İSMET BERKAN KENDİSİNE 'ROMANTİK' DİYEN AHMET HAKAN'A MANOLYA ŞAHİN'İN YAZISIYLA YANIT VERDİ

İsmet Berkan, Ahmet Hakan'ın "Peki türbanlı kızlarla kim evlenecek?" diye sorduğu yazısıyla girdiği polemikte kendisine "romantik" diyen Ahmet Hakan'a, cemaat.com'da Manolya Şahin imzasıyla çıkan bir yazıyla yanıt verdi. Ancak konu "aşk" olunca bu polemiğe ömür yetmez...

Google Haberlere Abone ol
İSMET BERKAN KENDİSİNE 'ROMANTİK' DİYEN AHMET HAKAN'A MANOLYA ŞAHİN'İN YAZISIYLA YANIT VERDİ

İsmet Berkan/RADİKAL


Ahmet Hakan'ı Manolya Şahin cevaplıyor: Topuğu Kırılmış Hayat!


Kapıdan uğurlarken gelmeyeceğini biliyordum. Bu son çalışıydı kapımı, bu son gülüşü, son gölgemdi. Yine gökyüzüne bakamayacak, yine korkacaktım kavakların yüksekliklerinden. Gidiyordu en korkunç gerçekle beni yalnız bırakarak, iki çocuğuna, yirmi yıllık eşine, evine dönüyordu. Ve ben öylece kalacaktım bu son gelişinde... Bir ölümün arkasından karanlığa haykıracaktım; “gitme!”
Aşk böyle bir şeydi işte, kıyısında oturduğun ıssız bir orman. Arkada bıraktıkların çorak bir toprak parçası gibi; kırık dökük, verimsiz, adım atmaya değersiz... Derin bir iç çekiş ve kuytuya amansız hevesle giriş... Ilık bir esinti, ıslak bir dokunuş, nihayet sonsuz yeşil gibi bir masala yumuşak bakışla dalış...
Ne ani bir çarpışma olmuştu, ne de bu çarpışma sonucu göz teması mucizesine sebep olan; okul kitaplarının dağılması. Billur bir aynaya yansıyan sureti gördü gözlerim billur gibi elmas tanesi bakışları, bir o kadar da donuktu ama her çizgide kayıp hayatın izlerini taşıyordu bir rençper misali... Dalgalarım, yosun tutmuş kayalıklarına sığınmıştı mülteci misali tıpkı onun gibi bir sığınmacıya. En derin acıları koparıp attım, yeni fidanlar ektim baktığı her an, sessizlik ekilmiş güz kokan gönül toprağıma. Beklenmeyen darbeydi bu bir gece vakti yapılan, ayak seslerini duyuyordum kalbime giden tüm yollarda. Issızlığında boğulduğum dünyama, bir kavak ağacı uğultusu gibi girmişti, severdim kavakların uğultusunu zira. Her kabir ziyaretinde korkutucu değil de, çocukluğumun kuş sevindiren ıslıkları gibi gelir tebessüm ettirtirdi bana. Ama yine de yüksekliklerinden korkardım bakamadığım gökyüzü gibi. Korkmadım bu defa! Planlı yaşadığım hayatımın, bir sonraki güne olan hazırlıklarını unutup, sonunu tahmin etmek istemediğim girift bilmecenin girdabına bıraktım kendimi. Zaten hayat böyleydi, anlık gelen sürprizlerle renkli bir gökkuşağı sunardı önümüze. Altından geçme gayesi hep diri durduğu halde geçmenin imkânsızlığını yaşardık her bir anda! Önümüze sunulan seçenekleri değerlendirir, kıvrak bir zekâ hareketiyle tercihlerimizi yaparız sonuçlarına katlanma bedeliyle. Tüm engelleri ise içimizde canlı duran, sesini hiç bastıramadığımız doğrularla aşarız. Ben ise altında durduğumu düşündüğüm gökkuşağının renklerini saymakla zamanı yaşadım. Anlık denecek kadar kısa süren zevklerimin önünde duran tüm gerçeklikleri bir çırpıda elimin tersiyle itmiştim. Biliyorum ağır bir bedel ödeyecektim, en çok da hesap veremediğim kendime ağır gelecekti bu!
