ÖMER ÖZGÜNER / VATAN KİTAP
Elimde değil, “Vesikalı Yarim”de Sabiha’nın, hani pavyonda konsomatrislik yapıp, evli bir erkeğe gönlünü kaptırdığı, erkeğin de bütün pavyon kadınlarının ikinci bir ismi olduğuna olan inancı yüzünden “gerçek adın ne” sorusuna verdiği yanıtı unutamıyorum: “Takma isim olsa Sabiha mı olur?” Herkesin gönlünden yatan bir Türkan Şoray vardır, benimkinde de “Vesikalı Yarim” vardı.
Sonra Türkan Şoray’la bir televizyon projesi için çalışınca,
oyuncu Türkan Şoray’dan gerçek Türkan Şoray’a duyulan derin
sevgi... İşine, sinemaya olan aşkını gözlerimle gördüm. O günlerden
belki çok daha önceden hayalini kurduğu kitabı şimdi elimde.
Abartmadan söylemeliyim, bir solukta okudum bu kitabı.
Gerçekten..
Bir solukta okudum; Eyüp’te babasının terk ettiği evinde, ömür boyu
sevdiği annesiyle, o evin damından izlediği ışıklar içindeki
kadının oynadığı “Acı Pirinç” filmiyle sinema aşkına tutuluşunu...
Fatih Kız Lisesi’nde okurken, babaları hâlâ onları aramamışken, bir
filmi merakla izleyenler arasında büyüleyici güzelliğinin fark
edilişini, annesinin şüphe içinde bir filmde rol almasına razı
oluşunu, bütün bunlar yüzünden çok sevdiği okulunu
bırakışını...
İLK YÖNETMEN
Bir solukta okudum; iki yüz filmi aşan sinema kariyerinde ilk
yönetmenin Türker İnanoğlu olduğunu. Metin Erksan, Ö. Lütfi Akad,
Atıf Yılmaz, Osman Seden, Ülkü Erakalın, Nejat Soydan, Ertem
Eğilmez, Halit Refiğ, Bilge Olgaç, Zülfü Livaneli, Uğur Yücel, Ali
Özgentürk ve adlarını muhtemelen atladığım, sinemanın bütün yapı
taşı yönetmenleriyle çalıştığını... Çok sayıda senaristin imzasını
taşıyan senaristler arasında Safa Önal’ın mühim bir yer
tuttuğunu...
Bir solukta okudum; Türkan Şoray sinemasının aynı zamanda bir erkek
starlar, jönler resmi geçidi olduğunu; Ayhan Işık, Kadir İnanır,
Ediz Hun, Tarık Akan, Fikret Hakan, Cüneyt Arkın, İzzet Günay gibi
isimlerle, melodramdan başlayıp star filmlerine, komediden
toplumsal gerçekliğe kadar geniş bir yelpazeye birlikte imza
atmalarını. Ve hepsi için bugün bile bir cümlelik polemik
kelimesinin geçmediği, küçük işaretlerin altını kazıyan bir
hassasiyet gösterişi... Mesela Fikret Hakan için şu dedikleri
“Fikret Hakan bir gün bana ‘ne okuyorsun’ diye sordu. Kem küm ettim
duygularımı ifade edemedim. Çok sevdiğim halde Fikret Hakan’la hep
mesafeli oldum” ya da “Cemile”deki hayal kırıklığı için senaristini
bir türlü ikna edemediğini şu cümlelerde anlatışını, “senaristle
maalesef aynı noktada buluşmadık, mücadele etmekten sıkıldım ve
gelen senaryoya razı oldum. Dizi çekildi ama düşündüğüm başarıya
ulaşamadı.” Ne senaristin ismi, ne de fazla bir sitem...
Bir solukta okudum; bir efsaneye dönen Türkan Şoray kanunlarının
gerçekten olduğunu, on sekiz maddelik kanunlardan en konuşulanın
yani, filmde öpüşme ve açık sahne olmayacaktır, maddesinin altıncı
sırada yer aldığını. Ama bu maddelerden önce, daha nasıl öpüşülür
onu bile bilmeden Ayhan Işık’la öpüştüğünü... Kanunlardan çok
yıllar sonra bu kez Atıf Yılmaz’ın “Ölü Bir Deniz”inde cüretkar bir
Türkan Şoray olduğunu... Kimseyi kırmamak isteğinin daha çok
sevilmek için değil, samimi duygularında gizli olduğunu... Koca
kitapta en az yeri kendisinden 23 yaş büyük bir sığınak Rüçhan Adlı
ve âşık olduğu Cihan Önal’ın kapladığını ama ikisine de
“yaşadıklarımdan pişman değildim” selamı gönderdiğini. Annesini,
kardeşleri Nazan ve Figen’i ve elbette uğruna Ankara’da sinemasız
bir hayatı göze aldığı Yağmur’unu nasıl sevdiğini...
