İsmet Berkan/RADİKAL
Ahmet Hakan'ı Manolya Şahin cevaplıyor: Topuğu Kırılmış
Hayat!
Kapıdan uğurlarken gelmeyeceğini biliyordum. Bu son çalışıydı
kapımı, bu son gülüşü, son gölgemdi. Yine gökyüzüne bakamayacak,
yine korkacaktım kavakların yüksekliklerinden. Gidiyordu en korkunç
gerçekle beni yalnız bırakarak, iki çocuğuna, yirmi yıllık eşine,
evine dönüyordu. Ve ben öylece kalacaktım bu son gelişinde... Bir
ölümün arkasından karanlığa haykıracaktım; “gitme!”
Aşk böyle bir şeydi işte, kıyısında oturduğun ıssız bir orman.
Arkada bıraktıkların çorak bir toprak parçası gibi; kırık dökük,
verimsiz, adım atmaya değersiz... Derin bir iç çekiş ve kuytuya
amansız hevesle giriş... Ilık bir esinti, ıslak bir dokunuş,
nihayet sonsuz yeşil gibi bir masala yumuşak bakışla dalış...
Ne ani bir çarpışma olmuştu, ne de bu çarpışma sonucu göz teması
mucizesine sebep olan; okul kitaplarının dağılması. Billur bir
aynaya yansıyan sureti gördü gözlerim billur gibi elmas tanesi
bakışları, bir o kadar da donuktu ama her çizgide kayıp hayatın
izlerini taşıyordu bir rençper misali... Dalgalarım, yosun tutmuş
kayalıklarına sığınmıştı mülteci misali tıpkı onun gibi bir
sığınmacıya. En derin acıları koparıp attım, yeni fidanlar ektim
baktığı her an, sessizlik ekilmiş güz kokan gönül toprağıma.
Beklenmeyen darbeydi bu bir gece vakti yapılan, ayak seslerini
duyuyordum kalbime giden tüm yollarda. Issızlığında boğulduğum
dünyama, bir kavak ağacı uğultusu gibi girmişti, severdim
kavakların uğultusunu zira. Her kabir ziyaretinde korkutucu değil
de, çocukluğumun kuş sevindiren ıslıkları gibi gelir tebessüm
ettirtirdi bana. Ama yine de yüksekliklerinden korkardım
bakamadığım gökyüzü gibi. Korkmadım bu defa! Planlı yaşadığım
hayatımın, bir sonraki güne olan hazırlıklarını unutup, sonunu
tahmin etmek istemediğim girift bilmecenin girdabına bıraktım
kendimi. Zaten hayat böyleydi, anlık gelen sürprizlerle renkli bir
gökkuşağı sunardı önümüze. Altından geçme gayesi hep diri durduğu
halde geçmenin imkânsızlığını yaşardık her bir anda! Önümüze
sunulan seçenekleri değerlendirir, kıvrak bir zekâ hareketiyle
tercihlerimizi yaparız sonuçlarına katlanma bedeliyle. Tüm
engelleri ise içimizde canlı duran, sesini hiç bastıramadığımız
doğrularla aşarız. Ben ise altında durduğumu düşündüğüm
gökkuşağının renklerini saymakla zamanı yaşadım. Anlık denecek
kadar kısa süren zevklerimin önünde duran tüm gerçeklikleri bir
çırpıda elimin tersiyle itmiştim. Biliyorum ağır bir bedel
ödeyecektim, en çok da hesap veremediğim kendime ağır gelecekti
bu!
Aklımda dolaşan tüm sorgulamaların yanı başında, yeni sevgi
sözcükleri yeşeriyordu, dal budak sarıp hayat duvarımı kapatmıştı.
Nefes alamıyordum. Salgıladığı aşk ile tüm bağlarım kopuyordu
kendimle... Gördüğüm andan beri beni yok sayan hayata inat
varlığıyla beni ben yapmıştı. Yalnızlığın harlı ateşine çıra olan
ben, kendi ateşime kendim odun taşıyordum! Yaktığım her sayfamın
küle dönüştüğünü bilerek, sevgiye olan inancımla bir parçamı
yakmadan saklamıştım. Ne garipliklerle gençliğe geçmiştim oysa ne
acımasızca sürüyordum. Kendim, kendime nigehban olmuştum, başıma
diktiğim; “ben!” Tükeniyordum...