Aklımda dolaşan tüm sorgulamaların yanı başında, yeni sevgi sözcükleri yeşeriyordu, dal budak sarıp hayat duvarımı kapatmıştı. Nefes alamıyordum. Salgıladığı aşk ile tüm bağlarım kopuyordu kendimle... Gördüğüm andan beri beni yok sayan hayata inat varlığıyla beni ben yapmıştı. Yalnızlığın harlı ateşine çıra olan ben, kendi ateşime kendim odun taşıyordum! Yaktığım her sayfamın küle dönüştüğünü bilerek, sevgiye olan inancımla bir parçamı yakmadan saklamıştım. Ne garipliklerle gençliğe geçmiştim oysa ne acımasızca sürüyordum. Kendim, kendime nigehban olmuştum, başıma diktiğim; “ben!” Tükeniyordum...
Eşyalarla kalabalıklaşmış bir evin süslü biblolarla dolu köşelerinde bıraktığım anılar, yenileriyle yer değiştiriyordu fark ettirerek tüm zerrelerime. Ahşap sehpanın üstüne koyduğum her kahvenin telvesinde yanlış çizilmiş bir hayatın resmi ürkütürdü beni. Alışmıştım aslında hep aynı fırtınalı dalgalanmayı yaşamaya, tıpkı alıştığım ayrılıklar gibi!
Bir kere daha söyleseydi diye kayboluyordum sefa sokaklarında. Sevdiğini söyleyemeyecek kadar dili nasırlaşmış, unutmuştu sevgi sözlerini. Anlatıyor şimdi yanı başımda, ellerim avuçlarında... O pencere kenarındaki berjer koltukta, ben ise dizlerine yaslanmış sigarasından çıkan dumanı içime çekiyorum. Nefesime değen nefesine hasret kalacağımı bildiğim anlar bunlar. Ama hiç gitmeyecek gibi sıkıca sarılmışım dizlerine. Keşke diyorum hep kalsam bu anda, en mutlu olduğum yerde; yanında... O da içten içe ağlıyor, sarıldığı ellerime değen sıcaklığından anlıyorum. Hiç söylenmez sözler söylediği dili, namesiz tek bir cümle sarf etmedi bu can’a. Ama ilk defa ağlamaklı ve acı sözler çıkıyor dilinden, ilk defa; “gidiyorum...”
Yeşil reçete hayatıma yeniden geri dönüyordum. Sokak kavgasında ağzı burnu dağılmış genç bir delikanlı gibi kırıktım. Kadın ifadelerinden uzak, sözde cinsi latiftim!
Hata yapışın, hataya varışın derinliğinde boğulmam gerekirken müthiş bir aşkla seviyordum. Sokağa çıktığımda tüm bakışların üstümde dolaştığını, hakkımda söylenen tüm sözlerin inceden inceye içime değişini fark ediyorum; “ben bir toplum faciasıyım!” Tek başıma hatayım! Herkesin parmakla gösterdiği, ahlakı dumura uğramış
ikinci kadınım ilk olduğumu bilmeme rağmen! Bir kâğıt parçasına atılan imzanın kahramanı değildim ya da ayağına ilk basılan! Zaten hayat basmıştı en sivri topuğuyla dünyamın üstüne! Ben kırıkları toplarken çoktan nikâhım kıyılmıştı parçalanmış acının en büyük membasıyla...
O’ndan sonraki her güne “yine mi!” sorusuyla başlayan ben, gazetenin içler acısı haline örnekleriyle bakıyordu. “Nasıl olur?” dediğim tüm üçüncü sayfa haberlerinin gerçek kahramanıymışım meğer! Yuhalanan, taşlarla kafası parçalanmaya değer bir parça aşktım... Yanında erkeği olan her kadının korktuğu bir kadındım. Mahalle huzurunu kaçıran, apartmanın en izbe köşesinde hayali kırmızı bir çarpıyla işaretlenmiş yasak kapıydım. Ekmeğini, gazetesini kendi almaya mahkûm edilmiş, konuşulmaya değer bulunmayan, tecrit edilmiş bölgeydim! Yine beni yok saymaya başla-mıştı hayat, hiç de geç kalmıyordu. Umurumda mıydı peki? Hayır! Belki de içten yaşadığım fırtınanın sersemlemesiydi bu, hortumuna aldığı tüm ahlaki değerlerimi de savurmuştu bir kenara! Sıkı sıkıya sarıldığımı da fırlattı kendi haline. Geçecekti, kendime gelecektim elbette! Toplumun önyargısına bende parmak basacaktım hiç çıkmaz bir kara lekeyle! Normal karşılar halime, anormal gelmeye başlayacaktı yavaş yavaş her şey. Geçecek biliyorum, her acıya alışmak gibi bunu da kabulle-necektim. Köprüden atlamış hayatımın intihar sebe-bini yazacaktım. Karanlığı aydınlatan gece lambası loşluğunda, sayfalara düşürecektim gölgemi.
