Cem KÜÇÜK/YENİ ŞAFAK
Cemaat'in bir kanadı iktidar ortağı mı?
Karl Popper'ın çok meşhur bir, 'açık toplum, kapalı toplum' modeli vardır. Bu modele göre açık toplumlar demokrasinin çabuk yeşerdiği, ekonominin canlı olduğu yapılardır. Kapalı toplumlar ise daha totaliter yönetimlerin hakim olduğu, ekonomisi devlete bağlı üretken olmayan sistemlerdir.
Türkiye, Özal'ın iktidara geldiği 1983 yılına kadar dışarıya
neredeyse tamamen kapalı bir ülkeydi. Popper'ın modeline göre
kapalı toplumun tipik bir örneğiydi. Özal 24 Ocak kararlarından
başlayarak ekonomiyi liberalleştirerek açık topluma doğru geçisin
ilk adımlarını attı. Siyasette aynı adımlar daha hızlı atılamadığı,
daha doğrusu askeri vesayet baskın gücünü koruduğu için Türkiye ne
tam açık ne de tam kapalı bir ülke oldu. Özal'ın cumhurbaşkanı
olduğu 1989 ila AK Parti'nin iktidara geldiği 2002'ye kadar aradan
geçen on üç yıllık zaman dilimi de bu açıdan Türkiye'nin 'kayıp
yılları' olarak tarihe geçti.
Elbette ülkelerin gelişmesi sadece siyasetle olmaz. Gelişime
önayak olan birçok sac ayağı vardır; toplumsal dinamikler, sivil
toplum kuruluşları vs... 1990'lı yılların başından itibaren Gülen
Cemaati ortaya büyük bir vizyon koyarak dünyanın her yerinde Türkçe
eğitim veren okullar açtı. Bir nevi gönüllüler hareketi olan bu
hareket giderek güçlendi ve toplumsal tabanını sağlam zeminlere
oturttu. Bugün laik cenahtan bile birçok insanın çocuklarını Cemaat
okullarına göndermede bir beis görmemesi hareketin ne kadar
başarılı olduğunun en net kanıtı...
Ancak güçlenen her yapı gibi Cemaat de haklı ya da haksız bazı
suçlamalara maruz kaldı. Özellikle bir kanadın, emniyet, yargı ve
milli eğitimde kadrolaştığı iddia edildi. Bazen bu eleştiriler
kendi içlerinden yetişmiş ve devletin kritik noktalarında görev
yapmış bürokratlardan geldi. Hatta Cemaat'in devleti ele geçirme
gibi ispatı asla mümkün olmayan gizli planları olduğu bile
söylendi.
Benzer eleştiriler iktidara geldiği günden bu yana AK Parti ve
Başbakan Tayyip Erdoğan için de yapıldı. 10 yıllık AK Parti
iktidarında Türkiye büyük dönüşümler yaşadı. Askeri vesayetin
belinin bükülmesinden tutun da ekonominin büyümesine kadar birçok
kırılma yaşandı. Türkiye siyasetini ve dünyadaki değişimleri iyi
okuyan Tayyip Erdoğan, karşısında etkili bir muhalefet de olmayınca
kendisiyle yarışır oldu. Her seçimden büyük bir zaferle ayrıldı. Ak
Parti ve Tayyip Erdoğan'ın belki de en büyük şansı, yıllarca baskı
görmüş, sindirilmeye çalışılmış birçok gruptan tam destek
almasıydı. Gülen Cemaati de Ak Parti ve Tayyip Erdoğan'a açıkça
destek verdiler. Ta ki iki kesim MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın
ifadeye çağrılmasının ardından karşı karşıya gelinceye
dek...
