YAZAR ESMAHAN AYKOL: GAZETECİLİĞE LANET ETTİĞİM BİR DÖNEM OLDU, BİLEĞİME BAĞLI BİR TAŞ GİBİ GELDİ GAZETECİLİK GEÇMİŞİM

© MEDYATAVA- Öğrencilik yıllarında Sokak Dergisi'nde adım attığı gazeteciliği Güneş, Nokta ve Radikal İki'de sürdüren, şimdiyse kendini tamamen roman yazmaya veren Esmahan Aykol, yazma sürecini, gazeteciliğin edebiyatına kattıklarını, sıra dışı bir polisiye roman kahramanı olan Kati Hirşel’i ve son dönem öne çıkan eşcinsel cinayetleri hakkındaki düşüncelerini Sayım Çınar’a anlattı.

Google Haberlere Abone ol
YAZAR ESMAHAN AYKOL: GAZETECİLİĞE LANET ETTİĞİM BİR DÖNEM OLDU, BİLEĞİME BAĞLI BİR TAŞ GİBİ GELDİ GAZETECİLİK GEÇMİŞİM


 


Esmahancım, roman yazmadan önce, Sokak dergisinde başlayıp, uzun yıllar gazetecilik yaptın. Gazeteci olman yazma sürecini nasıl etkiledi?


 


Gazetecilik yapmamış olsaydım, daha erken kurgusal metinler yazmaya başlardım diye düşündüğüm ve gazeteciliğe lanet ettiğim bir dönem oldu. Beni yeryüzüne, gerçek hayatın sıradanlığına, kısırlığına çeken, bileğime bağlı bir taş gibi geldi gazetecilik geçmişim. Diyelim hayallerimde Bolivya’da dere tepe gezmek istiyorum ama Boğaz’a üçüncü köprü yapılıyor ya da nükleer santral ya da dünyanın çöpü Karadeniz’e yığılıyor ve benim temel meselem bu olmak zorunda. Ne kadar asap bozucu, değil mi? Ama sonra, gazeteciliğin bana kattıklarının birer birer farkına vardım. Örneğin, benim romanlarımın öne çıkan niteliklerinden biri, güçlü yazılmış diyaloglar. Bütün kahramanlarım, kendi sosyal konumuna, eğitimine uygun sözcüklerle konuşur. Bu, işte benim gazetecilik yaparken, insanları konuşturur ve dinlerken öğrendiğim bir şey. Bir de tabii, Sokak’ta ve daha sonra çalıştığım yerlerde tanıdığım insanlar var. Üstüne titrediğim bütün dostluklarımı o dönemde kurdum ben.


 


Zaman zaman Radikal İki’ye de ilginç yazılar kaleme alıyorsun. Radikal gazetesiyle nasıl bir ilişkin var? Radikal’in hayatındaki önemi nedir?


 


1998’de Berlin’e gitmeden önce Radikal İki’de çalıştım da ben. Gene Tuğrul Eryılmaz başındaydı. Tuğrul’la sadece çalışmak değil, birlikte çay içmek bile hoştur. Eski filmleri, yeni filmleri, şarkıları, kitapları bilir. Hayatımda tanıdığım, hayata en açık insandır o. Radikal İki’nin, güçlü ve saygın bir medyum olduğunu düşünüyorum.


 


Kati Hirşel, polisiye romanlarının başkarakteri. Kati Hirşel biraz sana benziyor mu?


 


Kati Hirşel kadar girişken, rahat, hazırcevap, komik ve pervasız olmayı canı gönülden dilediğim zamanlar oluyor. Belki eskiden, roman yazmaya ilk başladığımda öyleydim de… Ama dört duvar arasına kapanıp saatler, haftalar, aylar ve yıllarca roman yazmak, insanın sosyal reflekslerini zayıflatıyor. Roman gerçekliğinde, Kati gibi bir kadının benliğinde gezinip ona komik komik, parlak laflar söyletebiliyorum da gerçek hayatta öyle biri değilim. Yaşça da benden büyük Kati Hirşel. Onu Monica Belluci’ye benzetiyorum ya da benim çok sevdiğim Alman oyuncu İris Berben’e. Zamansız güzel, aura’sı olan bir kadın.