Bir solukta okudum: Atlardan düşüşünü, ölümlerden, felç
tehlikelerinden geçtikten hemen sonra yine ilk aşkına sinemaya
koşuşunu, setteki teknisyenden kameramana, ışıkçıdan görüntü
yönetmenine olan sevgisinden, sinema emekçileri için SODER
Başkanlığı’ndan kadın aktrislere olan dostluğunu... İçinde ukde
kalan şarkıcılığı... Dünyada topladığı ödüllere ve bugün
sinemamızın en güzel filmlerini önerip hayata geçirişini (Bodrum
Hakimi, Yılanı Öldürseler, Mahpus), “elinin hamuruyla bu işe
kalkışmasın” diyenlere inat başarıyla kotardığı yönetmenliği...
Ve okuyup bitirdim.
Bu kitap, “Türkan Şoray - Sinemam Ve Ben”, ne sadece bir biyografi,
ne de sadece kuru kuruya bir filmografi. Sinema tarihinin
genelliğiyle Türkan Şoray efsanesinin kişiselliği. Sinemaya
meraklıysanız bir bölümünü, benim gibi Türkan Şoray’ı daha fazla,
daha fazla tanımak için de özel yönlerinin altını çizebilirsiniz.
Samimi üslubu ve yine görsel anlatımı seçen tasvirleriyle her şey
gözünüzde canlanacak emin olun. Benim durumum farklı. Kitabı
bitirdiğimde, önsözünde yazdığı gibi (o sözler aramızda) Asya,
Mine, Sabiha, Gurbet veya Zehra’dan çok daha fazla sevdiğim birini
buldum: Türkan Şoray’ı...
***
"Sadece müzikallerde oynasaydım dünyayı tanıma ihtiyacım olmazdı"
Selim İleri kırkıncı sanat yılını kutladığında, yakın dostu Türkan Şoray, bizi kırmamış VatanKitap için edebiyatımızın bu çok özel yazarıyla röportaj yapmıştı. Türk Sineması’nın Sultanı anılarını “Sinemam ve Ben” isimli bir kitapta toplayınca, biz de iade-i ziyarette bulunalım dedik... Türk edebiyatının zarif kalemi Selim İleri sordu, Türk Sineması’nın Sultanı yanıtladı: “İki kişiye yanarım; biri Yılmaz Güney diğeri Belgin Doruk!”
Türkan Şoray’ı “Azap” filmini yönettiği dönemde tanıdım. Hayli
soğuk bir kış başlangıcı akşamıydı. Levent’teki evine gitmiştim.
Sonra, senaryoydu, film öyküsü arayışıydı, şuydu buydu, arada bir,
seyrek görüştük. Türkan Hanım için “Seni Kalbime Gömdüm”ü yazdığım
günlerde bile çekingen iki tanıştık.
Öz dostluğumuz 1980’lerin sonundadır. Asıl Türkan Şoray’ı o
tarihten sonra tanıdım diyebilirim. Bazen, sözgelimi bir kadeh
akşam viskisinden sonra, anılarını anlattığı olurdu. Bir
hatırlayış, bir çağrışım, herhangi bir görüntü, akşamın renkleri
onu anılara alıp götürüyordu. “Bu anıları ne zaman yazacaksınız?”
diye sorardım. Gülümsemekle yetinirdi. Özellikle annesinden
yansıyan anıların bütün bir kitap, bütün bir film oluşturacağı
kanısındaydım. Çok da ısrar etmiştim, “yazın” diye.
