Orhan Tekelioğlu/Radikal
Yerden Göğe görüntülü gürültü
Ekranlarda kötü bir tartışma kültürümüz olduğunu fark etmek için, bu minvaldeki birkaç programa bakmak yeterli oluyor. Örneğin, üniversitelilerin tartıştığı, lisedeki münazara kültürünün bir uzantısı olan Beni İkna Et, gelecekteki tartışmalara dair ipuçlarını veriyor. Sesini yükseltince dinlenir olacağını sanan, birbirinden laf çalmayı marifet sanan, karşısındakinin sözünü sonuna kadar dinlemeyi zul addeden bir kuşağın gelmekte olduğunu fark ediyoruz. Bugün ekranlarda öne çıkan, programcılar tarafından tercih edilen tartışmacıların neredeyse tamamı bir “reddiye neslinin” mensupları. Yayıncılık tekeline sahip olduğu yıllarda ekran başındakilerine sıkıntı nöbetleri geçirten, ağızlarını oynatmayı konuşma sanan, kaknem ve korkak tartışmacılarla dolu TRT ekranına aleni bir saldırı, bir reddiye gibiydi özel TV’lerin tartışma programları. Özel TV’lerin yayına geçtiği 90’ların ikinci yarısından itibaren izleyici bambaşka bir tartışma ve tartıştırma üslubuyla tanıştı.
90’ların tartışmaları
Bu programlar, hem konuları hem de süreleri bakımından
TRT’dekilerden çok farklıydı. Sabahlara kadar tartıştıran Siyaset
Meydanı gibi programları ya da birden çok sunuculu, konuğu sigaya
çeken Kırmızı Koltuk gibi programları kim unutabilir? Bu
programların nasıl ezber bozduğunu, siyasal yapılanmayı ve tartışma
temalarını nasıl yerle bir ettiğini şimdilerde anlıyoruz. Çünkü bu
tartışmalarda ilk kez “elitlerle” “halkın temsilcileri” karşı
karşıya geldi ve hemen her düzeyde, “halkın temsilcileri”
“elitleri” mağlubiyete uğrattı. Laiklikten dem vuranların temel din
bilgisi bakımından yerlerde süründüğünü bu programlarda fark ettik.
Anlı şanlı anayasa hocalarının demokrasi düşüncesinden
nasiplenmediğini şaşkınlıkla gözlemledik. “Laikçiler” ilk
yenilgilerini bu programlarda tattılar, üniversitenin kaknem
temsilcileri, yani “fasulyeden” hocalar halkın onlara itibar
etmediğini, başka “hocalardan” ilham alındığını ancak o zaman
öğrendiler. İyiydi, hoştu belki bu tartışmalar ama şu anda
yaygınlaşan bir tartışma üslubuna da öncü oldu.
Çünkü, katılımcıların bağırarak konuşmaları, karşısındakini dinlememeleri, söz verilmeden tartışmaya katılmaları, hatta sinirlenip stüdyoyu terk etmeleri “halk tipi” bir dobralık, yalansız dolansız bir üslup olarak görüldü, zımnen kabullenildi. Bu nedenle olsa gerek, artık yepyeni bir tartışmacı tipi var, ekrandaki duruşunu bir performans sanatçısı gibi çalışmış, “taraf” olmayı görev edinmiş militan tartışmacılar. Özellikle futbol programlarında ve siyaset tartışmalarında bu tip tartışmacılar prim yapıyor, fark ediliyorlar. Bir tür “siyasal televole” anlayacağınız. Aralarından sıyrılanlar ekranın dilini çoktan çözmüş, nerede bağıracağını, nerede güleceğini, hangi kameraya bakılacağını, konuşulmayan anlarda bile jestlerle, mimiklerle konuşmayı öğrenmişler.
