Ses kayıtlarının ardından mahkemeye gitmeye hazırlanan Derya Sazak: Toplu basın davasına dönüşebilir! Sazak Medyatava'ya konuştu

© MEDYATAVA Milliyet Gazetesi eski Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak ile Medyatava'dan Eylem Yılmaz konuştu.

Google Haberlere Abone ol
Ses kayıtlarının ardından mahkemeye gitmeye hazırlanan Derya Sazak: Toplu basın davasına dönüşebilir! Sazak Medyatava'ya konuştu

Başbakan Erdoğan ve Milliyet Gazetesi İmtiyaz Sahibi Erdoğan Demirören arasında geçtiği iddia edilen internette yayınlanan ses kayıtları gündeme bomba gibi düştü.



Ses kayıtlarında adı 'anılan' Derya Sazak ile Kanlıca'da buluştuk. "Merhaba"'dan sonra ki lafı, "Görüyor musunuz ne yaptılar? Toz duman ettiler ortalığı" oluyor.



Sazak'ın önünde bir sürü gazete, internette yayınlanan ses kaydının metnini arıyor bir yandan da; "Ben böyle rezalet görmedim, bu kadar da olmaz" diyor. Telefonları susmuyor. Röportajımız sırasında yanımızda bir televizyon ekibi beliriyor, daha önce verilmiş bir söz... Kısa bir röportaj verdikten sonra biz söyleşimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.



Röportajımız sırasında Sazak'ın aklına Bülent Ecevit'in 'Takalar' şiiri geliyor: "takalar geçiyor allı yeşilli, takalar geçiyor dümenleri lâzlı..." "Bu şiiri artık, tapeler geçiyor allı yeşilli, tapeler geçiyor" diye uyarlayabiliriz diyor gülerek... ve ekliyor; "Her gün tapelerle oturuyor tapelerle kalkıyoruz ama hukuken bir karşılığı olmuyor, yurt dışında herhangi bir yerde bir tanesi yayınlansa kıyamet koparacak bu yayınlar Tükiye'de bir etki yaratmıyor."



Başbakan Erdoğan ve Erdoğan Demirören’ne ait olduğu iddia edilen ses kayıtlarında Başbakan’ın size yönelik çok ciddi hakaretleri var. Bu konuşmayı ne zaman dinlediniz?



Bu ses kayıtları internete düştükten sonra önce Artı 1 TV’den aradılar. Ben dışardaydım. Bana ne söylendiğini geçer misiniz dedim. Cep telefonuma attılar. Oradan okudum metni ve inanamadım. Bazı şeyleri biliyordum. Hatta bu dönemi içeren, İmralı’yla başlayan Gezi’yle son bulan bizim Milliyet’teki 9 aylık serüvenimizi yazdığım ‘Batsın Böyle Gazetecilik’ kitabımda da Erdoğan Demirören’e ölümcül baskılar yapıldığını, Başbakanın Balıkesir gezisine giderken uçaktan aradığını, Demirören’in kendisinden özür dilediğini ve aynı gün gazeteye geldikten sonra biliyor musun hayatımda ilk kez ağladım dediğine tanıktım. Şimdi bu ses kayıtları gösteriyor ki, Başbakan Demirören’e insanlık dışı bir baskı uyguluyor, Demirören’i öyle bir noktaya getiriyor ki, bir ara bir sessizlik oluyor herhalde başbakan da korkuyor veya ben ne yaptım diyor. Çünkü karşı tarafta Demirören yediği ağır sözlerden sonra ağlamaya başlıyor. O an kalp krizi de geçirebilirdi. Bakın bu konuşmanın hakikaten içeriğini bilmeden ama Erdoğan Bey bana İmralı yayın nedeniyle ağladığını söylediğinde ben kabineden başbakanın yakın çevresinden çok önemli bir bakanı arayarak, “Bakın bu yaptığınız hiç ahlaki ve etik değil. Çünkü yaşlı, hasta, şekeri olan bir insana öyle bir baskı uyguluyor öyle hakaretler ediyorsunuz ki, bu nedenle başına bir şey gelirse sorumlusu sizler olacaksınız ve ben bunu çıkar açıklarım” dedim.



Kim bu bakan?



O bakanın adını kitapta da yazmadım, kitapta açıklamadığım gizli tuttuğum tek isim bu bakandır. Bu ismi şimdi de açıklamayacağım. Fakat o bakan gece saat 11 gibiydi herhalde benim telefondaki üslubumdan tabii hiç beklemiyordu, çünkü onlar sadece başkalarına bu tür baskılar uygulamaya ve ağır sözler söylemeye alışkın oldukları için benim üslubum yine nezaket çerçevesindeydi ama içeriği çok ağırdı. 5 dakika sonra kendi telefonundan beni aradı. 



O zaman aranızda nasıl bir konuşma geçti?