Nihayet “Sinemam ve Ben”in yazılması başladı. Kendi sanatında
doruğa çıkmış bir sanatçının, başka bir sanat dalında ürkekleşmesi
doğaldır. Ünlü, usta aktris Türkan Şoray da “yazar” Türkan Şoray’a
çok ürkek dönüşüyordu. Sonra birden yol almaya koyuldu. İçtenliği,
duyarlılığı, sezgisi kılavuzuydu. “Sinemam ve Ben” olağanca
gönüldenliğiyle ortaya çıktı. Bu kez de “ Eyvah! Bir rakip
geliyor!...” diyordum.
İşte şimdi, yine bir kış akşamı, sorular yöneltiyorum sevgili
Türkan Hanım’a :
Türkan Hanım, size hep “yazın” dedim ama siz buna çok da
kolay yanaşmadınız. Birçok sebepten olsa gerek. Ama şimdi
anılarınızı yayımladınız, bu kitabı yazmaya karar verişiniz, o
karar anını yaşatan neydi?
Aslında yıllardır düşünüyordum “Yazsam mı?” diye ama bir türlü
nereden nasıl başlasam bilemiyor, hep erteliyordum. Sonra bir
meslektaşım “Türkan artık kitabını yaz” diyerek beni yüreklendirdi.
O zaman “yazabilirim” diye düşünmeye başladım. Böylece bu kadar
yıla sığan birikimim, tecrübem netleşmeye başladı. Mesela son
yıllarda üniversitelerde iletişim fakültelerinin davetlerini hemen
kabul etmeye başlamıştım. Çünkü o gençlerin sinemacı olmak
istemeleri, gözlerindeki enerji beni çok mutlu ediyordu. İşte
arkadaşımın o sözleri sonrasında “Bu tecrübelerimi yazsam mı” diye
düşündüm. Ama bir öğüt, bir nasihat olarak değil... Belki yaşadığım
tecrübelerden yararlanabilirler diye düşündüm. Bu birinci
sebebimdi. İkincisi; Türk Sineması uzun yıllar bazı kesimler
tarafından çok küçümsendi. Buna çok üzülüyordum çünkü ben kendimi
Türk Sineması’na ait görüyorum. Mesela sinemamız İtalyan ve Fransız
sinemalarıyla mukayese ediliyor, “Onlar bunları çekerken, işte Yeni
Gerçekçi akımı falan övüp, bizimkiler zengin kız-fakir oğlanla
masal anlatıyor” diyorlardı. Ama bu çevreler çok ön yargılıydı,
şunu gözden kaçırıyorlardı: Türk Sineması’nda masalsı filmlerin
yanında gerçekçi filmler de yapılıyordu ve ne yazık ki bunlar göz
ardı ediliyordu. Ayrıca unutulmamalı ki, bizde o zaman sinema okulu
falan yoktu. O çok övdükleri ülkelerin sinema okulları vardı,
yönetmenleri eğitimliydi. Bizse her şeyi kendimiz, deneme-yanılma
yoluyla öğrendik. Bu yüzden bu gerçeklerin bu kitapla hafızalarda
tazelenmesini istedim. Bizler bunları, bu yılları yazmalıyız. Ben
bütün bu yılların tanığıyım. Birkaç kişiyiz bu yılların tanığı
olarak ve bunu yazma hakkına sahibiz. Bir de Yeşilçam’ı
eleştirirken şunu da göz önünde bulundurmalılar. Cumhuriyet
döneminde devlet desteğini hep opera ve baleye verdi, sinemayı bir
çağdaşlaşma ölçütü olarak görmedi. Sinema kendi kendini
izleyicisiyle var etti. Yani Türk Sineması’nı “halk” var etti.
O FİLMLER SAMİMİYETLE YAPILDI
Yani Türk sinemasını asıl “cumhur var etti” diyorsunuz. Bu ilk kez
ifade edilen bir tespit....
Ama öyle... Mesela Adana bölgesi “şu filmi ve bu oyuncuyu istiyor”
denir, ona göre film çekilirdi. Bu yüzden Türk Sineması yapımcıyı
taşeronlaştıran bir sinemadır. Hiçbir yapımcı kendi cebinden para
harcamamıştır. Bölgelerdeki işletmecilerin talepleriyle filmler
çekilirdi.
Buna rağmen neden filmler birbirine
benziyordu?
Çünkü sansür vardı, farklı konularda film yapamıyorduk. Yapımcılar
belli bir çerçevenin dışına çıkamıyordu, sonuçta yatırdığı parayı
da geri almak istiyordu. Bir tek kamerayla film çekiliyordu, teknik
açıdan da çok yetersizdik.