Eşyalarla kalabalıklaşmış bir evin süslü biblolarla dolu
köşelerinde bıraktığım anılar, yenileriyle yer değiştiriyordu fark
ettirerek tüm zerrelerime. Ahşap sehpanın üstüne koyduğum her
kahvenin telvesinde yanlış çizilmiş bir hayatın resmi ürkütürdü
beni. Alışmıştım aslında hep aynı fırtınalı dalgalanmayı yaşamaya,
tıpkı alıştığım ayrılıklar gibi!
Bir kere daha söyleseydi diye kayboluyordum sefa sokaklarında.
Sevdiğini söyleyemeyecek kadar dili nasırlaşmış, unutmuştu sevgi
sözlerini. Anlatıyor şimdi yanı başımda, ellerim avuçlarında... O
pencere kenarındaki berjer koltukta, ben ise dizlerine yaslanmış
sigarasından çıkan dumanı içime çekiyorum. Nefesime değen nefesine
hasret kalacağımı bildiğim anlar bunlar. Ama hiç gitmeyecek gibi
sıkıca sarılmışım dizlerine. Keşke diyorum hep kalsam bu anda, en
mutlu olduğum yerde; yanında... O da içten içe ağlıyor, sarıldığı
ellerime değen sıcaklığından anlıyorum. Hiç söylenmez sözler
söylediği dili, namesiz tek bir cümle sarf etmedi bu can’a. Ama ilk
defa ağlamaklı ve acı sözler çıkıyor dilinden, ilk defa;
“gidiyorum...”
Yeşil reçete hayatıma yeniden geri dönüyordum. Sokak kavgasında
ağzı burnu dağılmış genç bir delikanlı gibi kırıktım. Kadın
ifadelerinden uzak, sözde cinsi latiftim!
Hata yapışın, hataya varışın derinliğinde boğulmam gerekirken
müthiş bir aşkla seviyordum. Sokağa çıktığımda tüm bakışların
üstümde dolaştığını, hakkımda söylenen tüm sözlerin inceden inceye
içime değişini fark ediyorum; “ben bir toplum faciasıyım!” Tek
başıma hatayım! Herkesin parmakla gösterdiği, ahlakı dumura
uğramış
ikinci kadınım ilk olduğumu bilmeme rağmen! Bir kâğıt parçasına
atılan imzanın kahramanı değildim ya da ayağına ilk basılan! Zaten
hayat basmıştı en sivri topuğuyla dünyamın üstüne! Ben kırıkları
toplarken çoktan nikâhım kıyılmıştı parçalanmış acının en büyük
membasıyla...
O’ndan sonraki her güne “yine mi!” sorusuyla başlayan ben,
gazetenin içler acısı haline örnekleriyle bakıyordu. “Nasıl olur?”
dediğim tüm üçüncü sayfa haberlerinin gerçek kahramanıymışım meğer!
Yuhalanan, taşlarla kafası parçalanmaya değer bir parça aşktım...
Yanında erkeği olan her kadının korktuğu bir kadındım. Mahalle
huzurunu kaçıran, apartmanın en izbe köşesinde hayali kırmızı bir
çarpıyla işaretlenmiş yasak kapıydım. Ekmeğini, gazetesini kendi
almaya mahkûm edilmiş, konuşulmaya değer bulunmayan, tecrit edilmiş
bölgeydim! Yine beni yok saymaya başla-mıştı hayat, hiç de geç
kalmıyordu. Umurumda mıydı peki? Hayır! Belki de içten yaşadığım
fırtınanın sersemlemesiydi bu, hortumuna aldığı tüm ahlaki
değerlerimi de savurmuştu bir kenara! Sıkı sıkıya sarıldığımı da
fırlattı kendi haline. Geçecekti, kendime gelecektim elbette!
Toplumun önyargısına bende parmak basacaktım hiç çıkmaz bir kara
lekeyle! Normal karşılar halime, anormal gelmeye başlayacaktı yavaş
yavaş her şey. Geçecek biliyorum, her acıya alışmak gibi bunu da
kabulle-necektim. Köprüden atlamış hayatımın intihar sebe-bini
yazacaktım. Karanlığı aydınlatan gece lambası loşluğunda, sayfalara
düşürecektim gölgemi.