 


Kati'nin Kuledibi'nde polisiye romanlar sattığı bir "Kitapçı Dükkanı" ve evi, İstanbul'un çeşitli semtlerine dağılmış arkadaşları ve Peugeot marka eski bir otomobili var. İstanbul'daki bütün cazip erkeklerin ya evli ya da eşcinsel olduğuna inanmakla birlikte, gene de Allah'tan umudu kesmiyor. Doğru erkeği bulana kadar da maceraya açık. Fakat serinin son kitabı “Şüpheli Bir Ölüm”de aşk hayatı berbat. Bundan sonra neler olacak? Yeni roman ne zaman geliyor?


 


Kati’nin aşk hayatındaki açmaz, kadın okurların sorunsalı haline geldi sahiden. Bu gidişattan en çok Kati’nin kendisi mustarip elbette ve artık bu konuya el atacak. Yeni romanın kurgusunu yaptım, ufak ufak notlar da alıyorum. Şu kadar söyleyeyim: Edebiyat ve medya camiasında geçecek. Bir “anahtar roman” değil, yani gerçek hayattaki insanların kopyaları olmayacak. Hayatı birebir romana taşımayı sevmiyorum zaten. Ama hiç olmazsa bilinçdışı düzeyde hayatımdaki, sevdiğim insanlardan da etkileniyorum anlaşılan. Çünkü her romanda okurlardan gelen “A şu kahraman şu mu?” gibi sorularla karşılaşıyorum. Şu anda bir sonraki Kati Hirşel’in başına oturmadan önceki hedefim, yaklaşık iki yıldır yazmakta olduğum romanı bitirmek. Oburluk üzerine bir roman bu. Garip bir aşkın hikayesi.


 


“Savrulanlar” adlı romanın İngiltere’de geçiyordu. Bu romanı yazmak için İngiltere’ye gittin. Yazmak için Londra’yı seçmenin nedeni neydi? Bu şehirle nasıl bir ilişkin var?


 


Londra’yı oldum olası severim ben. Kendimi önce yok edip, hızla yeniden var edebileceğim bir şehir gibi geliyor bana, belki ondan. Londra’nın bölünmüşlüğünden, Hint mahallesinde ya da siyahların arasında gezinen tek beyaz olmaktan da garip bir zevk alıyorum. “Savrulanlar”ın temel meselesi “yabancı” olmaktı, alt-orta sınıftan olmaktı, göç olgusuydu. Bunun için, dikey mobilitenin imkansız göründüğü, neredeyse kastı andıran bir sosyal sınıf sistemine sahip İngiliz toplumundan daha iyisi bulunamazdı. Üstelik İngiliz devleti, şu anda Avrupa’da göçü en destekler gibi görünen devlet. Bunun temel nedeni ise, İngiliz ekonomisinin, göçmenlerin emeği üzerinde yükseliyor olması.


 


Sen aynı zamanda avukatsın. Hukukta aradığını bulamadın mı?


 


Bir tür “iş takipçiliği” olduğunu düşündüğüm avukatlık değilse de, hukukun teorisi beni hala çok çekiyor. Biliyorsun, Almanya’da master yaptım, doktorayı, ikinci romanım yayımlandıktan sonra, tez aşamasında bıraktım. Hukuk tahsilinin bir insana çok şey kattığını düşünüyorum; bundan kastım teknik bir hukuk bilgisinden ziyade, analitik düşünme yetisi geliştirmek.


 


Roman kahramanının bir dedektif ya da komiser olmayışı sana avantaj sağlıyor, değil mi?


 


Sanırım bunun en büyük avantajı, kahramanımın konvansiyonel olmayan yolları da kullanarak cinayet soruşturması yürütebilmesi. Kati Hirşel, cazibesinin, insanlar üzerindeki karizmatik etkisinin sınırlarını sonuna kadar zorluyor ve başarıya da ulaşıyor. En azından, her öyküde, cinayeti çözüyor.


 


Polisiye romanlar yazarak, kötülüklerden mi korunuyorsunuz? Kötülüklerden kaçmak zor olmuyor mu? Hiç bir menfaati dahi olmadan başkasının acı çekmesinden zevk alan insanlara nasıl bakıyorsunuz?