Yapımcıların sinemadan kazandığı parayı sinemaya
yatırmadığı yönünde de eleştiriler vardır. Sizin bu konudaki
yorumunuz ne?
Evet, bu nedenden dolayı sinema endüstrisi oluşmadı. Bir minibüsle
bir film çekilirdi. O yönetmenler, oyuncular el yordamıyla,
usta-çırak ilişkisiyle araştırarak, öğrenerek kendilerini
yetiştirdi.
Yeşilçam sinemasının küçümsenmesi ne zaman canınızı
acıtmaya başladı? O yıllarda mı, yoksa olayların dışına çıkınca
mı?
İlk başlarda farkında değildim, daha sonra fark etmeye başladım.
Mesela Türk Sineması’nı “Nayır nolamaz”ı kullanarak aşağılamaya
başladılar. Buna hâlâ çok kızarım. Seslendirme yapan bir oyuncunun
“Nayır nolamaz”ı yüzünden tüm Türk Sineması aşağılandı. Mesela
Kartal Tibet sette “hayır” diyor, filmde “Nayır” duyuluyordu, çünkü
Abdurrahman Palay öyle seslendiriyordu. Bizim suçumuz da vardı
tabii, sesli çekim yapmalıydık. Bu bizim suçumuz, kabul ediyorum,
ama şartlar öyleydi. Sürekli film çekiyorduk, senaryo ezberlemeye
vakit bile yoktu.
Ama halk “nayır”, “nolamaz” ile aydınlar kadar alay etmedi...
Elbette, bizim izleyicimiz muazzam bir hoşgörüye sahip. Ben tüm Yeşilçam Sineması’nın arkasındayım. Samimiyetle yapıldı o filmler. Son zamanlarda bu filmler tekrar izlenmeye başladı. Bence bu incelemeye değer bir konu. Demek ki biz çok doğru işler yapmışız. Çünkü bu filmlerde arkadan kuyu kazma yok, derin aşklar, sadakat, dürüstlük var, toplumun değer yargıları ön planda tutuluyordu. Biz böyle sinema yaptık. Bugün bu filmlerin tekrar seyrediliyor olması da bence bu duyguların eksikliğinin hissedildiğini gösterir. Mesela “Biz aşkı ve dürüstlüğü Yeşilçam filmlerinden öğrendik” diyenlerin sayısı o kadar çok ki. Ama şunu da söylemeliyim, sinema bulunduğu çağı yansıtır. Demek ki o zaman insan ilişkileri daha sıcak ve bozulmamış haldeymiş. Bugün insanlar daha değişti. Zengin olma isteği, kariyer isteği, günü birlik aşklar arttı. Bazı değerler kaybolmaya başlayınca izleyici de Yeşilçam’daki dünyanın ne kadar güzel bir dünya olduğunun farkına vardı. Belki biz hep masal anlattık ama güzel masallar...
DUYGUSAL YÖNDEN BAKTIM
Kitabınızla da bellek tarihimizde bir geçmişi canlandırmayı tercih
ettiniz...
Evet, çünkü bu benim görevim. Tamam sinema tarihi yazarları,
eleştirmenler zaten yazıyor. Ama ben bu sinemanın tanıklarındanım.
Ben Yeşilçam’a duygusal yönünden bakıyorum. Beni ne kadar nasıl
etkiledi, neler düşünüyorum... Bir de izleyicimle buluşmak için
yazdım. Benim izleyicim de benimle buluşmak istiyordu....
Kitaba baktığımızda anılar yoluyla bir gönül borcu ödeme
tavrınız da var, herkese küçük bir teşekkür mesajı
iletiyorsunuz...
Çünkü orası, 50 yıldır yaşadığım sinema dünyası, benim yuvam, nefes
aldığım yer. Bana karşı bir hata işlemiş olanları bile çoktan
affetmişimdir. Geçenlerde çok sevdiğim Ali Uğur’un kızı geldi sete
öptüm sarıldım. Hepsi benim akrabam, yakınım. Ama yalnızca ben
böyle değilim, Yeşilçam’ın içinde olan herkes bu şekilde hisseder,
bir kan bağı... Hepsini ailemden bir parça olarak görüyorum.
Bazı kırgınlıklardan da söz ediyorsunuz, Fikret Hakan’la
aranızdaki soğukluk gibi...