“Biraz önce sen bana ne söyledin tam anlayamadım” dedi. O zaman tekrar edeyim dedim ve “Siz bizim İmralı yayınlarımız üzerinden Erdoğan Demirören’e ağır bir şiddet uyguluyorsunuz. Öldürücü bir baskı uyguluyorsunuz ve hiç etik değil. Bakın adamcağız yaşlı, yayın yönetmeni olarak beni aramıyorsunuz yayıncıyı arıyorsunuz, patronu arıyorsunuz bu doğru değil. Çünkü ben bu haberi yayınladığımda hiç kimseye sormadığımı yazdım. Bu benim editöryal yetkimde. Beni aramadığınız gibi çocuklarını da aramıyorsunuz. Yani siz niçin yaşlı bir insana bu eziyeti yapıyorsunuz” dedim ve kapattım. Şimdi ama anlıyorum ki, hakikaten dehşet içinde dinledim bu çok insanlık dışı bir şey.



Ses kayıtlarının ardından mahkemeye gitmeye hazırlanan Derya Sazak: Toplu basın davasına dönüşebilir! Sazak Medyatava'ya konuştu

Size yönelik sözleri nedeniyle hukuki yola başvuracak mısınız?

Sadece bize hakaretler yağdırmıyor, bizlerin gazeten uzaklaşmamızı istiyor, hesap soruyor, haberin kaynağını açıklamamızı istiyor, bunlar gazetecilik tarihinde bunun tam da tersi yüz akı örnekler vardır ve biz de Milliyet’te onurlu ve meslek adına yüz akı davranışı sergiledik. Asla kaynağımızı açıklamadık. Ben daima muhabirin arkasında durdum. Bir parlamento muhabirinin BDP heyetiyle İmralı’da Abdullah Öcalan arasında yapılan görüşmenin daha sonra ilgili taraflara gideceğinden hareketle, çünkü üç gün önce gerçekleşmişti, biz üç gün sonra bu haberi aldık. Kandil’e o notları ileteceklerdi, Brüksel’e ileteceklerdi, BDP parti yönetiminde tartışılacaktı ve normal olarak her gazetecinin, ben de senelerce parlamento muhabirliği yaptım. O notları ele geçirip yazmak yüzde yüz tartışmasız bir gazetecilik başarısıdır. Bunun arkasında ne aradılar anlamıyorum. Burada bana veya Namık’a yapılan kişisel hakaretin ötesinde. Bizi sırayla; Hasan Cemal, Can Dündar, Tahir Özyurtseven ve ben ayrıldıktan sonra gazeteye getirdiğimiz en genç muhabirlerden yazarlara, Mithat Sancar’a kadar bu süreçte tasfiye edilen bütün gazeteciler adına veya kendi adıma şahsi bir dava açacağım ama bu dava belki de giderek toplu bir basın davası haline dönüşebilir. Fikret İlkiz ile konuşuyoruz. Toplu bir basın davası haline nasıl dönüşür, dilekçeye nasıl yazılır şu an bilemiyorum. Ama hukuki işlemlere haftaya başlayacağım. Çünkü son birkaç yıla baktığımızda 2011 seçimleri öncesi ve sonrasında yayınlarından edilen birçok yayıncı var. Banu Güven’in, Can Dündar’ın programı kaldırıldı, Mirgün Cabas ve Ruşen Çakır’ın programına son verildi, gazetelerden böyle onlarca, yüzlerce muhabir işinden oldu, Taraf’taki yönetim değişti. Şimdi anlaşıyor ki, bu ses kaydı, Başbakan’ın bu konuşması gazetecilerin işlerinden nasıl edildiklerini, siyasi iktidar tarafından bizzat Başbakan tarafından nasıl işlerinden edildiklerinin delili ve kanıtı. Bakın aradan kaç saat geçti kimse çıkıp bu montaj da, dublaj da diyemedi. Çünkü ben olayın sonradan da olsa tanığıyım. Erdoğan Demirören bu yayın nedeniyle ağladığını bana söylemişti. Ben de bunu kitabımda yazdım. Erdoğan Demirören aramış sanıyorum Demirören’in araması üzerine ağır hakaretler yağdırıyor, tehdit ediyor. Ya kaynağını açıklasın ya da bunları gönderin. Suç nerede burada? Biz gerçekleri sadece yazdık. Toplumdan gizlenen gerçekleri yazdık.



Başbakan’ın “Biz çözüm sürecini başlattık, bir sürü şey yapıyoruz, risk alıyoruz” gibi bir sözü var. Çözüm sürecine yönelik hassasiyetinin çok kuvvetli olduğu anlaşılıyor. Çözüm sürecine yönelik bir provokasyon olarak değerlendiriyor. Öyle miydi? Siz çözüm sürecine karşı bir gazetecilik mi yapıyordunuz?



