ortaya çıkmaz. Kaldı ki sinema sektörünü bir kenara bırakalım, ben televizyon camiasındaki insanların bağımsız sinemadan haberdar olduklarını düşünmüyorum. Yönetmenlerini bile bildiklerini düşünmüyorum. Çünkü televizyon başka bir dünya. Televizyon sektöründe çalışan pek çok insan dizilerin hepsini izliyordur. Bundan eminim. Çünkü dizi sektörü başka bir şey. O anlamda bağımsız sinema yine burada biraz yetim çocuk gibi kalıyor. Bu insanlar da sonuçta bu ülkenin insanları ve bir değer yaratmaya çalışıyorlar.





 

Bazı filmler de senaryoya pek bakılmaksızın sırf ünlü bir yönetmenin filmi olduğu için ya da kadrosunda popüler oyuncular var diye iyi gişe yapabiliyor. Bu filmlerin iyi yapılmış bir PR’ı ve billboard’larda afişleri filan olunca, galaları da tıklım tıklım oluyor. Buna ne diyeceksiniz?

 


Bağımsız sinemayla gişe filmlerini ayırmak gerekiyor. Gişe filmlerinde çok iyi tanıtımı yapılanlar 3 milyon 4 milyon izleniyor. Ama işte en iyi tanıtımı yapılan filmler olan geçen seneki Sarmaşık ve Abluka’yı 20 bin kişi izledi. İşte o tanıtımın da bu kadar etkisi oluyor.

 

Yani durum yine dağıtım firmasıyla alakalı…

 

Tabii. İsim de verebilirim. Cinemaximum ya da Mars’ta film göstermiyor iseniz ve sadece Başka Sinema’da film gösteriyor iseniz zaten Türkiye’deki salon sayısı 15-20 adet… O kadarcık bir alanda o kadarcık bir seyirci yakalamaya çalışıyorsunuz. Öte yandan bu büyük film dağıtımcıları sizinle ilgilenmiyor. Mesele tamamen bu. Yaptıkları şey esasen kapitalizmin mantığına da aykırı. Para kazandığınız karşı tarafı, öldürene kadar para kazanmaktansa, AVM’lerdeki bir salonlarını bağımsız sinemaya ayırsalar, hem bu sektör gelişecek, hem de insanlar daha çok film çekecekler. Ve başka şeyler konuşacağız belki de artık.

 

Bunlar görüşülmüyor mu peki, neden yapmıyorlar böyle bir şeyi sizce?

 

Onların buna yanaştıklarını düşünmüyorum.

 

Neden?

 

Çünkü bir komedi filminde 500 bin seyirciyi yakalamak 4 salonda… 1000 tane salonda girebilmek varken 1 tane salonunu niye size versinler… Bu aç gözlülük ve bunu fark edememek… En kötüsü de bu. Yani sanat anlamında ülkenin nereye gittiğine dair herhangi bir fikirleri yok ve bu onları ilgilendirmiyor.





İlgilendirmiyor olması çok kötü gerçekten… Peki bu yıl pek çok güzel film gösterime girdi ve sektör açısından hareketli bir yıldı.  Ülkedeki politik gelişmeleri de göz önünde bulundurursak, önümüzdeki yıl sinema sektörü açısından bu kadar hareketli geçer mi?

 

Seneye daha az film olacağını düşünüyorum. Çünkü ülke çok ciddi bir darbeye karşı durdu ve onunla beraber devletin bütün yapısı durdu. Sadece acil bölümler devrede kaldı ve her zaman olduğu gibi sanatın önü kesildi. Ya da sanata yapılan yatırımlar durduruldu. Ama bunu anlayabiliyorum. Polonya’da ikinci dünya savaşı döneminde bile tiyatro yapılıyordu. Binaların altlarında sanat hala devam ediyordu bir şekilde. Ama işte ülkede ne yazık ki böylesine acı bir gündemden sonra her şey durdu. Dolayısıyla da sinema çekmeye dair ayrılacak olan para için de bir kurul toplanıyor. İşte o kurulun toplanması ertelendi. Şimdi aralık ayında bir kurul toplanacak ve insanlara yeni filmler için paralar verecekler. Şimdi bu parayı alsalar bile önümüzdeki yıl Adana’ya ya da Antalya’ya film yetiştirmek çok zor. Sadece geçen seneki insanlar belki bir şekilde filmlerini yetiştirmeye çalışacaklar. Yani bu seneki kadar sayısal anlamda çokluk yaşayamayabiliriz. Belki de verimlilik anlamında bu sene son senemiz olabilir.

 

Peki bu yıl izlediğiniz filmlerden en çok hangilerini beğendiniz?

 


Adana ve Antalya’da gösterilen bütün filmleri izledim. Çok beğendiklerim de oldu ama hani yetersizler de vardı. Bunu yapan zaten bunun bilincindeydi de. Ama çok güzel çok esprili şeyler de vardı. Mesela Rıza Sönmez’in “Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var” filmi bence çok esprili ve çok güzel bir yerden güzel bir dil yakalamıştı. Onu çok severek izledim.

 

Rıza’nın filminde, filmden çok isminin uzunluğu konuşuldu…

 

İlgi çekici gerçekten. İnsan merak da ediyor. Drama ağırlıklı bir şey ve gerçekten bir espri yakalamış ve bu esprinin üzerine çok doğal insanlarla gayet güzel bir film yapmış Rıza. Kendisini seviyoruz ve gurur duyuyoruz.

