'HOCAM, DOKUZ YILDA BİR SATIR FİKİR DEĞİŞTİRMEDİNİZ Mİ?'

V.S. Naipaul'ün Türkiye'ye gelmekten vazgeçmesine sebep olan kampanyanın başlatıcısı Zaman gazetesi yazarı Hilmi Yavuz'a, bir dönem öğrencisi de olan Taraf gazetesi yazarı Nilüfer Kuyaş'tan güzel bir yanıt...

Google Haberlere Abone ol
'HOCAM, DOKUZ YILDA BİR SATIR FİKİR DEĞİŞTİRMEDİNİZ Mİ?'

Nilüfer Kuyaş/Taraf


Müminler arasında kargaşa


Nedir bu şiddet, bu celal? V.S. Naipaul Müslümanlara parazit demiş, İstanbul’da onur konuğu olmasınmış.


Bir kere, Müslümanlara parazit dememiş, bu yanlış. Kitap İnternet’te, buyurun, okuyun. (Akıllı bir yayıncı hemen çevirse iyi para kazanır.)


O kelimenin geçtiği pasajda köktendincilikten bahsediyor, İslamiyet’ten değil.


İslami fundamentalizmin hem Batı’yı reddedip hem Batı’nın teknolojisine, düşüncesine ihtiyaç duyduğunu söylüyor. “Bütün bu Batı’yı reddediş bir varsayıma dayanıyor, böyle hazır bir uygarlık var ortada, yaratıcı, yaşayan, garip şekilde kutupsuz, isteyenin kullanımına açık. Yani ret mutlak değil. Ama bir yandan da cemaatin entelektüel çabadan vazgeçmesi demek. Yani parazitleşmek. Fundamentalizmin itiraf edilmemiş özelliklerinden biridir parazitlik.”


Yani “geri zekâlı” da demiyor, akıl tutulmasından söz ediyor, üçüncü dünyalıların fikir üretememe hali. Doğruluk payı yok mu? Aziz Nesin’in ruhu şad olsun.


Naipaul burada uygarlıklar çatışması denen kavganın ikiyüzlülüğüne işaret ediyor aslında; herkes birbirini kullanıyor, herkesin birbirine ihtiyacı var, ama işine gelince kötüleyip dışlıyor da. Naipaul’un bir eksiği varsa, o da bu ikiyüzlülüğün Batı’daki tezahürünü eleştirmemesi.


Bunun nedeni de gayet açık. Naipaul İslamiyet’e ve onun köktendinci yüzüne öfke duyuyor, doğru, ama bu çok daha büyük ve kendisini de içeren bir başka öfkenin ve korkunun parçası: Bir zamanlar üçüncü dünya dediğimiz, gelişmemiş toplumların karanlığından duyulan korku. Kendisi de açıkça söylüyor. Onun verdiği isim “bozkır” (İngilizce “bush” yani çalılık, uygarlığın dışında kalan yer, “yaban”.)


Üçüncü dünya insanlarına karanlık bakışının nedenini bir söyleşide şöyle açıklıyor: “Bozkırın beni yutacağı korkusundan kaynaklanıyor, bu korkudan kurtulamadım. Benim değer verdiğim uygarlığın düşmanı çünkü orası.”


Şimdi, olsa olsa kendinden ve köklerinden nefret etmek denir buna. Ay ne sinir adam, gelmesin o zaman. Evet de, biz hiç mi nefret etmedik kendimizden? Bizde de Batı uygarlığına karşı hem hayranlık hem tepki yok mu, dışlanmışlık hıncı duymuyor muyuz? “Yarım kalmış toplumlar ve yarım kalmaya mahkûmlar” diyor Naipaul. Gözünü kırpmadan söylüyor gerçeği. (Biz yarım kalmaya razı değiliz tabii, tekrar bütün olmaya çabalıyoruz, ağır bedel ödüyoruz, dünya bunu yeni görmeye başladı, o da ayrı konu.)


İslamiyet’in buradaki rolü de başka kültürleri istila eden Arap-İslam emperyalizmine Naipaul’un duyduğu antipati. Gittiği yeri Araplaştırıyor demiş. Tamamen yanlış denebilir mi? Müslümanlığa geçenler kendi sahihliklerini kaybetmiş, din değiştirmek “nevroz” ve “nihilizm” getirmiş bu toplumlara diyor. Doğruluk payı yok mu?


O yarım kalmışlıktan kurtulmak, bozkırda muasır medeniyeti yakalamak değil miydi yaptığımız?


Hilmi Yavuz’un ortalığı karıştıran yazısı, 2001’de Naipaul Nobel ödülünü aldığı zaman E Dergisi’nde yazdığı yazıyla satırı satırına aynı. Hocam, dokuz yılda bir satır fikir değiştirmediniz mi? İzninizle ben de o dönemde aynı dergide çıkan bir yazımdan alıntı yapayım; “Huzursuz Miras-Suat’ın Mektubu” adlı yazımda, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Kendimizi sevmiyoruz” ve “Elbette bir gün kendimizi gerektiği gibi seveceğiz” sözlerini ele almıştım.


İşte yazar budur. Korktuğu karanlığı irdelemekten geri durmuyor. (Joseph Conrad’ı örnek almıştır Naipaul bu konuda.) “Tüm değerleri yeniden değerlendirmek” yazar kılar insanı, Nietzsche’nin deyimiyle. Naipaul bunu yapmış, kendi zaaflarından edebiyat inşa edebilmiş bir yazar. Üstelik Müminler Arasında (1981) ve İnancın Ötesinde (1998) kitaplarını yazmak için aylarca o ülkeleri dolaşan, yüzlerce insanla röportaj yapan bir adam. O kitaplarda tarihin karmaşasına girmekle hata etmiş tabii, o ormandan çıkış zordur, yakın okuma gerektirir, ona sabrı yok Naipaul’un, genellemeler yapıyor, bazen hedefi buluyor, bazen ıskalayıp çuvallıyor, hepimiz gibi.


Yoksa ayna çok mu yakın geldi bize? Çok mu benzeriz? “İki yüzlü okur, biraderim, benzerim” demişti Baudelaire. Modern insanın çelişkileri bunlar. Biz dönüp de “Ey ikiyüzlü yazar, benzerim, kardeşim, gel tartışalım” diyemedik.


Hilmi Yavuz’u yazar ve insan olarak çok severim, oryantalistleri hiç affetmez, ortalık karıştırmaya bayılır, iyi ki de öyle, yoksa hayatımız daha renksiz olurdu. Robert Musil’in güzel lafıdır, “Deha sahibinin görevidir saldırmak” der. Hilmi Yavuz da Naipaul da deha kıvılcımıyla saldırıyorlar işte. Ama Hilmi Hoca şimdi bu adamla nasıl yan yana oturacaksınız diye kışkırtınca hemen kaçanlara hayret ediyorum. Pek de güzel otururuz işte diyecektiniz, diyemediniz.


Ahmet Hakan da Naipaul’dan nefret etmek hakkımı kimse elimden alamaz demiş. Nefretin bir hak olduğunu ilk kez işitiyorum. Naipaul’un nefret suçu işlediği su götürür. Afrika’da kültür yok demişti. Derek Walcott da ona ırkçı dedi. Küçümseme, acıma, bol öfke var, ama nefret yok Naipaul’da.


Fakat asıl sorum şu: Türkiye son zamanlarda niçin müminlik yarıştırmaya, Müslümanları kim kötülemiş bekçiliği yapmaya başladı? Böyle bir kültürel endişeye gerek var mı? Tam Naipaul’un kalemine layık bir durum.

Sıradaki Haber İçin Sürükleyin