İlk defa bir siyasi heyet gitmişti İmralı’ya ve bu Oslo’ya benzeyen bir süreç de değil. Çünkü Oslo’da MİT görüştü. Hakan Fidan görüştü PKK’lılarla. Burada ilk defa açık bir görüşme oluyor adada, yüz yüze görüşüyor BDP’liler, üç tane parlamenter görüşüyor, dolayısıyla bu görüşmenin notlarını almak dört dörtlük bir gazetecilik. Hakaretler yağdıracak ne var? Sen şuna bakacaksın, haber doğru mu? Gerçeği topluma açıklamak benim bağımsız gazetecilik anlayışımın sonucu. Ben anayasal hakkımı kullandım. Toplumu bilgilendirme hakkımı, doğru habercilik hakkımı kullanıyorum.  Peki sen bizi suçluyorsun, “Ben burada bu kadar risk aldım siz provokasyon yapıyorsunuz” diyorsun, hayır tam tersine ben de ilk günden beri şunu savunuyorum; bu metinleri yayınlamamız barış sürecine katkıdır. Sürecin normalleşmesini sağlamıştır. Çünkü Türkiye kamuoyu bizim sayemizde İmralı’da Öcalan’la ne görüşüldüğünü öğrendi. Öcalan’la devlet ne görüşüyor, bir takım özel pazarlıklar yapılıyor mu, özerklik var mı, ayrılık var mı, sınırların yeniden tanımı mı konuşuluyor, Öcalan’a af mı konuşuluyor? Bakın bunların hiçbiri yok o metinlerde. O zaman sen beni nasıl ihanetle, sabotajla, provokasyonla suçlayabiliyorsun? Tam tersine, Abdullah Öcalan diyor ki, ben Newroz’da silahlı dönemin son bulacağını, ateşkesi bir kez daha açıklayacağım ve bu konuda yazdığım mektuplar var, BDP’ye bunun arkasında durun diyor, Kandil’e götürün diyor ve nitekim 28 Şubat’ta yayınladık metni kıyamet kopardı hükümet ama 21 Mart 2013 Newroz’unda Diyarbakır’dan Öcalan gönderdiği mektupla artık silahlı mücadele döneminin son bulduğunu ilan etti. Biz bunu açıklamıştık. Suç bunun neresinde? Neden o kadar hakaret edildi?



Ses kayıtlarının ardından mahkemeye gitmeye hazırlanan Derya Sazak: Toplu basın davasına dönüşebilir! Sazak Medyatava'ya konuştu - Resim : 2

Bu haberinizin ardından Başbakan’ın eleştirisi birçok köşe yazarı tarafından da dile getirilmişti…

Efendim yok Oslo’ya benziyormuş, yok derin güçler devredeymiş, yok Paris’teki cinayetlerden betermiş, bunları yandaşlarına söylettiler, yazdırdılar ve Yalçın Akdoğan üzerinden bunu yaptılar. Yalçın Akdoğan daha o sabah beni aradı, “Sen bu süreci sabote ediyorsun” dedi. Ben de dedim ki, “Hayır, bu sürecin normalleşmesine katkıdır. Kaldı ki, siz beni Kürt meselesinde yargılayamazsınız. Siz Kürt sözcüğünün K’sinden bahsedemezken, ben bu ülkede 10 senedir bütün barış inisiyatiflerinde yer almışımdır, Kürt meselesiyle ilgili bütün çözüm adımlarını desteklemiş bir gazeteciyim. 25 yıldır, PKK şiddeti, terörü başladığından beri de silahların susmasını savunuyorum. Gazetecilik hayatım boyunca defalarca Güneydoğu’ya, Diyarbakır’a, Hakkâri’ye gittim. En son İmralı zabıtlarını yayınladıktan sonra, Başbakan’ın bütün bu tehditlerine rağmen biz, gazetenin sektör toplantıları dediğimiz, Kobilerle, iş dünyasıyla, ilgili bakanlarla yapılan toplantıları Doğu ve Güneydoğu’ya yönlendirerek, Gaziantep’ten Diyarbakır’a, Mardin’den Hakkâri’ye, ilgili bakanları da götürerek, Beşir Atalay’la ya da BDP’lilerle, Selahattin Demirtaş’la, Ahmet Türk’le bu süreci topluma yaydık ve gerçekten barışçı bir misyon uyguladık. Daha sonra oluşturulan akiller heyetinin önünde bile giderek büyük bir heyecanla bu süreci destekledik.  Siz şimdi çıkmışsınız adi adam, alçaklık, namussuzluk, ahlaksız, kepaze gibi laflar sarf ediyorsunuz. Bu laflar hakikaten bir başbakanın ağzına yakışmayacak sözler. Ben 30 yıl çalıştıktan sonra Milliyet’ten ayrıldım. Hasan Cemal 15 yıl, Can Dündar 20 yıl, Tahir Özyurtsever 35 yıl. Bu insanları yerinden etti. Bütün bu işler başımıza biz beyefendiye telefon açıp sormadığımız için geldi. Bir gazeteci bunu sormaz. Yandaş medya Yalçın Akdoğan’ın sabotaj sözcüğünü manşetlere taşıdı, yayınlar yaptı.



Sizin 28 Şubat’taki manşetleriniz de referans gösterilerek, İmralı tutanaklarını yayınlamanız çözüm sürecine sabotaj olarak değerlendirenler de olmuştu….