Sunucular
Dikkat ederseniz, şu ana kadar egoları kaplarına sığamayan, ekranda
kolayca faul yapabilen, gerektiğinde espri patlatan, gerektiğinde
gözleri dolan, yüksek sesleriyle kulakları çınlatan
“tartışmacılardan” söz edip durdum. Peki, moderatörler (sunucular)
bunlar karşısında ne yapıyor? Genellikle susuyor, çok fazla müdahil
olmuyor, stüdyoda saldırgan sözler uçuşurken pırıltılı saçlar ve
donuk gözlerle havalara bakıp belki de reyting hesabı yapıyorlar.
Ancak iş fiziksel saldırı ya da aleni hakaret sınırına dayandı mı
katılımcılara müdahale ediyorlar. Tabii ki, hepsi böyle olmayabilir
ama, tuhaf bir karşıtlık oluşuyor ekranın moderatör ve tartışmacı
kanatlarında.
Bu tartışma biçimi ekran başındakini iyice bıktırmış olmalı ki,
şimdi de formatın tersyüz edilmiş hali tekrar kullanılmaya
çalışılıyor. Yeni uygulamalarda sunucular çoğullaşıp
“sorguculaşırken”, konuklar da tekleşiyor.
Yerden Göğe böyle bir çaba. İlk bakışta Neşe Düzel ve Ahmet Altan’ın tek konuk alıp, önceden çalışılıp hazırlanmış sorularla konuğu sıkıştırdığı Kırmızı Koltuk model alınmış gibi görünüyor. Ama Berna Laçin, Funda Özkalyoncuoğlu ve Rasim Ozan Kütahyalı’dan oluşan “sorgucular” korosu ile Düzel ve Altan çiftinin üslup benzerliği hiç yok. Aslında, Yerden Göğe sorgucularının dişe dokunur soruları olduğunu bile söyleyemeyiz, aynı soruyu defalarca sorabiliyor, birbirinin sorusuna atlayıp değiştirebiliyor, sürekli yüksek sesle konuşuyor ve birbirlerine ayar verip duruyorlar. Bu uyumsuz koro karşısında konuk neye uğradığını şaşırıyor. Tam bir soruya cevap verecekken, araya giren bir başka soru nedeniyle ya susuyor, ya saçmalıyor ya da kendini tekrar edip duruyor. Bu düzeni, bir tek Survivor komiği Taner bozabildi hiperaktif karakteriyle, o kadar. Sunucuların birbirini çelmelemesiyle ekranda bir sakalet beliriyor özetle.
Çizgi roman karakterleri
O halde, şu soru
önem kazanıyor: Bu insanlar ekranda nasıl göründüklerinin, ne
yaptıklarının farkında mı acaba? Evet, ne yazık ki, farkındalar ve
bu işi bilerek yapıyorlar. Postmodern TV ekranınının olmazsa olmazı
performansın bizzat kendisi. Ekrandaki görünümlerini
(“karakterlerini”), performe ederek yaratıyorlar. Örneğin Rasim
Ozan Kütahyalı, Ters Köşe gibi bir siyasal tartışma programında
Ümit Zileli ile “korakor” mücadele ederek rüştünü çoktan ispat
etmiş durumda. Tecrübe bakımından bu minvalde Berna Laçin de fena
sayılmaz, ekranın sürekli kahkahalar atan “samimiyet”
şampiyonlarından. Funda Özkalyoncuoğlu’nun işi daha zor, pek
tanımıyoruz bu hanımefendiyi. Hepsi kendini, deyim yerindeyse, bu
program esnasında bir çizgiroman karakteri gibi yaratmaya
çalışıyorlar. Onları görünce nasıl davranacaklarını kestirmemizi,
ne diyeceklerini tahmin etmemizi istiyorlar. Aynen “tür”
sinemasının tipik karakterleri gibi kendi rollerinin terziliğine
soyunuyorlar. Yerden Göğe’de çalışmayan, sakil kalan tam da bu
karakterlerin ruhu. Tartışma programlarına uygun karakterlerden
sunuculuk yapması, yani başka bir rol beklenince, konuklarla değil
birbirleriyle mücadele etmeye başlıyorlar ve film kopuyor! Yerden
Göğe, ne yazık ki, ekranda bir görüntülü gürültüden, sığ bir ses
yığınından başka bir şey değil.
* Bahçeşehir Üni.