 


Geçen gün bir arkadaşım, “Kötülük yapmak öğrenilen bir şey mi?” diye sordu. “Evet. Hem de bulaşıcı,” dedim. Aslında, içinde zeka olan hiçbir şeye, bu kötülük olsa bile, karşı olamıyorum. İşte Dr. Faustus’u hala ayıla bayıla okuyoruz. Ama küçük şahsi hesaplar, garez, kıskançlık, öfke, ilkel bir intikam alma güdüsünden motive olan, ego sorunlarıyla bezeli, iftira üzerinde yükselen bir “kötülük yapma” anlayışı bana sıkıcı geliyor. Bir tek polisiye değil, edebiyat, yedi ölümcül günahtan besleniyor, çünkü günahlar da sevaplar kadar insana dair. Ve insanın doğasında olan her şey edebiyatın içinde. Roman yazmanın ötesinde, esas olarak, iyi bir okur olmanın beni kötülüklerden koruduğunu, hiçbir kötülükten kaçmamı gerektirmeyecek bir yere taşıdığını düşünüyorum. İyi edebiyat, okurun üzerine serpilen bir avuç yıldız tozu bence. Bu arada, kötülüğe dair yazılmış en muhteşem metnin Tevrat olması da ilginç, değil mi?


 


Türkiye’de son zamanlarda suç türü olarak karşımıza eşcinsel cinayetleri de çıkmaya başladı. Nedenleri ve sonuçları itibariyle cinsellikle teması olan suçlar hakkında ne düşünüyorsunuz?


 


Son iki yılda 29 travestinin cinayete kurban gittiğini öğrendiğimde dehşete düştüm. Hemen her gün, üçüncü sayfa haberlerinden, öldürülen kadınları okuyoruz ama travesti cinayetleri kısa haber konusu bile olmayabiliyor. Genel bir muhafazakarlaşma sürecinden geçtiğimize inanıyorum ben. Ama toplumun farklı görünene, farklı olana tahammülsüzlüğü yeni bir şey değil. Uzun saçlı erkek de, “kabul edilebilir” normların ötesinde açık saçık giyinen kadın da, boynunda haç ya da Zülfikar taşıyan da bu tahammülsüzlükten payını alabilir. Gene de bu toplumun “en alttakileri” travestiler. Bazıları tarafından erkek cinsine bir hakaret ya da tehdit olarak algılandıklarını da düşünüyorum. Yaygın homofobi, bu olgunun uzantısı. Klasik anlamda nefret cinayetleri bunlar ve başka memleketlerde bu özellikleri nedeniyle ağırlaştırılmış cezai müeyyideye tabiler. Oysa bizde, travesti katilleri ağır tahrik nedeniyle ceza indiriminden yararlanıyor ve bu pek kimsenin umurunda değilmiş gibi duruyor.


 


Geçmiş yıllarda ülkemizde polisiye roman hep üvey evlat muamelesi görüyordu. Bunu neye bağlıyorsunuz?


 


Pek bir şeye bağlayamıyorum. İncil’den sonra en çok okunan kitaplar, Agahta Christie’nin yazdıkları. Commandante Marcos da Dostoyevski de polisiye yazıyor. Daha neyi konuşacağız ki? Bence iyi edebiyat, iyi edebiyattır.


 


Türk basınında polisiye roman denildiğinde aklına hangi köşe yazarları geliyor? Severek okuduğun köşe yazarlarına kimleri örnek verebilirsin?


 


Sadece polisiye değil, genel olarak kitap okuyan fazla köşe yazarı yok gibi geliyor bana. Okuma alışkanlığına sahip olması, garip bir şekilde, üzerinde konuşulacak biri haline getirebilir bir köşe yazarını. Yazdıklarına bakarak, eline son yıllarda tek bir kitap almadığını düşündüğüm insanlar var. Yanlış anlaşılmasın, her köşe yazarı felsefe ya da edebiyat eleştirisi yazsın gibi bir şey demek istemiyorum ama edebiyatın bize kapılarını açtığı dünyalar olmadan hayatı, siyaseti kavramak mümkünse eğer, onu ben anlayamıyorum.


 



 


SAYIM ÇINAR


sayimc@superonline.com


 

Sıradaki Haber İçin Sürükleyin