Yeni kitabımın konusu bu, şimdi 28 Şubat’ı da yazacağım. Bütün açıklığıyla yazacağım. 28 Şubat üzerinden beni eleştirenler gitsinler gazetenin arşivlerine baksınlar. Ben oradaki pozisyonumu koruyorum. Darbeye giden süreçte gazeteyi tamamen demokrat bir çizgide yönettim. Başkalarının yaptığı gibi andıçlarla gazetecileri atmadım, insanları hedef göstermedim, andıçlarla suikastlare ortam hazırlamadım. Benim yaptığım Milliyet Genelkurmay brifinglerine rağmen sivil bir tutum izlemiştir. 28 Şubat komisyonu çalıştı, beni komisyona bile davet etmediler, gerek görmediler ama o davanın medya ayağı sorgulanırsa her yerde Milliyet’i sahiplenmeye hazırım. Bakın bugün Milliyet’ten Namık Durukan’ı atın diye Erdoğan Demirören’i Başbakan arayıp baskı yapıyor, Namık Durukan 28 Şubatçılar tarafından da o zaman Diyarbakır muhabirimizdi atılması istenen gazetecilerin başında geliyordu. O zamanda Namık’ı korumuştum bugün de korurum.



Erdoğan Demirören Başbakan’a “1 saat içinde bunu soruşturup size bildireceğim” diyor. Haber kaynağınız Başbakan’a söylendi mi?



Fikret Bila’ya soruluyor. Başbakan Fikret Bila’yla şahsen görüşüyor, soruyor ve sorguluyor. Haber nereden sızdı ve sızdırıldı, kim var bunun arkasında diye soruyor.



Fikret Bila söylüyor mu peki haberin nereden alındığını?



Fikret bana bunu sonradan anlattı. Bunu Fikret Bila’ya sorun…



“ERDOĞAN DEMİRÖREN GAZETEYİ BEYEFENDİNİN HİZMETİNE SUNMAK İÇİN ALMIŞ”



Başbakan Erdoğan’ı eleştiriyorsunuz ama Erdoğan Demirören’in de Başbakanla bu kadar “Patron” diyecek “sen” diye hitap edebilecek kadar yakın olması sizce normal mi? Çünkü şöyle bir sonuç doğuyor, Başbakan’la bu kadar samimi olursanız o da bu şekilde konuşabilir…



Tabii ki böyle… O üslup, mesafenin bir gazete sahibiyle Başbakan arasındaki diyaloğun olması gerekenin ötesinde olduğunu gösteriyor. Onların demek ki eskiden beri var olan bir ilişki biçimleri var.



Ses kayıtlarının ardından mahkemeye gitmeye hazırlanan Derya Sazak: Toplu basın davasına dönüşebilir! Sazak Medyatava'ya konuştu - Resim : 3

Demirören’in “ben bu işe kimin için girdim” sözünü nasıl yorumluyorsunuz?

Demek ki gazeteyi Beyefendi’nin hizmetine sunmak için almış. Ama orada şu oldu, Demirören gazeteyi önce ikili olarak aldı. Aydın Doğan’a yönelik bu vergi baskılarının sonucu olarak Doğan Grubu küçülüyor, Ali Karacan gidiyor Aydın Bey’e, gazetenin ilk sahibi Ercüment Karacan’ın oğlu Ali Karacan, Mehmet Ali Birand’ın da akrabasıdır. Birand da zaman zaman söylüyordu; “gazeteyi Ali almak istiyor ama parası yok” diye sonra herhalde artık Aydın Bey’i de bunaltıyorlar, en sonunda bir gün Aydın Bey, Ali Karacan’a diyor ki, “Madem bu kadar çok istiyorsun git kendine bir sermaye bul, o da düzgün biri olursa satarım” diyor. O da Erdoğan Demirören’i buluyor. Fakat gazeteyi alır almaz bu iki aile ihtilafa düştüler. Ben o zaman gazetenin yazarıydım, uzaktan izliyordum. Sonra bir birlerini dava ettiler. Sonra KAYYUM’a düştü. Biz de gazete çalışanları olarak o zaman gazete Demirören’ler de kalsın diye taraf almış, bildiri yayınlamıştık. Sonra o ihtilaflar bir şekilde çözüldü, KAYYUM gitti ve gazete tek başına Demirören ailesine kaldı. İşte sanıyorum bu sırada Demirören Başbakan’ı arıyor, “Efendim biz gazetenin sahibi olduk. Başına kimi getireyim?” diye soruyor. Başbakan’da “Akif Beki’yi getir” diyor. Sonra Akif Beki’ye gazetenin içinden bir tepki oluşunca bir yöntem aramaya başlıyorlar. Önce medya grup başkanı yapalım diyorlar, yapamıyorlar, televizyon kuralım televizyonun başına geçsin deniyor, bu televizyon projesi bir süre yürüyor sonra bu da olmuyor. Bu sürenin sonunda Yıldırım Demirören beni çağırdı dedi ki, “Biz Tayfun Bey’le daha fazla devam etmeyeceğiz. Siz Milliyet’in en eskilerinden birisiniz, biz sizi göreve getirmek istiyoruz ne dersiniz?” Ben de kabul ettim. Bu benim gazeteme karşı bir yükümlülüğümdü.



