Akil İnsan Beril Dedeoğlu: Türkiye'de akıl sorunu var!

'Dizi adları bile şiddeti olağanlaştırıyor'. Galatasaray Üniversitesi Öğretim görevlisi, köşe yazarı Beril Dedeoğlu, barış sürecini ve medyanın durumunu Medyatava'dan Eylem Yılmaz'a anlattı.

Galatasaray Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, Avrupa Birliği, uluslararası güvenlik ve strateji konularında çok sayıda bilimsel makale ve kitabın yazarı olan Beril Dedeoğlu 63 kişiden oluşan Akil İnsanlar Heyetine yönelik yapılan eleştirilerden, medyanın Kürt sorununda çözümsüzlüğündeki rolünü, üretilen ancak bugünlerde üretilmemesi gerektiği sıklıkla ifade edilen şiddeti, kamplaştırmayı, ayrımcılığı bir kaç içinde yayınlanmış manşetler, yayınlanan programlar üzerinden konuştuk. 



Türkiye'de yaşanan tüm toplumsal travmaların, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Alevi sorunu, Sol-Sağ vs sorunlarının nasıl çözülebileceğine gönül vermiş Beril Dedeoğlu bugün gelinen aşamada çok umutlu...



Kürt sorununda Türkiye’nin geldiği aşama nedir?



İlk saptamam, toplumsal düzeyde gelinen aşama Türkiye’de bir akıl sorunu var. Bunun açıkça ortaya çıkması konusunda ciddi bir aşama kaydedildi. Yani bu sorunun ortaya çıkış nedenleri konusunda insanların daha fazla bilgi sahibi olmaya başladıklarını görüyoruz. Yani sadece meselenin bir terör meselesi olmadığını teröre yol açan sebepleri de farklı kültürler görmeye başladı. Çünkü bunun için fazla tanıtım yapıldı, öğretici bir süreç yaşandı. Yani insanlar kendi içlerine bakma dönemi yaşadılar. Sorunlar konuşulmaya başlandı. İnsanların bu ülkede yaşamış olmaktan kaynaklanan kulak dolgunlukları var, yaşanmışlıklar var, öyküler var. Şuan yaşanan tüm bunların hatırlanmasıdır. Dolayısıyla geldiğimiz aşama bir anlamda bir tür yüzleşme aşaması. Henüz bu yüzleşme aşamasında bir yeniden yapılanma aşamasına geçemedik.



Neden?



İki sebebi var. Birincisi bu gerçek bir demokratikleşme sürecine işaret ediyor. Yani sadece Kürt meselesi değil bu. Diğer bütün insanların taleplerinin karşılandığı bir ortama işaret ediyor. Örneğin bu Yeni Anayasa ile vücut bulabilir. Türkiye’nin siyasal, rejim yapısının değişmesi anlamına gelebilir. Yani büyük bir geminin manevra alması anlamına geliyor. Gemi büyük olunca manevrası yavaş oluyor.



İkincisi Kürt sorununa özgü uzun süre bunun silah gölgesinde geliştiğini de unutmamak lazım. Yani PKK, hem PKK ile mücadelenin bu sorunda demokratik çözümlerin üretilme zeminin kaybolmasına yol açtı. Toplumsal travmalardan bahsetmiyorum. Dolayısıyla bu iki etki yeniden yapılanma sürecinin gecikmesine yol açtı.



Medyanın bu sorunda yeri nedir?



Medya diye tek bir tutumdan bahsetmenin mümkün olduğunu söyleyemem. Farklı yaklaşım biçimleri olan bir medya var. Bir kısmı bu süreçte çok daha yapıcı bir dil kullanmaya özen gösteriyor. Ama genel olarak gözlemlediğim konusunu Kürt sorunu veya barış sürecinden alan tartışma ve haber programlarında yapımcılarda, konuşmacılarda dikkatli bir dil kullanıyor. Fakat aktarım biçimlerinde yani haberlerin veriliş biçimlerinde, dizilerde, reklamlarda barış dilini görmek çok mümkün olmuyor. Yani medya henüz toplumda şiddetin dışarda bırakılması yönünde bir kanaat oluşturulması çerçevesinde ortak bir hükme sahip değil.