Modacıda oturmuş son eksikleri tamamlanan gelinliğime bakıyorum. Pullarının onarılmasını istiyorum, köşeleri yıpranmış sanki. Son dakika caymasıyla, son bir bakış attığım genç kızlığıma dönük kaldı tüm hayatım! Hiç dönmedi istikbal’e. Hep aynı yerde ikamet etti. Denge yoksunu ben, düz durmasını hiç beceremedim zaten! Adım attığım her noktaya koca bir delik açtım. Yeni bir çukur daha açmıştım önümdeki günlere, hem de koca bir çukur! Her adımda yokluğa gebe kalıyordum. Namus yoksunu bir duyguya yeniktim. Evli barklı bir adamı sevmiştim! Bir belediye otobüsü mesafesi kadar gidip gelmiştim hayatında/ hayatımda! Düşkündüm artık, sıradan hayatın sıradanlığına koca bir falçatayla çizik atmıştım, yarıklardan
göremiyordum kendimi, açıkta kalan tek bir parçam dahi kalmamıştı
içeri çekecek! Tükenmiştim...
Şimdi o’nun kalktığı yerde, berjer koltukta oturmuş sırf ağlamak için, Yeşilçam filmi izliyorum. “Vesikalı yârim” oynuyor karşımda. İlk defa sarışın görüyorum Türkan Şoray’ı! Bakışlarındaki müthiş duyguyu, rol kesen halinden uzak müthiş bir gerçeklikle yaşıyorum. Halil’in (İzzet Günay) sigarasındaki dumandan soluğum kesiliyor sanki O’ymuş gibi! Doluyor gözlerim her sözde, her bakışta... Beyazlanan perde siyahlanıyor hayatın acısıyla. “senin yüzünden bitmiyor derdim. Bir sevda uğruna ben ömrümü verdim...” sözlerinde kendimi bulup bir duble hayat katılmış aşk ile sarhoş oluyorum. Beklenmeyen son acıyla herkes kendi inine çekiliyor. Halil evine; çocuklarına, Sabiha (Türkan Şoray) ise aynı bataklığa... Ve siyah beyaz rengine ara renkler katılmadan gittikçe koyulaşıyor hayat...
***
Önceki gün bir yazı yazdım, Hürriyet yazarı Ahmet Hakan’ın aktardığı bir konudan hareketle. Ve sonunda bir de soru sordum: “Ahmet Hakan, eski İslamcılık günlerinde başı açık bir kıza âşık olsaydı ne yapardı?”
Dün Ahmet Hakan uzunca bir yazı yazmış, bana ‘romantik’ demiş ve hayatın gerçeklerini aktarmış ama soruma da tam cevap vermemiş. Böyle bir durum yaşansa uğrayacağı ‘mahalle baskısı’nı anlatmış, başına gelecek zorlukları aktarmış. Hepsi de gerçekçi gibi gözüken gözlemler ama kendisinin sonunda ne yapacağını söylememiş. Yani aşkına sahip mi çıkardı, yoksa cemaat baskısına boyun eğip istemeye istemeye de olsa, ‘cemaat içi kariyer’ şansını artırmak amacıyla başı örtülü bir kızla mı evlenirdi?
Bakın, yukarıdaki uzun yazıyı önceki sabah, Ahmet Hakan sayesinde tanıdığım www.cemaat.com adlı sitede gördüm ve köşemi de o sitede ‘Manolya Şahin’ adıyla yazan yazara bıraktım. Yani okuduğunuz yazı aslında onun yazısıydı, başı örtülü bir kadının medya klişesi deyimle ‘yasak aşkı’nı anlattığı bir yazı. Ne kadarı kurgudur ne kadarı gerçek, bilemem, biraz uzun olduğunun farkındayım ama kısaltmaya da gönlüm razı olmadı.
Umarım siz de hoşlanmışsınızdır bu güzel yazıdan ve yazarın hüznüne, çaresizliğine ortak olmuşsunuzdur.

Sıradaki Haber İçin Sürükleyin