Başbakan bu konuşmalara genellikle kriptolu telefonlarımızı dinleyecek kadar alçak bunlar diyerek yorumluyor. Dinlemeler mi suç yoksa eğer doğruysa dinlemelerden elde edilen bilgiler mi? Sosyal medyayı kapatacağını da açıkladı son olarak



Dinlenmesi elbette ki yanlış tamam bunu önleyelim ama sen o kriptolu telefondan ya da uçak telefonundan Erdoğan Demirören’i, bir gazete sahibini arayıp tarihi, geleneği, saygınlığı olan bir gazetenin genel yayın yönetmenini, haber veren muhabirini, yazarını “bunları at” diye patronunu ağlatacak derece hakaretler yağdırıyorsan toplum bu gerçekleri öğrenmeyecek mi? Bunları kim yazacak? Nasıl demokrasi olacak? Türkiye açık bir toplumsa eğer bunların yazılacağı yer meşru mecralardır. Gazetedir, televizyonudur, internetidir, Facebook’tur, Youtube’tur. Siz bu çağda bunları nasıl susturursunuz? Batısın böyle gazetecilik diyor neden batsın? Biz batsın böyle siyaset diyor muyuz? Ortada artık batsın böyle siyaset diyeceğimiz çok fazla da veri var.



Ses kayıtlarının ardından mahkemeye gitmeye hazırlanan Derya Sazak: Toplu basın davasına dönüşebilir! Sazak Medyatava'ya konuştu - Resim : 4

“KEŞKE DAHA ÖNCE HEP BERABER İSTİFA ETSEYDİK”

Başbakanın medyaya müdahalesi yanlış, haklı olarak tepkilisiniz. Fakat Hasan Cemal’i gazeteden siz göndermiştiniz.  Kitabınızda sizi en çok üzenin Hasan Cemal’le vedalaşmak olduğunu da yazmışsınız.. Peki, neden böyle bir karar aldınız?



Doğru. Bakın burada yine bu konuşma gerçeklere ışık tutuyor. Bu gerçek şudur, bu baskı uygulandığında yani Erdoğan Demirören, Başbakan’ın bu hakaretleri üzerine ben size bunun kaynağını açıklayacağım konuşmaları, belki daha sonra başka şeyler de konuşulmuştur biz bunu bilmiyoruz. Bana gelip dedi ki, “Hasan Cemal’ie yazdırmayacaksın. Can Dündar’ı izne ayıracaksın. Beyefendi rahatsız oldu.” Ben de dedim ki, “Hayır, Hasan Cemal yazacak.” Üzerimizdeki fırtınayı aşacağımız zamana kadar diye konuştuk, bir gün yazısını yayınlamadık. Sonra bir süre daha yazdırmayalım noktasında bir mutabakat gelişti. Çünkü baskı çok dayanılmazdı. Sonra Hasan Cemal’le ilk 10 gün birebir hergün konuştuk ve Hasan Cemal’e şunu açıkça söyledim, aileye de söyledim Yıldırım Demirören, Tayfun Demirören, Ankara’dan da Fikret Bila’yı çağırdım. Onlara “eğer Hasan Cemal’e dokunursanız şimdi istifa ediyorum” dedim. Bunu Başbakan’ın Balıkesir meydanında “batsın sizin gazeteciliğiniz” konuşmasının ertesi günü ve Başbakan, Erdoğan Demirören’e bu hakaretleri yağdırmışken, Demirören de bana gelip ağladığını söylemişken söyledim. “Gidin babanız Erdoğan Demirören’le konuşun bu arkadaşlara dokunursanız ben hemen şimdi istifamı veriyorum” dedim. Onlar gittiler konuştular, biz sizinle devam ediyoruz dediler.



Hasan Cemal de buna dâhil mi?



Evet dâhil. Ben de sonra dedim ki, o zaman Hasan Cemal’le ilgili belirsizliği kaldıralım. Ben rica ederim Hasan Abi birkaç hafta yazmaz. Can’la ilgili zaten hiçbir sorun yok, Can yazılarını sürdürür. Ben krizi yönetirim bu hava bir süre sonra sakinleşir. Sonra bir hafta böyle geçti, Hasan Cemal Galatasaray maçına gitti. Dönüşte başlarız dedim. Bana Cumartesi günü bir yazı geçti. Ben de hafta sonu olmasın Pazartesi başlayalım dedim. Pazartesi evine gittim, yazıyı beraber onun bilgisayarından okuduk. İlk bölümünde yazısının yayınlanmaması üzerine eleştirileri vardı. Bu köşe kaç zamandır kapalı diyerek eleştirilerini yazmıştı o bölüme çok itirazım olmadı. Yazının ikinci bölümünde medyadaki sermaye yapılanması ve gazete sahiplerinin bu işleri taşıyamadığını yazmıştı. Ben de, “öyle ya da böyle Demirören ağır bir baskıya uğradı. Ben yayın yönetmeni olarak ona haber vermemiştim. Sonrası seni korudum, Namık’ı korudum. Hasan Abi şu bölümü pas geç. İlerde istersen yaz” dedim.