Neden?



Şiddetin ya da ayrımcılığın piyasası olduğu düşünülüyor. Çok hızlı aktığı için, bunların arka arkaya doğalmışçasına verilmesi söz konusu. Kadın erkek ilişkisi ya da toplumsal hayatın her alanında o nefret söyleminin aşağıya çekilmesi gereken bir yapıcılığın olması lazım. Belki örnek göstermek çok anlamlı olmayabilir ama BBC yayınlarında böyle bir şey göremezsiniz.



Türkiye’den örneklendirmenizi rica etsem..



Dikkatimi çeken iki şey oldu. Birincisi Kürt sorunu çerçevesinde ya da barışma çerçevesinde bir ayrışma olmamasını ilke edinen bir dil kullanmak için çaba gösterenler bütün gün televizyon seyreden insanlarla konuşacak. Televizyonu açıyorsunuz diyelim ki,  önce mecliste bağıranlar uzun uzun yayınlanıyor. Arkasından durakta bekleyen kadını vuran koca hızla geçiyor, onun arkasından futbolda sahaya inen bir insanın tepkilinin görüntüleri veriliyor ve bunların hiç birinin başına ne geldiği ile ilgili bir bilgi verilmiyor. Sanki bunlar doğal, bir trafik kazasıymış gibi doğal bir şekilde aktarılıyor.



Dikkatimi çeken diğer bir konu ise, bütün kanallarda diziler var. Bu dizilerin isimleri çok ilginç. Arka arkaya bakmakta yarar var.  İntikam, Kin, Ayrılık, Hasret, Üzüntü, Kumpas gibi isimlerle dolu diziler. Belki içerikleri öyle değil ama örneğin TRT’de” Osmanlı Tokadı” diye yeni bir dizi başlıyor. Bu tür isimlerin bile bilinçaltında doğallaşmasına yol açıyor. Sonra kalkıp, kardeşiz, empati yapalım, hoşgörülü olalım demek çok kolay olmuyor. İçselleştirilmiş bir ayrımcılık ve şiddetin medyada yer aldığını ve buna hiçbir etikle bakıldığını düşünmüyorum.



Türkiye değişim sürecinden geçerken neden medya kendisini düzeltmek yerine yaklaşımını bu yönde sürdürüyor?



Medya gördüğüm kadarıyla topluma bakmak yerine siyasilere bakmayı tercih ediyor. Pozisyonunu siyasilerden alan bir medya var. Hükümet yaptığı için iyidir diye yaklaşanların hükümetin yönlendirdiği bir Kürt açılımı sürecine daha rahat destek verdiğini görebiliyoruz. Öte yandan muhalefete yakın olduğunu düşünen ya da iktidardan hoşlanmayan kesimlerin de ne kadar iyi bir şey yapılırsa yapılsın aslında kötü bir şey olduğunu söyleme alışkanlığı var. Yani burada topluma bakarak bir varoluş biçimi ortaya koymak yerine pozisyonlarını siyasi iktidar çevrelerinden alma eğilimi var. Bu da barış dilinin oluşmasından çok büyük sorun çıkarıyor. Türkiye’de bir saflaşma var. Basın da bu saflaşmadan payını almış.



Birkaç ay önce Milliyet’in manşeti çok tartışıldı ve Hasan Cemal’in çıkarılması ile sonuçlandı. Yine birkaç gün önce Silivri’de yaşananlar üzerinden CHP diliyle bir manşet görebildik…



Basın tarafsız olacak diye bir şeye inanmıyorum. Tabi ki taraflı olacaktır, tabi ki bir politikası olacaktır. Tabi ki, belli bir siyasi partiyi veya bir görüşü destekleyebilir. Hasan Cemal olayı medyanın değişimden ziyade değişime inadını kanıtlıyor. Gazetenin içerisinde daha demokratik yollarla çözülmesi mümkün olabilirdi. İşten çıkarılmanın kendisi bir siyaset haline geldi.