 

Evet, ben de çok başarılı buldum. Peki başka?

 

Öteki filmleri değerlendirmem. Şimdi kendi meslektaşlarımı bu şekilde değerlendirmek yanlış olur. Eksiklikleri de vardı filmlerin ama çok güçlü yanları da vardı. Babamın Kanatları’nı özellikle çok beğendiğimi söyleyebilirim. Kıvanç Sezer’in hem kişiliğiyle hem de yaptığı filmle gayet namuslu bir yerde olduğunu düşünüyorum.

 

Reha Erdem’in “Koca Dünya” filmiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?



Muhteşem görüntüler olduğunu düşünüyorum. (Gülüyor)

 

Peki ya Tereddüt?

 

Zor roller. O tarz filmlerin Türkiye’de daha fazla yapılması gerektiğini düşünüyorum. Birazcık karanlık taraflarımıza eğilen şeyler yapıp bunları korkusuzca dile getirmek gerektiğini düşünüyorum. Yani Tereddüt ne derseniz deyin, bunu kendine görev edinmiş, bunu dert edinmiş ve bunun sinemasını çekmeye karar vermiş bir film. Yeşim Ustaoğlu da bu ülkenin önemli yönetmenlerinden bir tanesi.



 





Bu filmleri izlediğinizde “Her şeye rağmen güzel şeyler yapılabiliyor bu ülkede“ dediniz mi?

 

Hayır. Hiçbirisi umut uyandırmıyor.

 

Neden?

 

Rıza’nın işini gerçekten ayrı bir yere koyuyorum ama sinemasal anlamda değil de ülkenin geleceğine dair bir soruysa bu cevabım hayır.

 

Peki sinemasal anlamda?

 



Sinemasal anlamda çok güçlü işler var tabii. O anlamda çok daha iyi şeyler yapabileceğimizi, kapasitemizin olduğunu düşünüyorum. Tekniğimizin olduğunu düşünüyorum. Hiçbir şeyimiz eksik değil esasen. Konu ve konuyu anlatış biçimimizde sıkıntılar var. Bu da bazen kolaya kaçmak, bazen de ıskalamak…

 

Mesleki deformasyon yaşıyor musunuz?

 

Yaşım itibariyle 45’e geldiğim için belki değil ama… (Gülüyor) Bu işe başladığınız andan itibaren bir şeyi izlerken oyuncu kimliğinizle izliyorsunuz. Oyuncu kimliğinizi bir kenara bırakıp filme dahil olma şansınız çok az filmde oluyor.

 

Ona mutlaka maruz kalıyorsunuz değil mi?

 

Aslında iyi bir şey de bu çünkü size öğreten bir şey sürekli. İzlediğiniz her şeyden bir şey öğrenme ihtimaliniz var. O yüzden didik didik ediyorsunuz oyuncuları. Bunu da normal bir seyirci gibi kendimi filme bırakıp izlersem başaramam. O nedenle ister istemez devreye giriyor. Bazen kıskanarak (gülüyor)… Bazen çok beğenerek, bazen de gerçekten çok kötü eleştirerek izliyorsunuz.









 En çok hangi oyuncuyu kıskanıyorsunuz?

 

Uğur Yücel’i kıskanıyorum.

 

Beraber çalıştınız mı?



Hayır ama çok isterdim. Umarım bir gün çalışırım onunla çünkü yüreğiyle oynayan bir insan.

 

Yeni bir senaryo var mı elinizde?

 

Şu anda yok. Albüm’den sonra Tayfun Pirselimoğlu’nun “Yol Kenarında” isimli bir filminde oynadım. Ama o henüz montaj aşamasında.

 

Dizi teklifi geliyor mu?

 

Sektörden birazcık uzak kaldığınızda ne yazık ki hemen unutuluyorsunuz. Ama sevdiğim işler denk geldi bana şimdiye kadar. Beklediğim haberler var.



Son olarak Albüm filminin size oyunculuk anlamında kazandırdığı şeyler oldu mu?

 



Bu film, benim bugüne kadar oyunculuğa dair öğrendiğim şeylerin üzerine öğrendiklerim kadar koyduğum bir film oldu. Oyunculuk biçemi bu anlamda oyuncuyu çok zorlayan biçemdi. Aynı zamanda da çok kısıtlayan. Özellikle Mehmet Can’ın isteği bu yöndeydi. Bu da aslında oyuncunun hiçbir şey yapmadan çok şey yapıyor olma duygusunu geliştiren bir şey.



Biz oyuncular gerek kamera gerekse sahneye çıktığımızda bir şey yapma ihtiyacı duyuyoruz. Bir dürtü geliyor, hareketlenme hali olmaya başlıyor. Ama bu film tüm bunların dışında sizi bu anlamda baskılayan ama kendi içinde çok özgür bırakan bir oyunculuk biçemiyle bana çok şey öğretti diyebilirim. Ve bunu ilk filmini çeken gencecik bir yönetmen başardı!





Canan Kaya / Medyatava



canankaya@medyatava.com



tw: ckayacanan


BİM 29 Kasım Cuma 2024 indirim kataloğu yayımlandı Narin Güran cinayetinde katil belli oldu! Para çekme ve yatırma işlemleri değişiyor Teğmenler soruşturmasında görevden almalar Bankalara dolar talimatı gitti! 9 kilo vermişti! Derin göğüs dekoltesi olay oldu