Bu sansür değil mi?



Evet, kısıtlama ama işte şimdi çıkan bu gerçekleri ne yapacağız?



O zaman bu baskıya karşı nasıl dik durulacak?



Bu çok ağır bir baskı ama… Bu dönemi aşalım sonra medyadaki sermaye yapısı her zaman konuşacağımız, eleştirebileceğimiz bir şey. Ben de o yazının altına imzamı atarım. Başına gelen haksızlığı yazsın tabii ama daha iyi bir çıkış yapalım istedim. Mesela Newroz var, bununla başlayabilirsin, Kandil’e gidebilirsin, tam da İmralı tutanaklarını yayınlamışız bir de Kandil’in bakışını koyabilirsek çok iyi olur diyerek ikna etmeye çalışmıştım ama olmadı. O da 40 yılın sonunda uğradığı davranışı ağır buldu, içine sindiremedi. “Ben istifamı gündeme getirmiştim sen beni durdurdun. Keşke daha önce hep beraber istifa etseydik” demiştim.



Hasan Cemal mi istifa etmemenizi istemişti?



Evet, Balıkesir konuşması üzerine o gün yazı yazmayın deyince, iki gün sonra da ben istifa ediyorum diye bütün haber sitelerinde konusu oldu. Ben istifa kararlılığıyla gazeteye gittim. Sonra da biraz önce bahsettiğim Yıldırım Demirören, Tayfun Demirören, Fikret Bila üçlü toplantımızı yaptık. Eğer istifam istenmiyorsa kalma şartım Hasan Cemal’in, Can Dündar’ın yazmasıydı. Ben 10 gün önce bu tutumu almış, arkadaşlarımı korumuşken ama işte birkaç haftalık o boşluk doğdu, keşke olmasaydı. Ya en başta buna karşı koyup hep beraber bırakacaktık ya da Hasan Cemal başlarken, bir yazı yazacaktı ama bu patronun üzerine yıkılacaktı. Ben de dedim ki, burada patronu da biz korumalıyız çünkü ben İmralı haberini patrona haber verip yapmadım. Eğer öyle olsaydı zaten Ankara’ya gidecekti ama bunu yapmadım. Hasan Abi’yle aramızda böyle bir şey oldu ve bu benim için ağır oldu. Yaşamak istemezdim ama yaşadık.



Hasan Cemal’in gidişinden sonra neden istifa etmediniz?



Kriz aşılmıştı. Bu kadar etkili bir gazetecilik yapıyoruz. Süreç, Akil İnsanlar Heyeti filan çıkmış ortaya, benim haklılığım ortaya çıkmış. Gezi başlamış. Biz sadece şahsi egolarımızı çarpıştırarak gazetecilik yapamayız. Neden istifa edeyim ki?



Ses kayıtlarının ardından mahkemeye gitmeye hazırlanan Derya Sazak: Toplu basın davasına dönüşebilir! Sazak Medyatava'ya konuştu - Resim : 5

Sizin genel yayın yönetmenliği görevinizden alınmasınız nasıl oldu?

Ben istifa ettim, görevden alınmadım. Bu baskıların sonucunda Can Dündar’ı at dediklerinde atmam dedim. Daha üç ay önce Hasan Cemal’i gönderdim, üç ay sonra ben Can Dündar’ı atarak burada kalmam, kalamam. Kaldı ki Hasan Cemal olayında da şöyle bir ayrıntı var, Namık’ın haberi üzerine hepimiz Hasan Cemal dâhil Namık’a sahip çıktık, köşelerimizde yazdık. Sonra Hasan Cemal’in yazısına Başbakan ağır tepki gösterdi. Bu arada Can Dündar, Bodrum’da tatilini yaparken çağırıp, Gezi’ye çıkaran benim. Can’la günlerce Gezi’de sabahladık. Parkta manşet yaptık, yıldırım baskı yaptık. Sonra Mısır’a gönderdim. Nasıl kovarım Can’ı? Can’ı alana çıkaran benim. Ben Can’ı kovmamam konusunda direnç gösterip, ben giderim dediğim zaman zaten hükümet seni göndermemizi istiyor dediler. Başbakan beni göndermeyi İmralı’dan beri kafasında kuruyor zaten. O zaman ben de “ne haliniz varsa görün, madem beni göndermeye çalışıyorsunuz bari Akif Beki gibi bir hükümet komiserini getirmeyin de düzgün bir adam getirin, getirin Fikret Bila’yı, beni nasıl olsa gönderiyorsunuz Can’a ve başka bir arkadaşa da kıymayın böyle devam etsin” dedim. Tamam dediler, Fikret’i getirdiler. Sonra gazetenin birinci sayfasından anons yapıldı Derya Sazak gitti, Fikret Bila geldi. Derya Sazak yazılarına devam edecektir diye... Sonra ben gazeteye geldiğimde Erdoğan Demirören haber yollamış Derya gazetede yazmayacak diye dolayısıyla o taahhütlerinde durmadılar.