Hayır kesinlikle bir soğukluk olmadı, öyle anlaşılıyorsa çok
üzülürüm. Çünkü ben Fikret Hakan’ı bir hoca gibi görmüşümdür. Çok
sevmeme rağmen ondan biraz çekindiğimi söylemiştim, yanlış
anlaşılmış.
Siz filmlerinizde adeta yaşıyorsunuz. Sizi seyrederken hiç
rol yaptığınızı düşünmemişimdir...
Eyüp Sineması’nda bir yıl sonu müsameresi vardı. Açıkhava
Tiyatrosu’nda oynayacaktık. İlkokulu bitirmek üzereydim, ne film
seyretmişim, ne tiyatroya gitmişim... İçgüdüsel bir hisle
oynamıştım rolümü. Demek ki bizler eğitim alarak sinemaya
başlasaydık... Çok daha farklı yerlere gelirdik....
Ya da tam aksine yeteneğinizi olumsuz etkileyebilirdi...
Olabilir. Çünkü çok prova yaptığımda ilk provadaki duygumu
kaybederim. “Bir şeye hazırlandım ve o yalanı oynuyorum” hissine
kapılırım.
Benim size olan sonsuz hayranlığım “Acı Hayat” filmiyle
başlamıştır. Orada oyunculuk yerine adeta yaşıyorsunuz... Sizin
için oyunculuk nedir?
“Acı Hayat”taki manikürcü kız daha güzel bir dünya hayal ediyordu.
12-13 yaşıma kadar benim hayatım fena değildi, hatta 7 yaşıma
kadarki dönem, hayatımın en güzel dönemiydi. Daha sonra baba yok,
ev yok, annem iki kızıyla kalmış bir kadın... İncecik lacivert bir
ceketim vardı, paltom da yoktu. Okulda herkes kabanını asardı ya,
ben de o ceketimi. Zil çaldığında herkesin çıkmasını beklerdim,
ceketimi giymek için. Yani yokluğun ne olduğunu hayatı tanımaya
başladığım o dönemde yaşadım. O yüzden yönetmen, “Acı Hayat”
rolündeki kızı nasıl oynamam gerektiğini anlattığında onu çok iyi
anlamıştım çünkü aynısını bir yıl önce yaşamıştım. Sonra... Ne
demek oyunculuk? Bizim yaptığımız sahte bir şey değil çünkü.
‘Oyunculuk’ lafı dahi beni rahatsız ediyor. Dramlara şahit olup, o
dramları içinde hissedip onları başkalarına yansıtan kişi olarak
görüyorum kendimi.
KENDİ EL YAZIMLA YAZDIM
Kitabınızda Yeşilçam’a teşekkürlerinizin yanı sıra pek çok kişiyi
bağışladığınızı da görüyoruz. Oysa sizi çok eleştirenler oldu. Hiç
mi kırıklığınız kalmadı?
Göndermeler yaptım, burada da yapacağım. Beni Türk Sineması var
ettiyse, bugün bir Türkan Şoray varsa, seviliyorsa, saygı görüyorsa
bu seyircim sayesindedir. Seyircim ben ölene kadar hayatımın en
büyük değeridir. Ben seyircimin önünde saygıyla eğilirim. Bazı
kişiler, özellikle biri, bunu söylediğim için “seyirci yalakalığı
yaptığımı” söyledi. Hatta o yazar, bir yazısının başlığında “Türkan
Şoray Türk halkını yıllarca afyonlamış ve seyirci yalakalığı
yapmıştır” diye yazdı. Ben sevgi insanıyım, çok kolay affederim.
Ama bazen haksızlığa karşı inanılmaz kinciliğim vardır. O kişiyi
unutmayacağım.
Türkan Hanım, bu kitabı sizin değil, benim yazdığım
yönünde dedikodular var. Ne yazık ki, bizim aydın çevremizin böyle
ahmak bir özelliği vardır. Bu yüzden sormak istiyorum; bu kitabı
siz mi yazdınız?
Ne kötü, ne acı bir hakaret. Bunu söyleyenlere çok kızdım, beni çok
üzdüler. Bu kitabı sabahlara kadar oturup el yazımla yazdım. Bu tür
sözler çok gücüme gider. Sahte bir şey olur bu, insanları
kandırmak. Böyle bir şey yapsaydım, kendime saygımı yitirirdim,
başkası benim gibi hisseder mi, sonra? Aksine bu kitabı bitirir
bitirmez ilk size okuttum. Çünkü sizin gibi değerli bir yazarın
fikrini almak istedim.