Burada Hasan Cemal olayını muaf tutarak şunu belirtmeliyim, silah bırakma süreci bazı gizlilik alanları gerektirir. Bu terörle mücadelenin doğası gereği çok kamusal paylaşıma açık değildir. Bunların sızdırılması ve siyaset üretilmesi süreci sabote edebilecek provokasyonlara neden olur. Dolayısıyla sebebi her ne olursa olsun, sadece bu sebeple insanlara, gazetecilere dikkat et uyarısı yapılıyorsa burada basının etiği yok, birileri ona hatırlatıyor demektir.



Kürt sorunun bugüne kadar çözümsüz kalmasında medyanın da etkisi vardır diyebilir miyiz?



Evet. Çünkü her siyasi de, her düşünürde, her kamera önüne gelenin kabahati arandı. Şüpheci ve kabahatçi yani sansasyonel bir taraf aranmasına çalışıldı. Bunun üzerinden bir siyaset kurulmaya çalışıldı. Örneğin, bundan epey bir zaman önce yapılan Ergun Özbudun’un hazırladığı bir anayasa çalışması vardı. Medya yoluyla Ergun Özbudun perişan hale getirildi. Benzer şekilde Doğu Ergil’in hazırladığı bir Kürt raporu vardı. Bir bilim insanı bunu gündeme getiriyor, çalışmanın içinde ne olduğuna bakılmaksızın insanların üzerinden bir siyaset dili üretildi. Bizde genelde hep kişiler üzerinden gidiliyor. O kişilerin yaptığı işler üzerinden gidilmiyor. Çok yeni bir örnek, “Hem KCK’lı terörist, hem Akil İnsan” başlığına ana akım yer verdi. Ve bu haberlerde de geçti oysaki beraat ettiler. Mahkemesi sürerken insanları mahkûm etme var. Hrant Dink’in öldürülme sürecinde de basının epeyce katkısı olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla yapıcı olmaktan çok hedef gösterici, tahrik edici bir rol oynadığını söyleyebiliriz.



Ali Bayramoğlu, Etyen Mahçupyan içinde aynı şeyler olmuştu…



Evet, işte burada bunu şu gazete veya şu yayın grubu yaptı diyemeyeceğimiz ve bilemeyeceğimiz kadar yerleşik bir anlayış var. Bazıları daha fazla yapıyor, bazıları daha az ama bu yapılanı değiştirmiyor.



Medya burada bir araç olarak mı kullanıyor?



Bir kısmı belki bunu kasten yapıyordur. Hedef gösterelim, olay olsun ve bunlar yaşansın diye bilinçli olarak yapılmış olduğunu da düşünüyorum. Bu toplumsal çatışmanın yaşamasını sağlamaya yönelik bir siyaset yürüttüklerini düşünüyorum. Fakat bu öyle bir sarmal ki, Hrant örneğinde ya da Ali Bayramoğlu, Etyen Mahçupyan örneğinde, bunun bilinçli yapıldığını söyleyebiliriz ama az önce verdiğim diğer örnekler gibi dile yerleşmiş bir bakışı da ifade ediyor. Esas nokta çatışma ortamının ortadan kalkmaması, güvenliği sağlayıcı unsurlara daha da güvenmemizi sağlayacak yapının bozulmamasını isteyenlerin bilinçli olarak yaptıkları da var.



Medyada bu tutumun değişebilmesi için neler yapılması gerekiyor?