Başbakan konuşmasının bir bölümünde “sizin gazeteden uçağıma gazeteci almayacağım” da diyor… Bunu nasıl yorumluyorsunuz?



Biz uçaklarla filan gazetecilik yapmadık. 1975 sonunda gazeteciliğe başladım o zaman başbakanların uçakları yoktu. Seçim gezilerine de otobüsle gidilirdi. Otobüslere de uçaklara da çok bindim. Özal’ın, Demirel’in Erdal İnönü’nün, Ecevit’in uçağına bindim. Bir dönem Demirel başbakan olduğunda o da bir bölüm gazetecileri uçağına almıştı ben de bunu eleştirmiştim. Bunun üzerine Demirel beni arayıp “Uçağıma kimi alacağımı sana mı soracağım” dedi. Ben de, “Anlamadım efendim siz uçak mı aldınız? Siz muhalefetteyken uçağınız yoktu? Bu uçak devletin uçağı istediğinizi alır istediğinizi almazsınız” demiştim. Demirel de “Tamam tamam seninle uğraşılmaz” demişti. Şimdi Erdoğan da aynısını yapıyor. Ne yapalım yani almazsa almasın (gülüyor)



“FETHULLAH GÜLEN'LE OLAN DİYALOG İNSANİ BİR ŞEYDİ”



Yeni Şafak ve Star gazetesi 7 bin kişinin dinlendiğine ilişkin bir haber yayınladı ardından Başbakan ve oğluna ait olduğu iddia edilen ses kaydı aynı akşam yayınlandı. Ertesi gün bir bölüm medya sadece Başbakan ve oğlunu yazarken bir diğer medya kuruluşları ise bu tapeleri görmedi sadece dinlemeler üzerine yayınlarını sürdürdü. Bu farklılığı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne kadar sürer bu?



Çok ciddi bir kutuplaşma var. Seçim sürecine girildi. 30 Mart yerel seçimleri bir de Çankaya seçimleri var. Bu özünde Çankaya kavgasıdır. Bu kavga böyle sürecek. Türbülanslı, sert sarsıntılarla geçireceğiz önümüzdeki günleri. Ne yazık ki siyasette böyle bir döneme girildi. Aslında Tayyip Bey yüzde 50 ile iktidarını sürdüren bir başbakan olarak çok daha toleranslı, çok daha hoşgörülü olabilirdi. O zaman oyları daha da artardı ama biraz bu komplo iddialarına teslim oldu. Yanındaki danışmanları hep ona bu korkuyu enjekte etti. Bu ses kayıtlarına bir inananlar bir inanmayanlar var medyada bir de ben üçüncü yolcu diyorum onlara, canım çalıyorsa da çalışıyor diyenler var. Böylece eskiden iki kutup vardı şimdi üç kutup oluştu.



Kitabınızda Erdoğan Demirören’in Fethullah Gülen’le de bir ilişkisi olduğu bilgisi var. Nasıl bir ilişki bu?



Bilemiyorum bunu. İnsani bir şeydi. Bana söylediler, “Murat Tuzcu’yu tanır mısın? Arar mısın?” diye Murat Tuzcu da bizim yazarımız aynı zamanda benim dostumdur. Böyle denilince önce aklıma Erdoğan Demirören geldi sonra Hocaefendi rahatsızmış oraya gidelim, hocaefendi iyi değil. Tuzcu’nun görmesi gerekiyor gibi bir şey söylediler. Ben de geçmişten bildiğim için, Fethullah Gülen zaten kalp tedavisi gören o nedenle Murat Tuzcu’nun hastası olan bir kişi. Şuan hala Tuzcu’nun kontrolünde mi bilemiyorum. Benim yapabileceğim bir şey varsa elbette ararım ama neredeyse uçak hazır, Yıldırım Demirören’le bizim gitmemizi istiyorlar. Ben o kadar telaşlı bir durum görmedim. Konuştum mu Murat Tuzcu’yla hatırlamıyorum ama bu istek ertesi gün kesildi, bir daha üzerinde durmadım.  Bunu 17 Aralık’tan sonra oluşan ayrışma nedeniyle yazdım. Bu kadar labirent içinde gazetecilik yapmak zor.



“NAGEHAN ALÇI  UTANDI MI ACABA?”



Nagehan Alçı’nın size gönderdiği SMS’i yayınlamanız epey tepki topladı. Gizliliği ihlal nedeniyle size dava açacağını Nagehan Alçı bir röportajda ifade etmişti. “Hatta paralel savcılardan onay alıp bunu yapmıştır. Hukuken yaptığı suç” diye bir ifadesi de var. Neden o mesajı yayınladınız?