Ben de onur duydum. Bu iftiralar sanırım kaleminizin
beklenmedik gücünden kaynaklandı. Açıkçası “bana rakibe geliyor”
diye bu durumdan hoşlanmıyorum. Mesela kitapta o kadar ince bir yer
var ki, bir sünnet sahnesi, okurken kıskandım. Yaşadıklarınızı bir
yazar ustalığıyla kaleme dökmüşsünüz ve onlara insani bir boyut
katmışsınız. Acaba insan Türkan Şoray olduğu vakit mi kibirden
uzaklaşabiliyor?
Yıllar içinde değişiyoruz, insanlara bakış açımız değişiyor,
hoşgörü kazanıyorsunuz.
Bu kitap, genel olarak insanların size olan sevgisine,
hayranlığına bir teşekkür... Ama özel yaşamınıza dair şeyler de
geri planda tuttulmuş. Bir gün özel yaşantınızı da yazmayı
düşünüyor musunuz?
Buna şiddetle karşıyım. Çünkü insanın bir mahremiyeti vardır. Bu
mahremiyetin gözler önüne serilmesine karşıyım. Neden her şeyimi
ortaya dökeyim? Ben bazı şeyleri kendime saklamak isterim. Sinemayı
anlatmayacak olsaydım bu kitap işine de girmezdim. Ne gerek var
özel yaşantımı dışa vurmaya. Özel hayatıma dair bazı noktalar var
bu kitapta, çünkü sinemanın özel hayatıma, özel hayatımın da
sinemaya değdiği noktalar var. Yağmur’un doğumundan sonra, 2 yıl
sinemadan Yağmur’a bakmak için uzaklaşmam gibi. Sinemayla olan
ilişkimi etkileyen süreçleri yazdım, o kadar, daha fazlasını
yazmam. Bunu size ilk kez anlatacağım.
Kitapta da Belgin Doruk’la tanışamadan onun vefat
etmesinden duyduğunuz üzüntüden bahsediyorsunuz. Bir dönem Belgin
Doruk’la görüşme şansım olmuştu, o zamanlar sizinle bu kadar samimi
değildik, o yüzden size anlatamamıştım. Biliyor musunuz, hep sizi
sorardı; “Türkan gelir mi” diye. Bu konuda ne söylemek
istersiniz?
Ahh, sahi mi? Yandığım iki kişi vardır, biri Yılmaz Güney, diğeri
Belgin Doruk. Sürekli gideceğim diyordum. Çok isterdim gitmeyi...
Olmadı.
Hiç maddi hırsım olmadı
Atıf Yılmaz 25 yıl önce birlikte yürürken, sanırım Taksim
Meydanı’ndaydık, size “Giderek Azize (Meryem Ana) oluyorsunuz”
demişti. Kitabınızın ilk sayfasında çocukluk fotoğrafınız var,
belki de artık o Türkan Şoray’a dönüyorsunuz. Şu anki hoşgörüye bu
duruma nasıl ulaştınız?
Kendimi hiçbir zaman çok şöhretli ve ayrıcalıklı biri olarak
görmedim. Hayatta hiç maddi bir hırsım olmadı. Tek hırsım daha çok
filmde, daha iyi filmlerde oynamak oldu. Benim beynimi, ruhumu,
hayata bakışımı değiştiren olgunlaştıran şey mesleğim... Bu sayede
de insanları tanıdım. Onların dünyalarına girip onları
canlandırdım. İnsanları tanıyınca, hayata da o insanlar gibi
bakmaya başlıyorsunuz ve kendinizi ayrıcalıklı görmüyorsunuz. Belki
sırf müzikallerde oynayan bir oyuncu olsaydım dünyayı tanıma
ihtiyacım olmazdı. Ben gerçek hayatın içinde bir insanım. Bu da
farkında olmadan bilinçaltımda bir olgunluşma yaratmış olabilir.
Çünkü her şeyin bir sonu var; zenginliğin de mutluluğun da
umutsuzluğun da... Bunu fark edince o 9 yaşındaki çocuğa dönüştüm.
İnsanları olduğu gibi kabul ettim.