Bu çatışmaların bitmesi halinde varlığını sürdürmesi için gerçek gazetecilik yapması gerekecek kesimler var. Gerçek siyasetin yapılmasının ön hazırlığı da yapılmamış durumda. Dolayısıyla böyle bir boşluğun içine düşüldüğü söylenebilir. Burada kastettiğim ne olursa olsun aşağılayıcı terimlerin sadece Abdullah Öcalan için değil herkes için söylenebildiği bir ortama işaret ediyor. Abdullah Öcalan’a “terörist elebaşısı” denebiliyor, Akil insanlara da “akılsız insanlar” denebiliyor. Benim bir gözlemim oldu, halkın diline yapışmış bu kavramlar insanların beyninde sorgulamasının önüne geçmiyor. Örneğin kan durduğu zaman, demokratikleşme adımları atıldığı zaman, insanların dili bunu söylese bile kafasının içinde “silahlar susacak, çocuklarımız ölmeyebilir” gibi bir düşünce gelişiyor. Az önce söylediğim gibi basındaki bu tahrik edici, kamplaşmayı yoğunlaştırıcı dilinden uzaklaştırmanın tek yöntemi Ankara’da dolaşmak yerine ya da İstanbul’da haber yapmak yerine alana gidilmesidir. İnsanların arasında olmaktır. Oradaki toplumun akışının içinden bu bakışı sergileyebilmek gerekir. Bunun başka bir yöntemi olduğunu düşünmüyorum. Belki tabi bir de kadroların gençleşmesinde yarar vardır.



Akil İnsanlar Heyeti üzerine konuşacak olursak, Kürt sorunu üzerine kitapları, çalışmaları olan Cengiz Çandar ve Hasan Cemal bu heyetin içinde neden yok?



Bu listeyi hükümet yaptı onlara sormak lazım. Bu listeyi ben yapmış olsaydım nasıl yapardım diye düşündüğümde, bunu 63 kişiyle sınırlamam mümkün olmazdı. Gerçekten bunun sebebini bilmiyorum. Ama sanıyorum daha az keskin dil kullanan kişiler seçilmiş. Yani yalnızca üzerine çalışmak ile ilgili değil. Yazılarında, tutumlarında daha mutedil olan kişiler seçilmiş, çok sert çıkışları olanlar değil. Bu yalnızca benim tahminim. Neye göre yapıldığına ilişkin hiçbir fikrimiz yok. Ama şunu söyleyebilirim, Akil İnsanlar 63 kişidir, onlar başkalarıyla çalışmazlar, yol almazlar, görüş alış verişinde bulunmazlar diye bir şey yok. Bu bir sivil toplum işidir. Söz konusu yazarlar da bu işe gönül vermiş yazarlardır.



Akit gazetesinin Genel Yayın Yönetmeninin Akil İnsanlar arasında yer alması çok tartışılıyor. Etyen Mahçupyan’a, Ali Bayramoğlu’na, size “onunla aynı masaya nasıl otururlar, Hrant mezarında ters dönecek” şeklinde yorumlar yapılıyor…



Bununla ilgili ne söylenebilir bilemiyorum… Buna belki şöyle bakmak lazım, yaramaz sınıfın yaramaz çocuğunu sınıf başkanı yapmak gibi. Ben böyle görmeyi tercih ederim. Çünkü dışarıya ittiğinizde iyice kontrolden çıkma ihtimali artabilir. Bu anlatım biçimi kolay iflah olabilir bir şey değil. İçerde tuttuğunuz sürece, yakınınızda tuttuğunuz sürece kontrol etme imkânı olabilir. Böyle görmeyi tercih ediyorum, çünkü başka türlü ne diyeceğimi bilemiyorum….



Sizce oluşturulan bu Akil İnsanlar Heyeti başarılı olabilecek mi?



Başarıyı nereden ölçtüğünüze bağlı. Ben kendi adıma söylersem eğer, ben gidip orada kanaat önderleri, sivil toplum örgütleri ile konuşabiliyorsam, onların dertlerini anlayabiliyorsam, onlarında bizim neden oraya gittiğimiz konusunda kafalarında soru işareti varsa ve o soru işaretlerini atabiliyorsak, bunu gösterebiliyorsak benim başarı çizgim bununla sınırlıdır.



Sizin İç Anadolu için programınız nedir? Ne tür çalışmalar yapacaksınız?