Yalancı, yalan. O benim için Başbakan onu getirdi diyordu şimdi Başbakanın o sözlerini dinledi mi acaba? Biraz mahcup olup, utandı mı acaba? O haberde, ben Başbakan’la Bali’ye giderken uçakta yaptığı görüşmede kendisinin benden tek bir ricası olmuştu: “Beni ve ailemi bu işlere bulaştırma. Hakaret içeren her şey beni rahatsız ediyor. Hakaret içeren yayınlar yapmamanızı rica ediyorum.” Ben de dedim ki, 35 yıldır bu işi yapıyorum hakaretten bir mahkûmiyetim bile yok. Ben böyle yazı yazmam. Gezi olayları sırasında Nagehan, Bilal Erdoğan siyasete hazırlanıyor diye kulis notu geçiyor. Ben de, bunu bu haliyle veremeyeceğimi söyledim. Çünkü Başbakan diyecek ki, “beni bıraktılar şimdi de oğlumla uğraşıyorlar.” İşte, neden bu duyarlılığı gösterdiğimin de kanıtı dün ortaya çıkan telefon kaydıdır. Nagehan’a “Madem aile bunu yazmanı istiyor, aç telefonu aileden birine, bir kaynağa dayandır bu bilgiyi bu şekilde yayınlayayım, manşet yapayım” dedim. O özel bir not değil. “Yazarsak ailenin hoşuna gider, yazmazsak ne olacak?” diye bir not yayın yönetmenine geçilir mi? Bana bunu yayınla ailenin hoşuna gidecek gibi telkinde nasıl bulunabilir?



Kitabı imzalayarak neden gönderdiniz peki?



Naif bir tarafım vardır benim. Altan Öymen önsöz yazdı kitaba ve Altan Öymen benim meslek ustamdır. Ben Altan Abi’ye kitabı imzaladım fakat bir türlü kendisine ulaştıramadım. Altan Abi CNN Türk’teki Dört Bir Taraf programında olacağı bir gün oraya göndermemi söyledi. Hatta “Hepimiz oradayız istersen diğer arkadaşlara da imzala gönder, iyi olur” dedi. Zaten Kadri Gürsel, Nazlı Ilıcak, Nagehan benim arkadaşım hiç üzerinde durmadım. Hepsine imzaladım gönderdim.



Nagehan Alçı’yı Milliyet’e nasıl aldınız?



Benim genel yayın yönetmeni olduktan sonra ilk istifa sözüm Nagehan’ın gazeteye alınması gibi bir durum olduğunda ağzımdan çıkmıştır. Eşim ve çocuğum bile hemen bırak demişlerdir. Sürekli saldırgan bir üslubu var. Milliyet’in geleneksel çizgisinden uzak. Cezaevinde mağdur olan insanlar var, kendisi ve kocası beni 28 Şubatçılıkla itham etmiş ve Nagehan’ı almak istemiyorum. 1 ay olmuş gazetenin başına geçeli, benden habersiz randevu alınmış. Kabul etmedim, bu bir dayatmaydı. Sonra aradan bir iki hafta geçti, bu dalga tekrar geldi o zaman Beyefendi istiyor oldu. Yıldırım Demirören bana biraz kırıldı, biz gazetenin patronu olarak bir kişi öneremeyecek miyiz diye. Ben de alayım dedim o zaman n’apayım. 



Şimdi bundan sonra nasıl bir hukuki süreç yaşacanak sizinin için?



Kitabımda çok değerlerli makalelere de yerdim. O makalelerden biri Fikret İlkiz'e atti. Fikret İlkiz basın hukukunda uzman bir avukattır. Sonuçta bu hakaret şahsen bana edilmiyor, bu sadece benim kişisel kavgam değil. Başbakan bu yoldan hepimizi gazeteden uzaklaştıran yolu açıyor. Pek çok meslektaşımız değişik nedenlerle gazeteler de, televizyonlarda bu baskıların sonucunda işlerinden oldular.  Sonuçta Milliyet'te zarar gördü. Milliyet okuları da koptu gazeteden. Her birimizin ayrı bir okur kitelesi var. Şimdi bizlerin Hasan Cemal'in, Can Dündar'ın gazeteden uzaklaştırılması okurları da gazeteden kopardı. İki tarafın birbirine karşı kullandıkları üslupta "patron" söylemleri aralarındaki yakınlığı da gösteriyor. Dolayısıyla sadece bizleri işimizden etmekle kalmadı, Milliyet'in yayın çizgisini de bir yerde sattırdılar ve çok fazla hükümete teslim oldular. Bu görüntü oluştu. 10'a yakın yazar atıldı.  Bunlar liberal, özgürlükçü, sol, demokrat isimlerdi.  Bunları uzaklaştırdığınız zaman okurla da aranızda bir mesafe doğuyor. Onun için bu dönemde işlerini kaybeden gazetecilerimiz açısından da bu model bir dava olabilir. Hukuken ne şekilde bu bir dava dilekçesine dönüşebilir ama kafamdaki şey bunun şahsi bir tazminat davası ya da hakaret davası olmasından çok, işini kaybetmiş, benim gibi gazetelerini bırakmak zorunda kalan diğer çalışanlar arasında bir örnek oluşturması. Kayıtları dinledikten sonra böyle bir arzum oluştu.



EYLEM YILMAZ



eylemyilmaz@medyatava.com


Sıradaki Haber İçin Sürükleyin