Modacıda oturmuş son eksikleri tamamlanan gelinliğime bakıyorum.
Pullarının onarılmasını istiyorum, köşeleri yıpranmış sanki. Son
dakika caymasıyla, son bir bakış attığım genç kızlığıma dönük kaldı
tüm hayatım! Hiç dönmedi istikbal’e. Hep aynı yerde ikamet etti.
Denge yoksunu ben, düz durmasını hiç beceremedim zaten! Adım
attığım her noktaya koca bir delik açtım. Yeni bir çukur daha
açmıştım önümdeki günlere, hem de koca bir çukur! Her adımda
yokluğa gebe kalıyordum. Namus yoksunu bir duyguya yeniktim. Evli
barklı bir adamı sevmiştim! Bir belediye otobüsü mesafesi kadar
gidip gelmiştim hayatında/ hayatımda! Düşkündüm artık, sıradan
hayatın sıradanlığına koca bir falçatayla çizik atmıştım,
yarıklardan
göremiyordum kendimi, açıkta kalan tek bir parçam dahi
kalmamıştı
içeri çekecek! Tükenmiştim...
Şimdi o’nun kalktığı yerde, berjer koltukta oturmuş sırf ağlamak
için, Yeşilçam filmi izliyorum. “Vesikalı yârim” oynuyor karşımda.
İlk defa sarışın görüyorum Türkan Şoray’ı! Bakışlarındaki müthiş
duyguyu, rol kesen halinden uzak müthiş bir gerçeklikle yaşıyorum.
Halil’in (İzzet Günay) sigarasındaki dumandan soluğum kesiliyor
sanki O’ymuş gibi! Doluyor gözlerim her sözde, her bakışta...
Beyazlanan perde siyahlanıyor hayatın acısıyla. “senin yüzünden
bitmiyor derdim. Bir sevda uğruna ben ömrümü verdim...” sözlerinde
kendimi bulup bir duble hayat katılmış aşk ile sarhoş oluyorum.
Beklenmeyen son acıyla herkes kendi inine çekiliyor. Halil evine;
çocuklarına, Sabiha (Türkan Şoray) ise aynı bataklığa... Ve siyah
beyaz rengine ara renkler katılmadan gittikçe koyulaşıyor
hayat...
***
Önceki gün bir yazı yazdım, Hürriyet yazarı Ahmet Hakan’ın
aktardığı bir konudan hareketle. Ve sonunda bir de soru sordum:
“Ahmet Hakan, eski İslamcılık günlerinde başı açık bir kıza âşık
olsaydı ne yapardı?”
Dün Ahmet Hakan uzunca bir yazı yazmış, bana ‘romantik’ demiş ve
hayatın gerçeklerini aktarmış ama soruma da tam cevap vermemiş.
Böyle bir durum yaşansa uğrayacağı ‘mahalle baskısı’nı anlatmış,
başına gelecek zorlukları aktarmış. Hepsi de gerçekçi gibi gözüken
gözlemler ama kendisinin sonunda ne yapacağını söylememiş. Yani
aşkına sahip mi çıkardı, yoksa cemaat baskısına boyun eğip istemeye
istemeye de olsa, ‘cemaat içi kariyer’ şansını artırmak amacıyla
başı örtülü bir kızla mı evlenirdi?
Bakın, yukarıdaki uzun yazıyı önceki sabah, Ahmet Hakan sayesinde
tanıdığım www.cemaat.com adlı sitede gördüm ve köşemi de o sitede
‘Manolya Şahin’ adıyla yazan yazara bıraktım. Yani okuduğunuz yazı
aslında onun yazısıydı, başı örtülü bir kadının medya klişesi
deyimle ‘yasak aşkı’nı anlattığı bir yazı. Ne kadarı kurgudur ne
kadarı gerçek, bilemem, biraz uzun olduğunun farkındayım ama
kısaltmaya da gönlüm razı olmadı.
Umarım siz de hoşlanmışsınızdır bu güzel yazıdan ve yazarın
hüznüne, çaresizliğine ortak olmuşsunuzdur.