Şuan için Konya programımız belli oldu. Diğer illerde de benzer bir çalışma çizeceğiz. Gerçi biraz illerin doğasına göre değişiyor ama… Konya’da iki gün kalacağız, oradan Karaman’a geçilecek. Sabah sivil toplum kuruluşlarının başkanlarıyla toplanacağız. Olabildiğince geniş bir sivil toplum arzu ettik. Sol Kuruluşlar, Dini Kuruluşlar, Alevi Kuruluşları, Kadın Dernekleri, Şehit Aileleri dernekleri yani farklı farklı kuruluşlarla hatta Kanarya Sevenler Derneği’nin başkanı bile olsa çok iyi olur dedik. İlla bir siyasi veya etnik bir var olmanın içinden olmak gerekmiyor. İnsanların ne düşündüğünü anlamak açısından önemli. Öğleden sonra esnaftan, etraftan insanların katılımıyla bir toplantı düzenlemeyi düşünüyoruz. Ardından da çeşitli yerlere biz ziyarette bulunacağız. Örneğin, Kürt köyleri var Konya’ya yakın oralara gideceğiz. Şehit ailelerini ziyaret edeceğiz. Şıhları ziyaret edeceğiz özellikle onların bağlantılarının önemli olduğunu düşünüyorum. Böyle bir program çizdik. Başka talepler gelirse mesela yerel medyanın çok ilgileneceğini tahmin ediyoruz. Elimizden geldiğince bu taleplere katılım göstereceğiz.



İç Anadolu’da insanların Kürt sorununa bakışı nedir? Ne bekliyorsunuz?



Kürt sorununa nasıl baktıkları başka bir soru, PKK’nın silah bırakma süreci başka bir sorun. Çünkü Kürt sorununu nasıl gördüğünüz diye sorduğunuzda, araya PKK’ya giden tartışmalar girecektir. Ama “kan dökülmesini durduracak her türlü girişime razı mısınız” sorusunu yönelttiğimizde bunun cevabı başka bir şey olabilir. Tabi ki oğlunu şehit vermiş annelerde var orada, köyleri boşaltıldığı için Orta Anadolu’ya göç etmiş insanlar da var.  Bunlar arasında yapılan kamuoyu yoklamaları İç Anadolu’da halkın %59’nun barış sürecini desteklediğini söylüyor. Ama bu genel bir rakam. Acaba her ilde benzer bir reaksiyon mu var, yoksa bu bazı yerlerde yüksek bazı yerlerde düşük mü ondan emin olmak çok kolay değil. Bizim görevimiz tüm bunları, hükümetten bağımsız gelişen tepkileri anlamak. İnsanlara barışı istiyor musun diye sorulduğunda evet ya da hayır der ama mesela hayır diyorsa nedeni nedir onu anlamak lazım. Ya da soruyu şöyle soruyorlar, peki barış bana ne getirecek? Ya da ne kazanacağım diye soruyor. İnsanların kafasında netleşmemiş olabilir. İnsanların birçoğuna bu saçma gelebilir ama bunu gerçekten soranlar var.



Son olarak İsmail Beşikçi’nin açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?



Taraflara olan güvensizliğin dışa vurmasıdır. Kimse PKK’nın en azından bir grubunun bir provokasyon yapmayacağını garanti edemiyor.  Güvenlik güçleri arasında bir çatlak çıkabileceğini kimse garanti edemiyor. Ya da başka istihbarat örgütlerinin vs bir yerlerde bomba patlatmayacağını düşünmüyor. Bu tedirginliğin en birinci sebebi güvensizlikten kaynaklanıyor. Zira Türkiye’de bu güçler buna neden oluyor. Bu ülkede Türk-Kürt çatışması yaşanmadı, PKK ile güvenlik güçleri arasında bir çatışma yaşandı. Yani hep dışarıdan bakıldı. Dışarıdan bakıldığı zaman ateş düştüğü yeri yaktı. Böylece güvensizliğin oluşması daha kolay oldu. Tüm riskler devlet üzerinden bakılıyor, toplumsal riski düşünmenin önünü açmak lazım. 




Galatasaray, Kayseri'yi ezdi geçti Maximin, Mourinho'yu hayal kırıklığına uğrattı Türkiye'nin en zeki illeri belli oldu! AFAD duyurdu: Muğla açıklarında deprem Narin Güran cinayetine ilişkin kritik bilgi İstanbul'da polise saldırı: Şüpheliler gözaltında