Aslında aynı hedeflere yürüyen iki yapının birden bire ters
düşmesi kafaları karıştırdı. Belki de içten içe devam eden mücadele
ilk kez su yüzüne çıkmış oldu. Bizzat Başbakan'ın emriyle Oslo'da
PKK yöneticileriyle görüşen dönemin Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı
(şimdiki MİT müsteşarı) Hakan Fidan, savcıya göre suç işlemişti. O
dönem farklı bir görevde bulunan Hakan Fidan, savcılığın ifadeye
çağırdığı gün devletin en önemli sinir merkezlerinden birinin,
Milli İstihbarat Teşkilatı'nın en tepedeki adamıydı. Olayın
ardından Cemaat'e yakın hemen hemen bütün yazarlar sözbirliği
etmişçesine Hakan Fidan'ın görevden alınmasını istediler. Halbuki
Fidan her adımını Başbakan'ın bilgisi dahilinde atmıştı. Hiç şüphe
yok ki, savcının asıl hedefi Tayyip Erdoğan'dı.
Dünyanın her yerinde hükümetler kanı durdurmak için terör
örgütleriyle el altından görüşürler. Bu gayet tabiidir.
İngiltere'de hükümetler birçok kez IRA'yla görüşmüştür. ABD
El-Kaide'yle her daim temas halindedir. Başbakan'ın emriyle böyle
bir görüşme yapan Hakan Fidan'ın Cemaat'in hedefi olması kafaları
kurcalayan bir mesele. Çünkü Hakan Fidan'dan rahatsız olan tek
kesim Cemaat'in bir kanadı değil. İsrail Devleti ve gizli servisi
MOSSAD da Fidan'ın MİT Müsteşarlığı görevine getirilmesi sırasında
oldukça sert tepki göstermiş, Fidan'ı 'İrancı' olmakla
suçlamıştı.
Malum, dünya siyasetine kafa yoran herkes ABD'nin İran'daki
rejimi değiştirmek istediği konusunda hemfikir. Orta Doğu'dan
Asya'ya uzanan hat boyunca İran bu haliyle ABD'nin işini
zorlaştırıyor. İran'ı Çin ve Rusya gibi iki gücün etkisinden
kurtarmak Amerika için elzem. Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AK
Parti iktidarı İran'a uygulanmakta olan yaptırımları onaylamıyor.
Olası bir operasyona asla sıcak bakmıyor ve bunu her yerde dile
getiriyor. Öte yandan Cemaat'e yakın bazı yazarlar tıpkı Hakan
Fidan olayında olduğu gibi İran konusunda da hükümetin karşısında
duruyorlar. İran'ı savunmayan ancak ona yönelik olası saldırılara
ciddi itiraz getirenleri de adeta topa tutuyorlar. Hükümetin Mavi
Marmara Katliamı sonrasında haklı olarak ipleri attığı ve İran'a
saldırmak için gün sayan İsrail'e karşı Cemaat'ten hiçbir eleştiri
gelmemesi olaya farklı bir perspektiften bakmamız için bizi adeta
'zorluyor'. Bu durum hükümetle Cemaat'in meselelere aynı zaviyeden
bakmadığını net bir şekilde ortaya koyuyor. Bakış açılarındaki
farklılıklar, siyasetin sert iklimi bünyesinde açık bir çatışmaya
dönüşmüş durumda...
Tayyip Bey'in izlediği politikalarda Cemaat'e göre daha sarih
olduğu görülüyor. Eğer Cemaat'in 'şahin kanadı' Hakan Fidan
olayında olduğu gibi kendisine güç devşirmeye çalışıyor ve
iktidardan pay istiyorsa büyük bir hata yapıyor. Çünkü demokratik
toplumlarda ülkeyi, Meclis'ten güvenoyu almış seçilmiş hükümetler
yönetir. Meşruiyetin temel kaynağı budur. Cemaat'in bu 'şahin
kanadı' eğer kendini iktidara ortak sayıyorsa ayağına kurşun
sıkıyor demektir...
Ve yine bu 'şahin' kanat, iktidar kavgalarında seçilmiş hükümet karşısında pek şansının olmadığını biliyordur. Elinde yürütme erkini tutan hükümet kendisine rakip olacak dışarıdan bir güce asla müsaade etmeyecektir. Cemaat'in 'şahin kanadı' illa ben bu sahada top koşturacağım diyorsa, siyaset arenası oradadır.